Yönetmen:
Lone Scherfig
Senaryo:
Lone Scherfig, Anders Thomas Jensen
Oyuncular:
Jamie Sives, Adrian Rawlins, Shirley Henderson
Tür:
Komedi | Dram | Romantik
Yıl:
2002
Süre:
111 dk.
Ülke:
Danimarka, İngiltere, İsveç, Fransa
Dil:
İngilizce
Ödül:
11 ödül, 20 adaylık
IMDb
puanı: 6.9/10
Metascore:
69/100
Biraz
gaz, biraz jilet, sıcak banyo, haplar şekerleme tadında, uzatma kablosu tavana
asılır ve çat. Hayatın iki yüzünü derinden inceleyen bir film Wilbur Wants to
Kill Himself. Sürekli kendini öldürmeye çalışan bir adam, sürekli kardeşinin
hayatını kurtarmayı başaran bir ağabey, temizlikçi olarak çalıştığı hastaneden
hastaların bırakıp gittiği kitapları ikinci el kitapçıya getiren bir kadın,
büyük aklı küçük bedenine sığmayan bir çocuk. Bir ev, bir hastane, bir kitabevi.
Wilbur’un
intiharıyla başlıyor filmimiz, bu adam kendine ne yapıyor böyle demeden de
geçemiyoruz.
Filmin
ilk yarısına beyaz dersek eğer, eğlenceli bir şekilde izliyoruz filmi. Çok bilmiş
çocuklarla sergide konuştukları, terapi seanslarında alttan alta laf sokmaları
ile gülüyoruz bile. Güldürmeyi başarsa da içindeki yalnızlığı da çok rahat
hissediyoruz.
Filmin
ikinci kısmı ise tam tersini oynuyor, siyahı. Bir tarafta hayatına son vermek
isteyen kardeşe inat, hayatı sıkıca kucaklamış bir ağabeyin dramını izliyoruz. Üstelik
tam da Alice hayatına girmişken. Bir anda pankreas kanseri ortaya çıkıyor. Bir süre
saklıyor, mutluluğa devam etmek istiyor. Ölmek onun için her şeyin bitmesi. Ve birçok
kez ölümü ucundan da olsa tatmış kardeşine ölmenin ne demek olduğunu soruyor. Neye
benzediğini, öteki tarafın gerçekten var olup olmadığını? Kardeşinden gelen
kötü cevapla suratındaki karamsarlığın, korkunun kokusunu hissedebiliyoruz. Çarelerin
tükendiğinin farkına varmasına karşın kitabevinde bulduğu ta kaç yıl öncesinin
basımı kitapta yazan çareyi küçük çocuk saflığında doktora gösteriyor. Ve bakın,
bu hastalığın çaresi ta o zamanlarda bulunmuş diyor. Ben ölmeyeceğim.
Bu
esnada Wilbur hayata tutunabilmek için kendini öldürdüğü zaman ölmemek için
tutunduğu Alice için içinde büyüttüğü hissin adının aşk olduğunun farkına
varmıyor. Belki de bunu istemiyor. Sürekli arkasını toplayan, her intihar
girişiminde onu hayata döndüren ve kadınların sadece gözüne bak, onlar sana âşık
olurlar diyerek onu hayata tutundurmaya çalışan ağabeyinin karısına o gözle
bakmak istemiyor. Ama kalbi hiç de öyle demiyor. Belki unutmak belki de Alice’in
tavsiyesine uymak için çıkmaya başladığı terapi seanslarının kendini bilmez,
kendini beğenmiş ama bir o kadar da saf bayanı aile yemeğine getirdiği sıra
bence filmin en duygu yoğunluğunun yaşanacağı, bunun yanında helal sana
Harbour, bravo Wilbur dediğimiz sahnesi.
Bir
süredir hastalığını sakladığı Harbour, çok bilmiş hemşire, tutunmayı öğrenen
Wilbur, ailenin sevimli üyesi Mary ve film boyunca duruluğu, konuşması, hayata
bakış açısıyla göz dolduran Alice, aynı masada oturdukları ve tam da tatlı
söyleyecekleri sırada, diyetten, hastalıktan ve kendinden sürekli bahseden
hemşire, belki de bilmediği için Harbour’un hastalığı için onu yeme bunu yeme
diyerek ortaya bir konu atıyor. Ailedeki herkesin bir anda konuya mantıklı bir
anlam vermesinden önce konuyu idrak etmeye çabalaması göz dolduruyor. Alice’in
yanağını ıslatan göz yaşı ise durumu özetleyen tek varlık. Bunun üzerine
hemşirenin hâlâ yorum yapmasıyla, tatlı siparişinde Harbour’un hemşireyi
hastederek “onunki paket olacak” demesiyle içimizde kopmuş olan ipler azıcık da
olsa bağlanıyor.
Bundan
sonra filmin kader üzerine yorumlarını dinliyor, hayata bol bol küfrediyoruz. Ölmek
isteyip de ölmeyi beceremeyen kardeşe inat yüzünde yaşam görülen ağabeyin hızla
çöküşü. Bu sırada olmazlarla başlayan ama hep aşkla sonlanan Wilbur ve Alice’in
durumu iyice çıkmaza giriyor. Çünkü Alice filmde anlaşılması en zor
karakterlerden biri. Kocasını seviyor ama Wilbur’u da seviyor. Wilbur’un hayata
yeniden bağlandığını görmek, onu daha da mutlu ediyor. Hatta belki de Alice
sayesinde Wilbur birinin hayatını bile kurtarıyor. Filmin en zor anlaşılır
karakterlerinden diğeri ise doktor. Wilbur her ne kadar onunla dalga geçse de
parmak uçlarından düşürmediği sigarasıyla oturduğu yerde sahiplendiği umursamaz
tavırları, seni takmıyorum Wilbur gibi bakışları ve Harbour’a, bu senin hastalığının
tedavisi değil derken, bunu, içinden “maalesef öleceksin” der gibi söylemesi ve
soğukluğu, terapi seanslarında konuşmaya hiç katılmayarak pencere kenarında
sigara içerken uzaklara dalması da bu düşüncemi destekliyor gibi.
Öleceğini
bilen, aslında az da olsa kardeşini kıskanan Harbour, hastaneye noelden sonra
hastaneye dönmeden önce kardeşine dedikleri ise, sanki Alice ile aralarındaki
sevgiyi fark ettiğini söyler nitelikte. Ama öyle de olsa karısını ve çocuğunu
sahiplenecek birisinin olmasından mutluluk duyuyor. Bu kıskançlığını
anlattıklarından çıkarıyorum. Babasının ölürken ona Wilbur olarak seslenmesi ve
daima onu çok sevdiğini biliyorum demesi, kıskanmamak için yeterli sebep değil
mi? Buna çocukların Wilbur’a olan bağlılığı, kadınların ona aşık olmaları ve
her defasında yaşamla sonuçlanan intihar girişimlerine rağmen yine de sağlıklı
bir bedene sahip olması eklenince, Harbour’a hak vermemek elde bile değil. Ama bu
kıskançlık öyle bildiklerimizden de değil. Ağabey olmanın getirdiklerinden
diyelim.
Filmin
sonunda da garip bir mutlu son bekliyor bizi. Kitabevini gören bir tepede
Harbour’un mezarı ve birbirine sarılmış üç kişi.
Filmdeki
en trajikomik ve başarılı olarak gördüğüm intihar girişimi kesinlikle suda
gerçekleşen. Dizlerine gelen suda boyunu geçmesini ümit ettiği derinliği
kendini bırakıp, beline ulaşan suyu fark ettiğinde ölmeye de hayata da ettiği
küfür(biz bunu duymuyoruz ama kesin ediyordur) ve ellerini suyun yüzeyine
vuruşu, aynı zamanda en güzel sahnelerden de biriydi.
Wilbur
ile Alice’in aşkına gelecek olursak da zaten Alice ile Harbour’un evlendikleri
gece, Mary’nin, Wilbur’un onun için aldığı kalemliğin içinden çıkardığı ve
üzerinde penguen olan silgiyi, düğün pastasının üzerindeki gelin ve damadın
yanına koymasından Wilbur’un bu ilişkinin içinde olacağı belliydi. En azından
sinyallerini veriyordu. Ki Alice’in her kitap getirişinde Wilbur’a bakışlarını fark
etmemek de güç. Ama bunu Alice ile Harbour arasındaki ilişkiyi küçümsemek,
Wilbur’u ağabeyinin karısını elinden alan kardeş olarak göstermek, Alice’e ise
iki adamı bir anda idare eden bir kadın damgası vurmak için söylemiyorum. Hatta
aşkın sadece iki kişi arasında olmayabileceğini gösterdiği için Alice’e
teşekkür ediyorum. Ayı zamanda öyle bir çocuk yetiştirdiği, birini hayata
yeniden bağladığı ve birini ölse bile o kadar çok sevebileceği için.
Başta
söylemedim sonda söylemekten de çekinmeyeyim. Okuduğum yorumlardan, çoğu sinemalarda
gösterilmeyişinden, hakkettiği değeri sadece belirli festivallerde görmesinden,
IMDb’den aldığı 6.9 puandan, Amerika filmi değil Avrupa Filmi oluşundan,
Öldürmeyi değil ölmeyi anlattığından diyebilirim ki filmi sevmeyen, vasat,
sıkıcı, iyi değil ama kötü de değil gibi yorumlayanlar furyasında
bulunabilirsiniz. Yukarıda anlatılanlar dahi size herhangi bir şey ifade
etmiyor, farklı bir konu görmenize vesile olmuyor ya da anlatılanları sıkıcı ve
durağan buluyorsanız bu filme elinizi bile sürmeyin. Bunu sadece herkesin
seveceği bir film olmayışını yinelemek için söylüyorum. Lakin bir şeyler
kımıldamışsa ve ben buna bayılırım diyorsanız içinizi ısıtacak bir film Wilbur
Wants To Kill Himself.
intiharın soğuk gelmediği nadir filmlerden.tezatla aslını anlatmak gibi.intiharla yaşamı özetleyebilmek.wristcutter dan sonra intiharı en iyi özümseyebilmiş filmlerden biri sanki.dalları çok farklıdır o ayrı.içiniz acır ve gülümsersiniz işte öyle bir film.ve eğer kitaplara aşıksanız tüm film boyunca ruhunuz okşanır onca kitapla.
YanıtlaSilsıcacık bir filmdi ben çok sevdim. gelince kitapçıları gezelim bol bol, dost, d&r, sahaflar :)
YanıtlaSilbugün vişnenin felsefesi yazını tekrar okudum ve aklıma vişnenin cinsiyetini her gördüğümüz yere girerek aramamız geldi.üstelik bir de attila ilhanda rakı içtiğimiz gündü.sonra yüksek sesle okumalar kitap bittiğinde sudan çıkmış balık bakışlarıyla eee vişne bunun neresinde sorunsalı.pancarla başlayan şeytanla bitmedi oysa :) çok özledim laaa. kitapçılar bizi bekler bebek.
YanıtlaSilbir sürü kitap aldım yine ben, bir güzel de parasız kaldım yine. üstelik bir küçük ayrıntı da vereyim arkadaş kitabevinde artık yeraltı edebiyatı bölümü var :)
YanıtlaSilgezmeliyiz gezmeliyiz ve dünyadaki bütün kitaplar bizim olmalı ve sadece bu sebepten vampir olmalıyız.ve sonra yazmalı yazmalı ve yazmalıyız
YanıtlaSilevet, bence biz ölmemeliyiz, tüm kitapları okumalı (tamam bazılarını okumasak da olur, gereksiz yani) ve tüm filmleri izlemeliyiz.
YanıtlaSilölümsüz olursak hepsini okur ve izlerdik nasıl olsa zamandan bağımsız yaşıycaz o zaman.hem kötü de görülmeye değer iyinin hakkını verebilmek için di mi ama
YanıtlaSil