sinemada en güzel 105 yakın-çekim


Flavorwire'dan Jason Bailey sinema filmlerindeki en güzel yakın çekim sahnelerin bir araya geldiği videoyu hazırlamış. Altta videoyu The Fountain adlı filmin müziği eşliğinde izleyebilir, en altta ise filmlere ve karakterlere ulaşabilirsiniz. 




Düzenleyen: Jason Bailey
Müzik: Death is the Road to Awe – The Fountain
Filmler:
Sunset Blvd (John F. Seitz), The Painted Veil (Stuart Dryburgh), Citizen Kane (Gregg Toland), Persona (Sven Nykvist), I’m Not There (Edward Lachman), Tokyo Drifter (Shigeyoshi Mine), Heaven’s Gate (Vilmos Zsigmond), Days of Heaven (Nestor Almendros), Satantango (Gabor Medvigy), Paths of Glory (Georg Krause), The Seventh Seal (Gunnar Fischer), Apocalypse Now (Vittorio Storaro), Badlands (Tak Fujimoto, Stevan Larner, Brian Probyn), I Am Cuba (Sergei Urusevsky), Written on the Wind (Russell Metty), Chungking Express (Christopher Doyle, Wai-keung Lau), The Double Life of Veronique (Slawomir Idziak), La Dolce Vita (Otello Martelli), The New World (Emmanuel Lubezki), L’avventura (Aldo Scavarda), House of Flying Daggers (Xiaoding Zhao), The Fountain (Matthew Libatique), The Unbearable Lightness of Being (Sven Nykvist), Sans Soleil (Chris Marker), In The Mood for Love (Christopher Doyle, Pung-Leung Kwan, Ping Bin Lee), Last Year at Marienbad (Sacha Vierny), Kagemusha (Takao Saito, Shoji Ueda), The Godfather (Gordon Willis), Road to Perdition (Conrad L. Hall), The Man from London (Fred Kelemen), Lovers of the Arctic Circle (Gonzalo F. Berridi), Border Incident (John Alton), Romeo and Juliet (Pasqualino De Santis), Barry Lyndon (John Alcott), The Tree of Life (Emmanuel Lubezki), Contempt (Raoul Coutard), Amelie (Bruno Delbonnel), The Conformist (Vittorio Storaro), My Blueberry Nights (Darius Khondji, Pung-Leung Kwan), The Thin Red Line (John Toll), Ashes of Time (Christopher Doyle, Pung-Leung Kwan), The Assassination of Jesse James by the Coward Robert Ford (Roger Deakins), Mongol (Rogier Stoffers, Sergey Trofimov), Quills (Rogier Stoffers), Pan’s Labyrinth (Guillermo Navarro), All That Heaven Allows (Russell Metty), Children of Paradise (Roger Hubert), The Duellists (Frank Tidy), 2001: A Space Odyssey (Geoffrey Unsworth), Mishima, Baraka (Ron Fricke), Curse of the Golden Flower (Xiaoding Zhao), Onibaba (Kiyomi Kuroda), Memoirs of a Geisha (Dion Beebe), Searching for Bobby Fischer (Conrad L. Hall), Out of the Past (Nicholas Musuraca), Magnificent Obsession (Russell Metty), Far From Heaven (Edward Lachman), The Red Shoes (Jack Cardiff), Vertigo (Robert Burks), Bellflower (Joel Hodge), Come and See (Aleksei Rodionov), Night of the Shooting Stars (Franco Di Giacomo), The Reader (Roger Deakins, Chris Menges), Black Orpheus (Jean Bourgoin), Casablanca (Arthur Edeson), Nights of Cabiria (Aldo Tonit), Hiroshima Mon Amour (Michio Takahashi, Sacha Vierny), Delicatessen (Darius Khondji), Oldboy (Chung-hoon Chung)
paylaş:

yazarlar ve dövmeleri

Flavorwire, birkaç ünlü yazarın dövmelerinin göründüğü fotoğrafı yayınlamış, hikayeleri ve daha fazlasını yine linke tıklayarak okuyabilirsiniz. 10 yazar ve dövmeleri ise şunlar:


Kathy Acker

Harry Crews

China Miéville

Elizabeth Hand

Stephen Elliott

John Irving

Jonathan Lethem

Rick Moody

Patti Smith

Kevin Wilson

paylaş:

Kadın yazarlardan Shakespeare gibi bir deha neden çıkmıyor?


Erkeklerin kadınlara bıkıp usanmadan sorduğu bir soru vardır: “Bizler kadar iyi düşünme yeteneğiniz varsa, siz neden Shakespeare gibi bir deha çıkaramadınız?”

İşte bu saçma sapan seksist soruya en esaslı cevabı Virginia Woolf verir: “Yazmak yetenek olduğu kadar eğitim meselesidir” ve “Eğer bir kadın kurgu şeyler yazmak istiyorsa kendisine ait bir odası ve parası olmalıdır.”

Çünkü Woolf’a göre yaratıcı gücü ancak bağımsızlık serbest bırakır. Kadınlar da elbette Shakespeare gibi bir yazar olabilir, “yeter ki özgürlüğe alışalım, düşündüğümüzü aynen yazmaya cesaretimiz olsun!”

İngiliz feminist, yazar, romancı ve eleştirmen Virginia Woolf’un 1929’da kaleme aldığı, Shakespeare’in yetenekli olduğu halde kız olduğu için kendine ait bir odası olmayan, okula yollanmayan, kitap okuması bile yasaklanan ve hayatı erkekler tarafından yönlendirildiği için başarısızlık ve acı içinde ölen hayali kız kardeşi Judith’i konu alan “A Room of One’s Own / Kendine Ait Bir Oda” adlı deneme kitabı, yazan bir kadının bağımsızlığı için ilk savunmadır. Elbette, kadının yüzlerce yıldır süren ezilmişliğini ortaya koyarak feminist hareketin klasik kitaplarından biri olmuştur. Ve belki de Woolf’un en kolay okunan kitabıdır. Çünkü iş romanlarına geldiğinde, okuyucuyu bekleyen derin, karanlık ve oradan oraya sürüklenen hayli karmaşık bir dünya vardır. Bu dünyaya girmek içinse önce Virginia Woolf’u bilmek gerekir.

BİR ERKEK İŞİ: BİLGİ

1882’de Londra’da dünyaya gelen Virginia, yazar ve eleştirmen Leslie Stephen ile Julia Prinsep Duckworth’un kızıydı. Kalabalık entelektüel bu aile ortamında daha çocukken yazar olmaya karar verdi. Şansına, babasının büyük kitaplığı kız, erkek, tüm çocuklara açıktı. Ama ağabeyleri okula, “dışarıya” gönderilirken o, kız kardeşi Vanessa ile evde eğitim aldı. Çünkü eğitim ve bilgi erkek işiydi. Bir sürü ayrıcalıktan yararlansalar da bu temel ilke Stephen’ın kızları için de geçerliydi. Bu tatminsiz yılları takiben 13 yaşında annesi, hemen sonra da ablası öldüğünde Virginia ağır bir sinir hastalığı geçirdi. Depresif ruh hali peşini hayatı boyunca da bırakmayacaktı. Genç kızlığa adımını atarkense ne dikişte ne de yemek pişirmede başarılıydı. Çünkü asıl yeteneği yazarlıkta yatıyordu; zira o toplumun dayattığı kurallara uymayacak, kendini kitaplara gömecek ve 20. yüzyılın en büyük kadın yazarlarından biri olacaktı.

1904’te babasının ölümünden sonra çok ağır bir depresyon daha geçiren ve ardından kardeşleriyle Bloomsbury’e taşınan Virginia’nın yazarlık macerası da burada filizlendi. Burada girdiği ressam, eleştirmen, yazar ve felsefecilerden oluşan çevreyle birlikte Londra’nın entelektüel yaşamını belirleyecek olan Bloomsbury grubunu kurdular ve bu oluşum Virgina’nın yazarlığını besleyen en büyük etken oldu. Virginia, 30 yaşındayken de bu çevreden gazeteci ve deneme yazarı Leonard Woolf ile evlendi. Birlikte kurdukları Hogarth Yayınevi, Virginia Woolf’un kitaplarını yayımlatması için de önemli bir fırsat oldu. Çünkü o klasik romandan farklı, hikayeyi dış olaylarla değil insanın iç dünyası, bilinçaltı ve düşünce akışıyla, yani insanın içindeki ritmle anlatan yepyeni bir anlatım biçimi benimsemişti.

33 yaşında ilk romanı “Voyaga Out / Dışarıya Seyahat”i yayınlayan Woolf’un, üçüncü romanı “Jacob’s Room / Jacob’un Odası”nın (1922) ardınan, dile özgün katkılarıyla “romanı ıslah etmekte iddialı” bir yazar olduğu fark edildi. Zira The Times gazetesinin ünlü edebiyat dergisi The Times Literary Supplement’ta çıkan bir yazı şöyle diyordu: “Renk, ritm, atmosfer ve gözlem Mrs. Woolf’un düzyazısındaki akıl çeliciliktir.” 1925’te yazdığı ‘‘Mrs. Dalloway”deyse, tüm eleştirileri göze alıp, klasik roman anlayışından cesurca ayrılıyor, insan ruhunun sınırsız derinliklerinde dolaşan sıradışı anlatım tekniğini, yani ‘bilinç akışı’nı net bir şekilde ortaya koyuyordu.

Ardından gelen “To The Lighthouse / Deniz Feneri,” dönemin ahlakçılarına meydan okuyarak cinsel ikilemi ele aldığı “Orlando” ve “Flush” gibi ünlü romanları onu “akıp giden yaşantıların yazarı” yaptı. Virginia Woolf’a göre, hayatı, geçmişteki anıların şu an yaşadıklarımıza mütemadiyen ışık tutarak yarıda kestiği, birbirinden kopuk bir dizi an olarak yaşıyorduk. Kopmalar, sonu olmayan başlangıçlar, üzerinde düşünüp taşınmak üzere havada bırakılan anlar romanlarının can alıcı özellikleri haline gelmişti. Zira ona göre yaşam “saatte 50 mil hızla giden bir metroda savrulmak”tı ve bu kopmalar hareket halindeki bir trenin camından görülen başka insanların evlerindeki anlardı. Ve Woolf ‘un düşüncesine göre “Kişi düşüncelerini aktarmak için durana dek, yalnızca pasif bir obje”ydi. Woolf, bu anları karakterlerinin bilinçlerinde tasvir ederek benzersiz bir üslup oluşturdu.

DENEYSEL GERÇEKÇİ

1931’de yayımladığı şiir gibi roman “Waves/ Dalgalar”ı ise, o güne değin başka hiçbir romancının göze alamayacağı derecede deneysel yapısıyla gerçekçi roman geleneğinden tam bir kopuşu temsil ediyordu. Woolf şöyle diyordu: “Hayat simetrik olarak sıralanmış bir dizi at arabası lambası değildir, hayat bizi tüm bilincimizle sarıp kuşatan parlak bir ışık halkası, yarı saydam bir zardır. Romancının görevi durmadan değişen, meçhul ve sınırları çizilmemiş ruhu, ne kadar düzensiz ya da karmaşık olursa olsun, olabildiğince yabancı ve dış öğeler karıştırmadan anlatmak değil midir?”

Bugün onun adıyla anılan “bilinç akışı” tekniğiyle işte bunu başaran ve edebiyatta devrim yapan Virginia Woolf, modernist hareketi başlatan en önemli ve öncü isimlerden biri. Roman ve makalelerinde kadın hakları, sınıfsal farklılıklar, sosyal adalet, aşk, evlilik, özgürlük, savaş, kimlik arayışı, delilik ve ölüm gibi toplumsal ve psikolojik pek çok ağır konuyu masaya yatırmış önemli bir eleştirmen aynı zamanda.

50 YAŞINDA CAMBRİDGE’TE

“Kendine Ait Bir Oda”yla kadın hareketlerinde de öncü bir figür olan Woolf, üniversiteye gidememiş olsa da Çağdaş İngiliz Edebiyatı’nın en etkileyici kadın yazarlarından biri olarak 50 yaşındayken Cambridge’de ders vermek üzere davet edilmiş bir savaşçı. Ancak iki Dünya Savaşını ve yakın çevresinde de pek çok ölümü yaşamış, depresif, sorunlu ve yaralı savaşçıydı Woolf. Nitekim, 2. Dünya Savaşı sebebiyle umutsuzluğa kapılıp bunalıma giren Virginia Woolf, 28 Mart 1941’de, 59 yaşındayken, “artık savaşacak gücüm kalmadı” diyerek hırkasının ceplerine çakıl taşları doldurup kendini Ouse nehrinin sularına bırakarak intihar etti.

İletişim Yayınları’ndan çıkan ünlü İngiliz edebiyat eleştirmeni Anthony Curtis imzalı “Virginia Woolf, Bloomsbury ve Ötesi” adlı kitap işte edebiyat tarihinin bu sıradışı kadın yazarının hem edebi dehasını hem de bu dehayı ortaya çıkaran hayat hikayesiyle ruhsal yolculuğunu keşfetmek için yola çıkıyor. Curtis, hem Woolf’un hayatını hem de dönemini farklı açılardan belgeleyen günlüğü, mektupları, deneme ve kurgu eserleri, en yakınları tarafından yazılan biyografiler ve eserleri üzerine yapılan eleştiriler gibi çok sağlam kaynaklardan yararlanarak Virginia Woolf’un bir yaralı savaşçı olarak son derece detaylı bir portresini önümüze koyuyor. Ailesi ve yakın çevresinden art arda verdiği kayıplarla hep ölümün gölgesinde yaşayan, bu yüzden hep ağır depresyonun kıyısında gezinen, öte yandan bir kadın ve kalıplara karşı çıkan modern bir yazar olarak göğüslediği eleştirilerin yarattığı baskıya karşı savaş veren Woolf’u bu detaylı biyografide, hem son derece hassas ruhu hem de kaya gibi sert karakteriyle birden görüyoruz. Hem gizli güvensizlikleri ve travmalarıyla beslenen sonsuz endişelerine, hem de kararlı, cesur ve özgüvenli adımlarla ilerleyerek yaratıcılığının sınırlarını zorlamaktan asla vazgeçmeyişine tanık oluyoruz. Anthony Curtis, tıpkı Woolf’un eserleri gibi, onu ve çevresindeki herkesi, ailesini, dostlarını, Bloomsbury Grubu’nda girişilen entelektüel tartışmaları, dönemin sanat akımlarını da kitabına yoğun olarak yediriyor. Woolf’un yazarlığında büyük etkisi olan Bloomsbury Grubu üyelerinin etik, cinsellik ve sanat tartışmaları, aşk ilişkileri, entelektüel tutkuları, cesur fikirleri ve bunları dile getiriş yöntemlerini detaylı olarak anlatırken, Virginia’nın cinselliğin eksik olduğu evliliği, lezbiyen ilişkileri ve kişilik bozukluğuna dair kişisel detayları da irdeliyor. Ve geri planda Britanya İmparatorluğu’nun dönüşümünü, iki dünya savaşının yankıları, feminist hareketin gelişimi, kısacası 20. yüzyılın ilk yarısındaki zamanın ruhunu yansıtan pek çok şeyi de satır aralarına taşıyor.

“Düşünmek istiyorum sessizce, sakince, ferahça, yarıda kesilmeden, sandalyemden kalkmak zorunda kalmadan, bir şeyden diğerine kolayca süzülerek, husumet ya da engel duygusu olmadan. Derinlere, daha derinlere dalmak istiyorum, yüzeyin ötesine, yüzeysel kaskatı gerçeklerden kurtulmak istiyorum. Kendimi sabitlemek için akıp giden ilk düşünceyi yakalamalıyım” diye yazıyor günlüğüne Virginia Woolf… Ve Anthony Curtis, okuyucuyu Virgina Woolf’un kalbinden ve aklından geçen en samimi duygu ve düşüncelerle buluşturarak ünlü yazarın edebi dehasının ardında yatanlara ışık tutmayı başarıyor.

Vatan Kitap (23 Temmuz 2012)
paylaş:

dünyanın en eski fotoğrafı




Joseph Nicephore Niepce tarafından 1827’de çekilen dünyanın ilk fotoğrafı Almanya’da sergilenecek.

Fransız Ordusu’ndan emekli eski bir subay olan Joseph Nicephore Niepce tarafından 1827’de çekilen dünyanın bilinen ilk fotoğrafı Almanya’nın Mannheim kentinde sergilenecek.

‘View form the Window at Le Gras’ adı verilen fotoğrafta, Niepce’in penceresinden çekilmiş bir kulübenin çatısı üzerindeki güvercin yuvasının bulanık görüntüsü yer alıyor. Fotoğraf Teksas Üniversitesi, Harry Ransom Merkezi tarafında koruma altında tutuluyor. En son 1961 yılında Londra’da sergilenen fotoğraf, bu yıl Reiss-Engelhorn-Museen’de, ‘The Birth of Photography: Milestones from the Gernsheim Collection’ sergisinde yer alacak.

Fotoğraf, 1952 yılında Helmut Gernsheim tarafından ortaya çıkarıldı. Gernsheim, 1963 yılında bütün koleksiyonunu Teksas Üniversitesi’ne sattı.

Londra’da sergilendikten 50 sene sonra tekrar Avrupa’ya getirilen fotoğrafın sergisi, 9 Eylül 2012’de açılacak.

Kaynak: www.ntvmsnbc.com

paylaş:

J'ai tué ma mère (2009)

I Killed My Mother.
Yönetmen: Xavier Dolan
Senaryo: Xavier Dolan
Oyuncular: Xavier Dolan, Anne Dorval, François Ardaud, Niels Schneider
Tür: Biyografi | Dram
Yıl: 2009
Süre: 96 dak.
Ülke: Kanada
Dil: Fransızca

Birtakım ruhsal dengesizlikler yaşayan, yaptığı işte başarısızlığa tahammül edemeyen, aslında kendiyle savaş verip her geçen gün bunu eline yüzüne bulaştıran ama yaptığını dışarıya vurmaktan çekinen, bilincini kontrol etmekte güçlük çeken hatta zaman zaman bu kontrolünün nelere mal olabileceğinin bile farkında olmayan manik depresif bir anne karakteri ile ailesinin yıllar önce geçimsizlik sebebiyle ayrılmasıyla dağılmış, çoğu zaman babasız yaşamış, git gide psikolojisi bozulan, dış dünya ile arasındaki bağları koparmaya çalışan, eşcinselliği ile kimi zaman etrafından tepkiler alan ve cinsel yönelimini annesine henüz dile getirmemiş, yaşadıkları yüzünden mantığını her geçen dakika kaybeden çaresiz, çaresiz olduğu kadar hayata tutunmaya da çalışan bir ergenin hayat mücadelesini, aralarındaki ilişkiyi/ilişkisizliği anlatan bir Xavier Dolan filmi olan J’ai tué ma mère (Annemi Öldürdüm), yarı otobiyografik bir hikâye.

Anne karakterinin sorunu aslında tümüyle kendi kontrolü ve çocuğuna karşı gösterdiği tavırdan kaynaklanırken, çocuğun yaşadıkları ise hem annesinin ona karşı gösterdiği tutum hem de duygularıyla oynanması, ev içerisindeki kavgaların bitmek bilmemesine neden olanlardan birkaçı.
Üstelik aralarındaki bu anlaşmazlık en başından beri bu şekilde değil, küçükken çok iyi anlaştıklarından bahsediyor örneğin genç çocuk, hatta onu sevdiğini bile söylüyor ama acı olan onu herkesten korumak istemesine rağmen onun oğlu olamayacağını söylemesi. Ve ekliyor, annesinden daha çok sevdiği yüzlerce kişiyi bir çırpıda sayabileceğini söylüyor.
Annesine zarar vermek istemiyor, kavga anlarında sinirlendiğinde annesinin aksine kendini kontrol etmesini çok iyi biliyor, üstelik kafasından geçenleri saniye saniye izleyip bunları yapmadığı için ona teşekkür ediyoruz. Hâlbuki filmin en başlarında tarafımızı anneden yana kullanırken durumun ciddiyeti de saçma sapan olaylar yüzünden çocuğa karşı gösterilen davranışlarla anlaşılıyor. Belirtiyor bunu, herkesin oğlu olabileceğinden bahsediyor ama onun oğlu değil.

Ona karşı olan hislerini banyoya geçip el kamerasına kaydettiği konuşmalardan anlıyoruz. Annesi ile arasındaki bağ ise yatılı okula kayıt edilmesi ve daha daha önemlisi cinsel kimliğinin başkası tarafından anne karakterine söylenmesiyle kopuyor. Ve en başından beri belli de olsa çocuk annesini kafasında öldürüyor. Onu anne olarak görmekten çok ölü olmasını tercih ediyor.
Yaşadığı buhranı unutturanlar ise erkek arkadaşı, tuvale vurulan fırça darbeleri ve satır satır karaladıkları. Duygusal yönüyle de tamamıyla başarılı diyebileceğimiz bir film olmasının yanında görsel açıdan da doyumu sağlıyor.
Müzik seçimleriyle de olayın bütünüyle farkına varmamızı ve içten içe anlatılanları yaşamamızı sağlıyor. Örneğin tek başına oturduğu otobüsün en arka koltuğunda şehrin ışıklarını geride bırakırken dinlediğimiz piyano adeta ruhumuza dokunurken, erkek vücudunun sevişme anındaki çekiciliğini gözler önüne seren Noir Desir ile çok başka hislerin oluşmasını sağlıyor.
16-17 yalında kendi ergenliğini canlandırdığı 19 yaşındaki Xavier Dolan kendi yazıp yönettiği bu ilk uzun metrajlı filmiyle yüksek mertebeli festivallerde ayakta alkışlanıp elleri ödüllerle sahneden iniyor.
Ayrıca yönetmenin ikinci filmi olan Les Amours Imaginaires’ı da oldukça başarılı bulduğumuzu belirtmek isteriz.

paylaş:

birileri



Suskunluğumuzun nedenini aramaktan usanıp, sadece kalp atışlarımızın bize demek istediğini anladıktan sonra sokak aralarında kaybolan hayatlarımız, kibrit çöpüne tutunmaya çalışan hayallerimizin peşinden koştuğumuzda belki, belki ta uzaklarda olduğuna inandığımız benliğimizin aslında küçüklükte yaşadığımız diş ağrısına benzer acılar içinde tam da yanı başımızda olduğunun farkında olduğumuzda dank ediyor aklımıza, küçük, ufacık, haritada yer etmeye çalışan bedenimiz, durmadan dönen dünyanın hızını değiştirmeye yönelik savları gerçeğe dönüştürebilmek için çırpınmaktan öteye gidememiş, bu bizim hayatımız. En tatlısının üzerine konulan fesleğen yaprağının fırında buruştuğunu gördüğümüz gibi kendi ruhumuzun yorgan altlarında kıvrılışı gibi her an, her gün batımında susuzluğumuzu giderdiğimiz dudaklarda arayışımız da bundan hep. Derinlerine ulaştıkça ayak parmaklarımızı görmekten çok bastığımız kaldırımın altında ezilen dünyanın tam da orta yerinde olmadığımız gerçeği bu.
Hep çimenlerde yürümek isteyip, hep soluklanmanın derdine düştüğümüz için belki bu arayışlarımız, kırmızının dudağa çok yakışması, upuzun saçların zaman geçtikçe yere değme çabası, biraz çekingenlik, biraz umut, biraz kıskançlık, biraz nefes alış, bir an boğuluyorum hissi, sonrasında debeleniş ve pastel tonların yenikliği, hep en saçması, hep en karamsarı, terk edilişlere anlamlar yükleme ve sürekli uzaklara kaçan bakışlar.
Mutluluğu hep en ulaşılmazda aramaktan başımıza gelmeyen dertler için kendimizi sürdüğümüz masada elimizde tuttuğumuz kartların hiçbir halta yaramayacağını bildiğimiz halde yine de geri çekilmeyip bahisleri yükseltmek, kaybedecek bir varlığımız kalmadığı için kendimizden başka bunun huzuruyla blöf yaptığımızı anlamasınlar isteği, gülümseyişler.
Hâlâ bitmek bilmeyen değer verişimiz, damlalar, lıkır lıkır yudumlanan alkolün bize kazandırdıkları, biraz cesaret, ön yargıların yıkılışı yavaş yavaş, unutmak için yakılan her sigaranın delirmekten bizi bir adım uzaklaştırması bu, sohbet arasında hiçbir konuşmanın anlaşılamaması, yanında oturanın söylediklerine odaklanman, takdir etmen, düşlere dalman. Biraz ötendeki varlığa duyduğun hislerin nedensiz kabarışı, olmaması gereken, mantığa uymayan hecelerin bir araya gelip sürekli hâkimiyet sağlaması, kafamızın kurcalanması, yarını düşünmeyişimiz, düşleyemeyişimiz.
Yanıp sönen spotların altında salınmanın aslında hayatı daha yavaşlattığı gerçeği bu ifade edilenler, gördüklerimizin yarı yarıya azaldığında boşluğu bizim hissettiklerimizle doldurmaya çabalamamız, buz ve ter.
Biz kendimizi hep yaşlı hissederken birileri hâlâ genç, hiç olmadığı kadar güzel.

(Görsel buradan alınmıştır)


paylaş:

les amours imaginaires (2010)


Heartbeats.
Yönetmen: Xavier Dolan
Senaryor: Xavier Dolan
Oyuncular: Xavier Dolan, Monia Chokri, Niels Schneider
Tür: Dram | Romantik
Yıl: 2012
Süre: 95 dak.
Ülke: Kanada
Dil: Fransızca, İngilizce


Çoğu kişinin başlangıç olarak seçtiği “aşk üçgeni” içerikli cümlelerden çok daha fazlası olduğunu düşündüğüm bir film Les Amours Imaginaires, yine çoğu kişinin yönetmeni hakkında haklı olarak 89 doğumlu Xavier Dolan’ın ikinci filmi olarak söylemelerini de destekliyorum. Neticede, evet 89 doğumlu birinin yazıp, oynayıp, çektiği bir film bu.
Tartışılması gereken aslında pek bir mevzu yok, olanlar ise orijinalliğin az, doğal olarak daha önceden çekilmiş filmlere benzer işler ortaya konulması yönünde. Orijinallik hakkında söylenecek çok söz de yok, günümüzde ortaya ne kadar kendine has, yapılmamış bir eser konulabilir ki, olması gereken ise bana göre bu alınanların üzerine başkalarını ve kendinden verdiklerini koyarak ileriye götürme meselesi ki ucu tartışmaya açık olsa da benim görüşüm Xavier Dolan’ın bu işi çok da iyi yaptığı. Tabii yaşının getirdikleriyle en azında geleceğini garantiye almaktan çok zamanı geldiğinde kendi koltuğunu sağlam bir yere oturtabilmek için çalışmayı/okumayı/gözlemlemeyi bırakmamalı. Burada da oluşturduğu tarz için özgünlük tartışması gözler önüne seriliyor. Özgünlük hakkında da belki söylenecek hiçbir şey yok ama öğrenilmişlik kavramının yer ettiğini belirtmeden edemeyeceğim. Zira şimdiye kadar yapılanları geçelim bu film için “özgün” ifadesini kullanmak çok pozitif bir yaklaşım olsa bile bundan sonra ortaya konulacak işlerin özgün olmayacağını da göstermiyor. Üstelik dersini iyi çalışıp sınavda başarılı olmaktan çok farklı bir olgu olan sinema adına en azından çoğu kişiye göre unutulan “farklı bakış açısı”nı kotarması yönüyle bile takdir edilmesi gerekir.

Filmde asıl izlediğimiz konu, o herkesin söylemekten mutluluk duyduğu “aşk üçgen”inden çok, homoseksüel bir erkek ile heteroseksüel bir kadının aralarına aldıkları bir erkeği, yüceltip, putlaştırıp, üzerinden yarışa girmesi yahut bir nevi kedi-fare olayını yaşamaları. Basit bir mantıkla iki kişinin tek bir kişiye aşık olması ve o tek kişinin diğer iki kişiye ilgi göstermesinden yola çıkılarak söylenen üçgen muhabbetinin bu film için söylenmesi, ciddi anlamda hakaret olarak görülmeli. Pençeleri arasına sıkıştırdıkları fareyi öldürmek yerine, onunla oyunlar oynayıp sonunda ona bağlılıklarını gösterip, farenin kendilerine gülüp geçmesi, karşılıksız aşkı suratlarına tokat gibi vurmasından, kendilerini bitap hissedip hayatta kaybettikleri için bir çizgi daha atmalarıyla aslında aralarında olan rekabetten ekşi bir tat alarak hayatlarını sürdürmeleri üzerine, üstelik ara sıra bu yemeğin üstüne çok başka kişilerle vücutlarını paylaşarak tatlı bir hüzün sağlayıp, kendilerini boş vermişliğe vurmaları izlediğimiz. Üstelik bunu seyrederken soluk alışlarını hisseder gibi, kalplerinden pompalanan kanın nerelerden geçip nerelerde durakladığını hissederek gerçekleştiriyoruz.


Olaydan tamamıyla bağımsız, daha doğru bir şekilde ifade edilirse direkt olarak ana konuyla bağlantılı olarak görünmeyen ama neticede ana karakterlerin hissettiklerine benzer aşk acıları yaşamış kişilerin diyaloglarını dinlediğimiz sahnelerin aralara serpiştirilmesi de iyi düşünülmüş. Üstelik bu diyaloglarda dinleyen taraf seyirci ve tutumumuz sadece anlamış gibi yapıp kafamızı sallamak. Biraz üzerine düşündüğümüzde aslında herkesin yaşadıklarından birer kuple var anlatılanlarda.
Diyalogların birinde beklemekten bahsediyor örneğin, ilk gelen biz olduğumuzda ilk birkaç dakika gecikmede suçu kendi üzerimize atıp zaman ve mekanı karıştırmış olabileceğimizden, dakikalar ilerledikçe bu kez geç gelen üzerinden senaryolar yazıp geldiğinde söyleyeceğimiz “bir çift laf”ı tartıp biçtiğimizden ve bilmem kaç dakika gecikmeden sonra gelmesi ve bizim ona hala aşık olmamız ve trafik gibi genel/olağan bir nedeni öğrenir öğrenmez kendi zayıflığımızın farkına vara vara onu affetmemizden bahsediyor. Reddedilmekten bahsediyor biri, zor olduğundan, giyotin benzetmesi bile yapıyor, kafanın ağır ağır kopmasına benzetiyor reddedilişleri ve biz her anlatılandan sonra geçmişinizi düşünmeye, gözlerimizin hafiften flulaştığını fark edip aslında demek istediklerimizin kendimize söyleniyor olduğunu görüyorsunuz. Yine ne mi değişiyor, hiçbir şey, biz kendimize kendi yaşadıklarımızı anlatıyoruz, anlamış gibi davranıp çaresizce kafamızı sallıyoruz.

Yaşananların görsel açıdan izlediğimiz asıl karakterlerimizin davranışları ve kendi aralarındaki yarışlarıyla birbirlerine girmeleri ve gülen tarafın ağlarına düşürdükleri kişi olduğunu fark etmeleri ise hislerin uyanmasındaki en büyük etkenlerden. Acı görmek istiyoruz, aynı kendi acılarımızı ve bütün çıplaklığıyla görüyoruz da.
Filmin unutulmayacak sahneleri tabii ki müziklerin eşlik ettiği kareler. Her şarkının yeniden şekillenmesi yönetmenin yeni bir klip çekmesine benzeyen ve ruh haliyle kasvetli havanın birleşmesinde tümüyle yardımcı olan bu müziklerin kullanılması ve görselliğin en üst safhaya çıkması da filmi “iyi” yapan diğer özellik bana göre. Bang Bang çalarken örneğin adeta Davut olarak gördükleri kişiyle buluşmak için giderken hissettikleri heyecanı, Pass This On başladığında aralarındaki çekişmenin kuvvetini ve birbirlerine saldırmalarını, Keep the Streets Empty for Me başladığında ise artık tüm şiddetiyle oluşan kavgayı ve aşık oldukları adamın bu durum karşısında eğlenmesiyle ona karşı gösterdiğimiz kendi nefretimizi seyrediyoruz.
Ağır ağır ilerleyen sahnelerin, aşık olunan kişinin yanına gelindiğinde kalp atışlarının arması gibi bir anda hızlanmasıyla reddedilişleri izlediğimiz sahnelerde yine karanlığa gömülür gibi her şeyin durağanlaşması mükemmel karelerden birkaçı. Her ne kadar Wong Kar Wai’yi hatta daha spesifik bir örnek vermek gerekirse In the Mood for Love’ı anımsasak da Xavier Dolan öğrendiğini kendi bakış açısıyla çok iyi dile getirmiş, bize de hem görsel hem de dinleti açısından tarifi bulunmaz bir işi alkışlamak kalıyor.
Hele hele sigara için söylenen sözler, portakal ve mandalina renkleri için yapılan tarif filmi taçlandırmak için son noktaya gelmemize sebebiyet veriyor.
Bu yüzden filmi şiddetle tavsiye ediyoruz. 

paylaş:

the dreamgazer / rüyagezer'in günlüğü

Rüyagezer'in Günlüğü 2010 Ekim'inde çekimleri yapılmış ve 2011 Haziran'ında son halini almış bir kısa filmdir. 25 kişilik bir ekibin çalıştığı kısa filmin çekimleri için 4 gün içinde, 11 ayrı mekan kullanılmıştır. Tüm çekimler Ankara'da yapılmıştır.

paylaş:

elif şafak'ın toplum üzerindeki etkileri


Böyle bir ortama nasıl düşmüştüm? Ben böyle bir insan değildim. Benim şuanda evimde olup Arka Sokaklar’ın 6 yıldır bitmeyen özetlerini izliyor olmam gerekiyordu.
  Ama burada, bir terasta, 3 tane kıllı göbekli erkeğin ve 4 tane kadının arasında bitmek bilmez bir edebiyat tartışmasının içerisindeydim. Herkese sırayla ‘’ en son okuduğunuz kitap nedir? En sevdiğiniz yazar kimdir?’’ soruları soruluyordu. Konuşmalarda ‘’r’’ harfi hep vurgulanıyordu. Sorunun bana gelmesine 4 kişi vardı…
  ‘’Bukowski ile Elif Şafak arasında kaldım aslındaaa. Bukowski de iyi Elif de iyi. Iııııı bilemiyorum yaaa. Ama Elif Şafak diyecem ben’’ cevabını veren Aslı adındaki kadının ağzına kürekle vurmak istiyordum. Etrafa bir göz attım ama bir kürek bulamadım. Dayanamayıp sandalyeyi geri ittim ve ‘’sizin ananız babanız yok mu ulaaannn’’  diye bağırıp ortamı terk ettim. En azından kafamdan bir kurgu yaratıp terk etmiştim. 3 kişi kalmıştı…
   Sıra Pelin’e gelmişti. ‘’ Ben aslında Oğuz Atay’ın kitaplarını hiç sevmedim. Zaten 25. Sayfadan sonra sıkmıştı. Bana göre değiller. Ben daha çok Elif Şafak’ı beğeniyorum. Benimde oyum Elif’e’’ dedi Pelin. Demeseydi iyiydi. Bu sefer kendimi tutamayıp Pelin’i boğmaya kalkıştım. ‘’ Çık bu bedenin içinden şeytan karıııı! Çık bu bedenden Eliffff. Kitaplarını da al bu kadının beyninde çık gitttt. Pelin ev hanımı olacak. Tek derdi ‘ akşama ne yemek yapacam’ olacak. Çıkkkkkkk’’ diye bir kurgu yaratmıştım beynimde bu sefer… 2 kişi kalmıştı….
   Sırada Osman vardı. 50 yaşındaydı Osman abi. Göbeği plates topu kadardı. Uzaktan görseniz Osman abi’yi döner tezgâhında döner kesen adam sanırsınız. Aykırı giyim tarzı vardı. Ve edebiyat tutkunu olduğunu gözümüze sokmak için boynuna asılı olan şalı vardı. Evet, bir şalı vardı. Osman da cevapladı.
  ‘’Cemal Süreya ile Elif Şafak bir tutulur mu bilmiyorum ama…’’ Osman’ın ağzından çıkan laf ile benim kulağımın duyduğunun bir olmadığına inandım. İnanmak istedim. Bu kadarı fazlaydı. Yinede dinlemeye devam ettim. ‘’…Elif Şafak’ın yazılarında kendimi buluyorum ben’’ diye tamamladı sözünü. Sandalyemi geriye itip Osman’dan ayağa kalkmasını rica ettim. Kalktı ayağa. Göbeği eski bir dostmuş gibi sarıldım kocaman göbeğine. ‘’ Neden Osman abiii nedennnn. Ben seninle pilav üstü döner yemenin hayallerini kuruyordum. Sen bana askerlik anılarını anlatacaktın yemeklerimizi yerken. Dönerin parasını ödemek için birbirimizle yarışacaktıkkkk. Sonra sen parayı bana kitleyecektin. Ama ben seni yinede çok sevecektim. Neden Osman abiii. Nedennnn?’’ diye bağırıp ayağa kalktım. Bir adım geri atıp koca göbeğine uçan bir tekme atmıştım. Lakin göbeği bir koruma kaklını gibi beni geri savuşturmuş, Elif severlerin arasında bulmuştum yine kendimi. Kurgumu yine başarılı bulmuştum… 1 kişi kaldıydı…
  Sıra Ayşe’ye gelmişti. O konuşurken bir anda üzerime bir ağırlık çökmüştü. Gözlerim kapanıp kapanıp açılıyordu. Kapanıp kapanıp açılıyordu. Kapanıp kapanım kapandı sonunda.
  Bir kitap evinde bulmuştum kendimi uyandığımda. Rafların arasında koşan bir kız ‘’ beni yakalayamazsın çünkü ben Usain Bolt’un akrabasıyım’’ diye inliyordu. Onu kovalamak aptalcaydı. Bunun yerine raflardaki kitapların gizemli dünyasına bırakmıştım kendimi. Raflardan birine elimi attım Tutunamayanlar geldi eline. Sonra İntibah. Sonra Yüzyıllık Yalnızlık. Hayvan Çiftliği. Kürk Mantolu Madonna. Aylak Adam. Nietzsche Ağladığında. 10 Küçük Zenci. Tehlikeli Oyunlar… Kitapların hepsini alıp kasaya koştum. Hepsinden 3’er tane satın aldım. Para ödemedim. Kasadaki adama, avucumun içini öpüp ona doğru üfleyerek sevgilerimi yollamıştım. Adam üflediğim öpücüğü havada kapıp yedi…
  Hemen dışarıya çıkıp edebiyat tartışmalarının yapıldığı yere doğru koştum. Elimde 25 kilo kitap vardı. Sokaklarda bilgisayar kasası ile dolaşan insanlara benzemiştim. Yolda yorulunca biraz dinlemek için kaldırımda oturduydum. Birkaç dakika sonra sokağın başındaki zabıtalar beni işaret ederek ‘’kaçma gel buraya seyyar satıcııı’’ diye bağırmaya başladılar. 5 göbekli ve beyaz saçlı adam tarafından kovalanıyordum. 2. sınıf bir filmin tecavüz sahnelerinde bile bu kadar atraksiyon olmazdı. Hemen kitaplarımı alıp edebiyat tartışmalarının yapıldığı binaya girdim. Nefes nefese kaldıydım. Birden dış kapı aralandı ve bir zabıta kafası içeriye girdi. Tutunamayanlar’ı elime alıp ‘’ Affffet beni Oğuz abiiii’’ diye bağırarak adamın göbeğine bir darbe indirmiştim. Hayati organına yediği darbe onu yere yığmıştı. Merdivenleri hızlıca çıkarak bizim terasa ulaştım sonunda. Kitapları masaya koyarak, Elif Şafak sevenlerin hepsini yanıma çağırdım.  Yanıma geldiklerinde suratlarına tükürmüş biraz da Tutunamayanlar ile tokatladıktan sonra bu kitapları okumalarını söylemiştim…
   Uyandığımda herkes etrafımdaydı. Birisi ferahlamam için Elif Şafak’ın Aşk romanının pembe kapaklısını suratıma doğru firili firili diye sallıyordu. ‘’ Emre iyi misin Emre? Bir an bayıldın…’’ soruları duymazlıktan gelip ‘’ Ayşe ne cevap verdi’’ diye bağırdım. Ayşe bana bakıp ‘’ Cemal Süreya dedim ben ama. Sen iyi misin onu söyle’’ diye sordu. ‘’Çok iyiyim. Çok. Acayip iyiyim.’’ dedim. ‘’ Eee senin cevabın ney?’’ diye sorduklarında ‘’ Umut Sarıkya ‘’ dedim.
   Ayşe’nin yanına gidip ‘’Kahve içelim mi? Cemal Süreya hakkında konuşuruz hem’’ dediydim.  ‘’Türk kahvesi?’’diye sordu. ‘’Tabii. Hem de benim balkonumda. Firil Firil rüzgâr esiyor orada.’’ dediydim ben de.


(siz de yazı/fikir/görsel/liste/deneme göndermek istiyorsanız iletişim bölümüne uğrayınız)
paylaş:

eating out (2004)


Yönetmen: Q. Allan Brocka
Senaryo: Q. Allan Brocka
Oyuncular: Rebekah Kochan, Scott Lunsford, Jim Verraros, Ryan Carnes, Emily Brooke Hands
Tür: Dram, Komedi, Romantik
Yıl: 2004
Süre: 90 dak.
Ülke: ABD
Dil: İngilizce


Hoşlanılan kızın gaylerle olan yakın ilişkisini öğrenip sırf o kıza daha yakın olabilmek için gay olduğunu iddia eden bir gencin, sonrasında gay taklidi yapmaya karar vermesiyle başına gelen belaları konu edinen film, aslında yüksek beklentilerle izlenmediği takdirde keyifli vakit geçirmek için iyi bir tercih olarak gösterilebilir.
Caleb, bahsi geçen erkek, Tiffani adında takıldığı bir kız olmasına rağmen parti esnasında Gwen’i görünce ona yamanmaya çalışsa da başarılı olamaz. Tabii bunda Gwen’in o gece terk edilişin de etkisi yok değil, ardından Caleb’in gay ev arkadaşı Kyle, Gwen’in gaylere karşı olan sempatisini Caleb’e söyleyince akıllarına gay olma planı gelir ve bu şekilde macera başlamış olur. Bunun yanında partide bulunan ve Gwen’in yakın arkadaşı Marc’da ortaya çıkıverir. Marc Caleb’i görünce içinde hareketlenme hisseder, Caleb’in gay olduğunu duyunca da bu hareketlenme giderek artar, bunun yanında Caleb’in ev arkadaşı Kyle da Marc’a aşıktır. İş böyle olunca Caleb nasıl bir oyunun içinde olduğunun farkına varır.

Başlangıcından sonuna kadar güldürmeyi başaran film, en başta dediğimiz gibi beklenti içerisinde olmadan izlenirse keyif verici oluyor ama bundan çok da fazlası yok. Esrarengiz bir konu, aman aman görsel efektler, muhteşem müzikler beklemeyin, hatta sıradan bir film olarak bile nitelendirilebilir ama izlendiğinde vakit kaybı olmadığı rahatlıkla görülebilir.
Bunun yanında Eating Out’un devam filmlerinin de olduğunu söylemek lazım. 
Kadınların en iyi arkadaşları gay erkeklerdir fikrinden doğan bir film, komik ve izlemeye değer. İşin içine aile de karışınca daha da beter oluyor.
İyi seyirler.
paylaş:

bukowski: yalnızlık



Hiç yalnız hissetmedim kendimi.

Bir odada tek başıma kaldım, intiharın eşiğinde. Kendimi çok kötü hissettiğim oldu, ama hiçbir zaman birinin odaya girip kendimi daha iyi hissetmemi sağlayacağını düşünmedim? ya da birkaç kişinin.

Başka bir deyişle, yalnızlık beni hiçbir zaman rahatsız etmemiştir, çünkü yalnız kalmaya doyamam.

Ben kendimi insan dolu bir odada ya da tezahürat yapan seyircilerle dolu bir tribünde en yalnız hissederim.

Ibsen’den bir alıntı yapacağım: “En güçlü insanlar genellikle yalnızdır.” Hiçbir zaman içimden, “şuh bir sarışın içeri girince kendimi daha iyi hissedeceğim,” diye geçirmedim. Hayır, onun hiçbir yararı olmaz. İnsanları bilirsin, “Hey, Cuma akşamı, ne yapacağız? Burda kös kös oturacak mıyız?” Evet, kesinlikle. Çünkü yok dışarıda bir şey.Aptallık sadece.

Aptal insanlarla fingirdeyen aptal insanlar. Geceye koşa koşa çıkmak gibi bir ihtiyaç içinde olmadım hiçbir zaman. Barlarda gizlendim, çünkü fabrikalarda gizlenmek istemiyordum. Hepsi bu. Milyonlarca insan adına özür dilerim, ama ben kendimi hiçbir zaman yalnız hissetmedim. Kendimden hoşnutum.

Bildiğim en iyi eğlence kendimim. Biraz daha şarap içelim!

Interview, Eylül 1987

(EdebiyatHaber aracılığı ile)
paylaş:

en iyi 50 eşcinsel temalı film



TotalFilm’e göre tüm zamanların en görkemli, çığır açan, gay ve lezbiyen filmleri:

50. Shelter (2007)
49. When Night Is Falling (1995)
48. Loose Canons (2010)
47. She-Monkeys (2011)
46. C.R.A.Z.Y. (2005)
45. The Birdcage (1996)
44. Go Fish (1994)
43. L.I.E. (2001)
42. Latter Days (2003)
41. D.E.B.S. (2004)
40. The Hours (2002)
39. Female Trouble (1974)
38. Dog Day Afternoon (1975)
37. All Over Me (1997)
36. Prayers For Bobby (2009)
35. The Celluloid Closet (1995)
34. Mulholland Dr. (2001)
33. The Wedding Banquet (1993)
32. Gods And Monsters (1998)
31. My Summer Of Love (2004)
30. Kissing Jessica Stein (2001)
29. Patrik 1.5 (2008)
28. But I'm A Cheerleader (1999)
27. Your Sister’s Sister (2012)
26. Tomboy (2011)
25. The Colour Purple (1985)
24. Maurice (1987)
23. Transamerica (2005)
22. High Art (1998)
21. Show Me Love (1998)
20. Bent (1997)
19. The Crying Game (1992)
18. The Boys In The Band (1970)
17. Mysterious Skin (2004)
16. The Adventures Of Priscilla, Queen Of The Desert (1994)
15. My Own Private Idaho (1991)
14. Shortbus (2006)
13. Water Lilies (2007)
12. Beautiful Thing (1996)
11. The Kids Are All Right (2010)
10. Philadelphia (1993)
9. Monster (2003)
8. Boys Don’t Cry (1999)
7. Milk (2008)
6. Bound (1996)
5. A Single Man (2009)
4. Weekend (2011)
3. Heavenly Creatures (1994)
2. My Beautiful Laundrette (1985)
1. Brokeback Mountain (2005)
paylaş:

batman: yarasanın evrimi


Sinemadaki kostümlü kahramanlardan akla ilk gelen muhtemelen Batman oluyor, tabii bu şüphesiz ki karakterin izleyiciler tarafından sevilmesinden ötürü. Yaratılışından birkaç sene sonra sinemaya tekrar tekrar taşınması, televizyonda çizgi dizi formatında yayınlanması popülerliğindeki etken ya da bu durumun tam tersi. Yıllar geçtikçe ve Batman bir türlü beyaz perdeye aktarıldığında sevdiğimiz kahramanı canlandıran oyuncular da ister istemez değişiklik gösteriyor. Öyle ki Tim Burton’ın çektiği seride bile kostümün içinde üç farklı aktör performans sergiledi.
Sinemada, şimdiye kadar karakteri canlandıran aktörler ise şu şekilde sıralanıyor:

Lewis Wilson (1943, 15 bölümlük seri, Batman)
Robert Lowery (1946, 15 bölümlük seri, Batman and Robin)
Adam West (1966, TV dizisi üzerine kurulu film, Batman)
Michael Keaton (1989, 1992, Batman, Batman Returns)
Val Kilmer (1995, Batman Forever)
George Clooney (1997, Batman & Robin)
Christian Bale (2005, 2008, 2012, Batan Begins, The Dark Knight, The Dark Knight Rises)

Aşağıda ise 70 yıllık Batman tarihindeki evrimi inceleyebilirsiniz. Görselin orijinal boyutu için tıklayın.


paylaş:

jack kerouac'tan yaşam ve yazmak üzerine



İddialara göre bu liste, Allen Ginsberg’in, ikonlaşan şiiri “Howl”ı yazmadan bir sene önce, North Beach’te kaldığı otel odasının duvarında yazılıymış. Ginsberg,  ismini Kerouac’tan aldığı “Howl ve Diğer Şiirler”in ithafında Kerouac’ın etkisini itiraf etmiş.

Charles Eames’in dediği gibi: “Herkes kendisinden önce gelip kendisini etkileyen kişileri itiraf edecek kadar gerçekçi olmalıdır.”

·         Sabahları her günü önemli bir günmüş gibi düşün.
·         Her şeye açık ol ve her şeyi dinle.
·         Hayatınla barışık ol.
·         Evinin dışında sarhoş olmamaya çalış.
·         Hissettiklerini özgür bırak, kendi biçimini bulacaktır.
·         Karalama defterleri ve özensizce yazılan daktilo sayfaları sevinç kaynağın olsun.
·         Zihninin derinlerindeki sonsuzluktan ne istiyorsan onu yaz.
·         Ne kadar inebiliyorsan, o kadar derine in.
·         Edebi, gramatik ve sentaktik kısıtlamalara takılma.
·         Proust gibi, zamanın eski bir kullanıcısı ol.
·         Anımsayarak ve şaşırarak yaz.
·         Dikkatli bir gözle çalış, dil denizinde yüz.
·         Tecrübenin, dilin, bilginin yüceliğinde utanma ve korku yoktur.
·         Umutsuz, zalim, yalnız karakterleri öv.
·         Merakın merkezi, gözün içindeki gözdür.
·         Kabullenmek daima kaybettirir.
·         Durduğun zaman kelimeleri düşünme fakat resmi daha iyi görmeye çalış.
·         Dünya okusun diye yaz ve resmin bütününü gör.

(EdebiyatHaber ve Brainpickings aracılığı ile)
paylaş: