İyiliğin olduğu yerde kaybettik hep,
iyi hissederek.
Arkamızdan gelenleri fark etmedik hep,
taş dolu yollarda yürüyerek.
Parfüm sıktık hep,
bokun içinde yüzerek.
Otuz iki gün; elindekileri kaybetmek için uzun
süre, bir şeyleri kazanmak için yetmez. Çünkü bu siktiğimin dünyasında kolay
kazanmayı sadece doğuştan şanslılar biliyor. Olmayan adaletin olması
gerektiğinden bahsetmeyeceğim ama sanırım dokunuyor biraz. Dokunuyor derken senin
dokunuşların gibi değil, gerçekten dokunuyor. İçindeki şefkati göstermek için
sokak kedisine şöylece bir parmaklarının ucunu değdirip sonra elini ıslak
mendille silmen gibi değil. Kirli bir dokunuş bu, acıtırcasına, kanatırcasına…
Neyse, dediğim gibi sonbaharın son günleri de akıp gidiyordu. Yan tarafta biraz ötede üstünde çatıdan bozma ufak bit tentesi olan şirin bir okul vardı. Aslında tam olarak okul denemez, ufak ve hareketli çocukların kendilerinden vazgeçirilmeye zorlandığı bir işkence kurumu desem daha doğru bir açıklama olur. Genelde burada başarısız olan çocukları da bizim aramıza gönderirlerdi. Size esas bahsetmek istediğim çocuk James bu okuldan bizim tarafa aktarılanlardan. Kendisi 5 yıl o küçük ve şirin tenteli okuldan başarısız olunca bizim tarafa geçmeye hak kazanmış.
Şimdi sana bunları Norveç'te balıkçıların evine döndüğü bir sahilden yazıyorum çocuk. Beraber uzun zaman geçirdik, nelerden vazgeçtik neleri hak ettik, kimi sevdik kimi kaybettik sen hepsini biliyorsun çocuk. Giderken mutlu olanlar vardır çocuk, geri dönmek uğruna hayatlarını sererler çamurlu yollara. Fakat ne geri dönebilirler nede ileri gidebilirler. Hiçbir sikim de yapamazlar yani anlayacağın.
Uzayan sakallarımın altına sakladığım çenem her hareketinde hüzünlü bir titremeye maruz kalıyordu. Ağzımdan dökülen kelimeleri masalarda unutuyordum. Hayalin ve daha çok hayalin ortasında sıkışıp kendimi izliyordum. Bombalar düşüyordu, düşündüğüm her yere. Yumruk yumruğa boğuşuyordu geçmişim kendisiyle. Koşar adım dolaşıyordum sokakları. Geride bıraktığım ne varsa peşimden geliyordu. Kafamı kaldıramıyor, kaldırmaya çalıştığımda ise gözlerim körleşmişçesine kararıyordu. Kokusunu alıyordum sonbaharın. Burnumun deliklerini yakarak ilerliyordu beynimin bir yerlerine.
Güzel bir akşam yemeği hazırladım kendime. Et sote
yaptım, yanına marketten meze aldım bir de 35'lik. Sadece rakının yanında güzel
besleniyordum. Yalnız içmenin pek tadı
yoktu ama kimseyi istemiyordum yanımda. Rakı sofrasına ikinci sınıf aşk
muhabbetlerinin meze olmasını kabullenemiyordum. İlla bir şey konuşulacaksa daha
ciddi meseleler konuşulmalıydı sofrada. Ülkenin gidişatı, yaşadığımız toplumun
gösteri toplumuna dönüşmesinin nedenleri, okumanın git gide
değersizleştirilmesi, mutluluk, kader, din gibi kavramlar...