Son Gemi ya da Güneşin Arkasından Gelen Kadın

Terk edilen köylerin sonuncusunu gördüm, kalbi kırıkların bütün ayrıntılarını izledim. Yürüdüm, ayazda ve sıcakta. Hiç yemek yemedim, hiç su içmedim. Aklıma gelmedi hiçbir şey. Kendimi bıraktığım bu boşluğun mesafesi ancak günlerle ölçülebiliyordu. Zamanla aynı düzlemde değildik onun büyüklüğünü görebiliyordum yalnızca. 

Yürüdüm, aydınlıkta ve karanlıkta. Hiç terlemedim, hiç korkmadım. Her hikaye bir başka deneyimi içine hapsediyor ve biriktiriyordu. Yürümekten hiç yorulmadım. Bir patika çıktı karşıma, ot bağlamıştı her yanını. Sakince ezdim adımlarımla. Kavakların ve söğüt ağaçlarının arasına bıraktı beni. Direndim, kulağıma dokunan ırmağın sesine yaklaşmayı seçtim. Kuş sesleri, sürüngenlerin yapraklarda bıraktığı ses, ağaçların gümbürtüsü, gökyüzünün ayaklarımın altında bıraktığı izleri duyuyor ve izliyordum. Irmağa geldim, ırmakta bana geldi. Yattığı yataktan korkuyla sıçradı etrafına bakındı. Irmağı sakinleştirdim bir kadının saçlarını okşar gibi okşadım karnını. Irmağın yumuşak karnı her zaman yatışmaya meyilli olurdu, buna güvendim. Kendi eksenim etrafında dönüp ırmağı üzerime sardım. Üzerimde iyi durmadı, bıraktım tekrar yatağına. Çok soru sordu ırmak, kuruyan her yerinin ne yaptığını sordu. Benim neden yanında olduğumu sordu. “Bilemiyorum” diyemedim. Beni erdemli ve bilge sanıyordu. Sorular sorup cevaplar aldıkça, cam gibi parlıyordu içi kristalleşiyordu sanki. Ben ise yalanlar söylüyordum ona, içinin parlaklığı her yalanımda daha da parlıyor ve kendimi o parlaklığa kaptırmamak için zor tutuyordum. Görünenden alınan hazzın doruğu her cümlemde biraz daha yükseliyordu. Korkular ekliyordum anlatıma, heyecanlar ekliyordum, Dünya’nın yalnızlığını ekliyordum. Balıklar bana yaklaşıyordu. Sanki ırmağın kulakları oluyorlardı. Konuşmayı bırakıp soyunmaya başladım. Son sürat uzaklaştı balıklar ve yavaş yavaş ırmağın soğukluğuna bıraktım bedenimi. Kabul etti bedenimi, iyice sardı ve temizledi. Gitmem gerektiğini biliyordu. Yol gösterdi bana, uzakların uzaklarına nasıl gideceğimi anlattı.

Yer ve yön bulmayı hiç öğrenemedim. İhtiyacım olmadığını düşündüm bütün hayatım boyunca, takılırım bir şeyin arkasına götürdüğü yere kadar giderim diye düşünüyordum. Ama yağmur yağıyordu, yolun gösterdiği uzaklığa bir türlü ulaşamıyordum. Arazi engebeli, debdebeli ve içinden çıkılamayacak kadar sertti. Yağmur karanlık bir fırtınaya dönüştü. Ayaklarım gidiyordu, kendimi kaptırdığım bu gerçek beni ürkütmeye başlamıştı.

Çok uzaklardan gördüm şehrin ışıklarını. Tepemde patlayan şimşekler ışık oluyordu. Islanmanın ne demek olduğunu öğreniyordum. Patika yollarda bıraktığım ayak izleri benden sonra o yollara girecek herkesi umutlandıracaktı. Artık bileceklerdi birinin sarp dağları, çağlayanları, patlayan volkanları ve nicesini aşıp geçebileceğini.

Ne geldim ne gittim. Sonsuz bir daire çizdim etrafımda, evime giden yolu kilometrelerce uzattım. Döndüğümde çalacağım ıslığa odaklandım. Ateş yaktım gözlerimin içine, büyüttüm ateşi, harladım. Kanımla besleyip koca bir yangın çıkarttım. Yıllardan beri zaten istiyordum bunu yapmayı, yeşil gözlerimi koca bir yangınla kül edip unutmayı. Burnumda duman, ağzımda yanık tadı vardı. Gözlerimi yakan ateşin ağır ağır içime düştüğünü hissediyordum. Bedenimden pişmiş et kokuları alıyordum.

Şehrin sınırına gelip ilk beton yapıyı gördüğümde arkama baktım. Adım attığım her nokta simsiyahtı. Duman tütüyor, kimi yerlerde ateşler gözüküyor ama etrafa sıçramıyordu. Yalnızca yürüdüğüm yolları yakıyordum. Bunu anladığım zaman korkunç bir keder sardı bedenimi. Sorular, yıldırım gibi düşüyordu beynimin açık ara en kıvrımlı taraflarına. Reddettim cevaplamayı, reddettim bu korkunç senaryoyu.

Her yeri kavlamış, paslanmış bu şehrin gürültüsü ve kekremsi tadı midemi bulandırıyordu. Sesler yükseldi, kulaklarım patlama noktasına geldi ve her şey durdu. Büyük bir gümbürtü koptu ve her yer sular altında kaldı. Denizi içimde ve şehirde gördüm. Bu büyük mavi yok etti bir şehri. Belki de ırmak söyledi, ırmak şehrin yok olmasını istedi. Bir ihtimal ırmak yürümeme engel olmak istedi. Ama duruyordum işte, suların üzerinde durabiliyordum. Bu karanlık mavi içine hapsedememişti bedenimi.

Ateş söndü, aklımın esrikliği dindi. Karanlığın içinden bir yelkenli geçiyordu, şaşkınlıkla bakakaldım. Sanki yolunu biliyordu, gideceği yeri biliyordu. Kıyametin ortasında cesaretle son sürat önümden geçiyordu. Beni de gemiye alır diye düşündüm. Yeni bir Dünya’ya götürür diye düşündüm. Kaptanı gördüm ve bağırdım.

“Hey! Kaptan! Kaptan! Aklımı başımdan alan şu mavi denizin üzerinde kaç yıldır geziyor gemin?”

Bana baktı, mavi gözlerinin içi inançla doluydu. Belki de denizin lanetlediği bir serüvenciydi ya da bir korsan. Fırtınanın ortasında korkusuzca ilerliyordu. Almadı beni gemisine, bende binmek istemedim sonra. Yakışmayacaktım oraya, serüvenci değildim ben. Dedemi hatırladım. “Denize çok bakarsan gözlerin mavi olur, bütün yaşlı kaptanların gözleri mavidir.” demişti. “Peki” demiştim,

“Peki senin gözlerin niye yeşil.”

“Doğaya bakmaktan, dağlara bakmaktan yeşil.”

“Sen de kaptan mısın yoksa dede?”

“Kaptanım tabi ya dümensiz, rotasız, gemisiz bir kaptan.”

Yoksa dedem de mi bu gemiyi ve kaptanını görmüştü. Yeniden bağırdım, bu sefer arkasından.

“Kaptan! Kaptan! Sen dedemi tanıyor musun? O da mı gördü seni?”

Fırtına dindi, yağmur kesildi. Ayaklarımın altında şehir olduğu gibi duruyordu. Sular azalmaya başladı, Gemiyle beraber deniz de ilerliyordu. Gülümsedim. “Kendi denizi olan bir kaptan, gördüm seni.” Dünya’yı gezerken yanında denizini de götürüyordu işte.
Sular gitti, yavaş yavaş indim şehre, bir kıyı bulup oturdum. Güneş doğuyordu, Güneş’in arkasından bir kadın geldi yanıma, ellerimi tuttu önce, yanmış yeşil gözlerime baktı. Ellerimi bırakıp “Biliyorum, çok uzak denilen o yolu yürüdün sen, anlat onlara. Beni sevmenin sende yarattığı iştahsızlığı anlat. Anlat ki bilinen bilinmeyene karışsın.”

Ardından uzaklaştı, benim bir şey söylememe müsaade etmedi. Başladım anlatmaya ve anlattıkça yok olmaya. Eriyordum, anlattıkça suya dönüşüyordum. Durmadım, duramazdım zaten, su olana anlatmaya devam ettim ve karıştım denize, balıklara, daha derinlere, batan gemilere. Yola düşene ırmak olurdum belki bir gün ya da kaptanın denizine karışır hacim katardım büyük bir güçle ayakta tutardım gemisini, gidilecek yer kalmayıncaya kadar.  

*İlgili görsel Zeycan Alkış'ın güzel ellerinden meydana gelmiştir. Diğer çalışmaları için  http://www.zeycanalkis.com
paylaş:

0 YORUM:

Yorum Gönder