remember me (2010)

Yönetmen: Allen Coulter
Senaryo: Will Fetters
Oyuncular: Robert Pattinson, Emilie de Ravin, Caitlyn Rund
Tür: Dram | Romantik
Yıl: 2010
Süre: 113 dak.
Ülke: ABD
Dil: İngilizce, Çince
Remember Me (2010) on IMDb

Remember Me, genel hatlarıyla unutmak üzerine bir film fakat anlatmak istediği bir konu varsa şayet bunu tam olarak gerçekleştirememiş diyebilirim. Konu itibari ile ise -ki konu varsa filmde- henüz 11 yaşındayken annesiyle birlikte gittiği metro istasyonunda yaşanan talihsizlikle annesinin ölümüne şahit olan ve bu vakitten sonra babası ile yaşayan Ally ile abisinin ölümünden sorumlu tuttuğu, ilgisiz, tek odak noktası işi olan bir babaya sahip Tyler arasındaki ilişki işleniyor. İki genç zamanında derin kayıplar vererek yaşamları alt-üst olmuş, acılarını içine atıp kendi yalnızlıklarını sürdürüyorlar.
Tanışmaları ise ne olmasını istiyorlardı da ne hale geldi denilecek düzeyde, Tyler karakteri sokak kavgasında mağdur tarafı kollarken Ally’nin polis babası tarafından suçsuz yere tartaklanır ve gece hapsine tabi tutulur. Bunun acısını kızından çıkarmak gibi bir amaç edindiği izlenimi veren Tyler, Ally ile tanışır fakat bu iki genç birbirlerine aşık olur.
Ally, zamanında yaşanan korkunç olaydan sonra aşırı korumacı bir babanın gözetiminde büyütülen bir bireyken, Ally’nin aksine Tyler, hiçbir şekilde çok da ilgi gösterdiği söylenemeyen bir ailede yetişir ve tavırları kendisinin sahip olmadığı bir kişiymiş gibi yaşar. Onun ailesinde korumaya çalıştığı tek kişi kız kardeşidir ve sanıyorum filmdeki en iyi oyuncu bu küçük kız.

Aralarındaki ilişkinin çıkmazlığından tutun da bireylerin kendi başlarına olan yaşam tarzlarına ya da iki ailedeki büyüklerin evlatlar üzerindeki ilgilerine kadar türlü konuları odak noktası olarak seçen film gelgitler üzerinde ne yapacağını bilemeyen bir tavır sergiliyor gibi ilerliyor.
Bu dakikaya kadar geçen dakikalarda zaten kendisine asıl bir konu seçemeyen film sonlara yaklaştıkça 11 Eylül vakasına da göz kırpmaya başladığında iyice dağılıyor ve sanki konuyu bir yere bağlayabilme çabası güdüyor. Yaşanan travmalara düz, yalın hatta ifadesiz bir şekilde bakan film, aslında derinlik katılsa iyi bir ürün olma yolunda ilerleyecekken iyice kötüleşiyor ve finale ulaşıyor.
Filmi izlerken yakın arkadaşımın “aa çocuk intihar mı etmiş?” sorusuyla gerilen bünyenin karanlık sinema salonunda kahkaha patlatmasıyla da son nokta koyuluyor. Demek istediğim bu güzel ama bir o kadar da komik anı haricinde filmin bende bıraktığı hiçbir iyi yanı yok. Tabii zevkler görecelidir demek de olaydan sıyrılmanın en kolay tarafı.
Fragmanı buradan izleyebilirsiniz.
paylaş:

perfume: the story of murderer (2006)


Yönetmen: Tom Tykwer
Senaryo: Tom Tykwer, Patrick Süskind (roman), Andrew Birkin, Bernd Eichinger
Oyuncular: Ben Whishaw, Alan Rickman, Rachel Hurd-Wood, Dustin Hoffman
Tür: Dram | Fantastik
Yıl: 2006
Süre: 147 dak.
Ülke: Almanya, Fransa, İspanya, ABD
Dil: İngilizce

Perfume: The Story of a Murderer (2006) on IMDb

Patrick Süskind’in aynı adlı eserinden sinemaya uyarlanan film, 18. yüzyılda Fransa’nın kokuşmuş sokaklarında balıkçı tezgahının altında doğum yapıp iğrenç bıçakla göbek bağı kesilen ve annesinin bu tutumu karşısında trajikomik bir şekilde idam edilmesiyle kimsesiz kalan Grenouille’in hayat hikayesini anlatıyor. Daha doğduğu ilk andan itibaren koku alma duyusu normal insanlardan çok farklı şekilde çalışan Grenouille, açlık sefalet ve lağım kokuları eşliğinde yetimhanede büyüdükten sonra şehrin büyük tabakhanesinin başındaki adama çalışması için satılır. Daha küçüklüğünden beri diğer çocuklardan farklı olduğu anlaşılır ve sürekli yalnız yaşamayı seçer. Kokuların ona hissettirdikleri ise dünyevi hiçbir varlığın hissettiremeyeceği düzeydedir. Üstelik kokuların onun için birbirlerinden çok da farkı yoktur. Normal insanoğlunun güzel ve kötü olarak algıladığı tüm kokular onun için sadece “koku”dur ve tümünün hangi kaynaktan geldiğinin önemi yoktur. Bunun yanında tüm kokuları çok uzakta olsalar bile ayırt edebilir.

Bir gün önünden geçen kızıl saçlı kız “güzel koku”nun ne demek olduğunu ona gösterir. Kızın kokusunu alır almaz baş döndürücü bir sarhoşluğa bürünen Grenouille, kızı takip ederek güçlü kokunun hiç bitmemesini ister. Kıza daha yakın olmak, kokusunu içine olabildiğince çekmek isteyerek olabildiğince yaklaşır, bundan dolayı kız tedirgin olur ve çığlık atmaya başlar. Kızın çığlığıyla afallayan Grenouille bir anda kızı susturmak ister ve kızın ağzını olabildiğince sert, kendinden geçmiş şekilde kapatır. Kokusuyla sarhoş olduğu kızın cansız bedeni kollarında kendisini serbest bıraktığında ise kokuya sahip olacağını düşünür. Tabii beden giderek soğumaya başlayıp ölüm kokusu her tarafı sardığında Grenouille, ona güçlü ve güzel kokunun ne demek olduğunu gösteren bu kokunun nasıl saklanabileceği konusunu aklına getirir ve bunun üzerinde çalışmaya başlar.
Bakire, genç, güzel kızlardan yayılan bu kokulara sonsuza dek sahip olabilmek için uğraşmaya başlar. Bunun için parfüm sektörünün ileri gelenlerinden Giuseppe Baldini’nin yanına çırak olarak girer.

Kitaptaki koku tasvirlerinin sinemaya nasıl aktarılabileceği açıkçası muamma olarak görülse de okurken alınan hazzın filmi izlerken duyulana neredeyse bire bir yakınlıkta bir başarıyla aktarılması filmi iyi kılan özelliklerinden biri. Tabii kitaptaki bazı yerlerin değiştirilmiş bazılarının ise filme hiç yansıtılmamış olması yazılı ürün ile görsel sanatın arasındaki farkı ortaya kokuyor olsa gerek diyerek susabiliriz. Bunun yanında Tom Tykwer, ana karakterin bütün psikopatlığını, hastalıklı ruhunu, olayın geçtiği zamandaki yerlerin tüm iğrençliğini, insanların olaylara bakış açılarını olabildiğince gerçekçi düzeyde göstermiş olması da yine filmi iyi yere getiren diğer ayrıntısı.
Müzikleri ve görsel şöleniyle koku hissinin neredeyse tümüyle verilebileceğini de görmüş oluyoruz filmi izlerken. Ana karakterin anlaşılmaz karakterinde kendimizi bulmamamız ve havaya salınan kokularla sarhoş olduğumuzu görmek de ortaya koyulan işin başarısından olsa gerek.  
Fragmanı buradan izleyebilirsiniz.
paylaş:

Zihin Okuma Sanatı

   
Herkesin başına gelmiştir; 2-3 yıl önceki olayı hatırlarsın, karşındaki bir şey demiştir sen de ne ima ettiğini anlamayıp mal bir cevap vermişsindir. Annemgil evde yok gel kahve içeriz demiştir kız sen de kabız gibi kahve sevmiyom ben eve gitcem demişsindir de 3 yıl sonra " lan ya ne kadar salakmışım kafama sıçayım " demişsindir.
   Hatta hiç unutmam sene 2009 hoşlandığım, flörtleştiğim bir kız var. Hasta oluyor ben buna ilaç milaç götürüyorum felan. Kız gece mesaj attı
- Ya sen bana çok ilgi gösteriyorsun neden :)
--Sana çok değer veriyorum
- iyi de neden işte :)
--Ben sevdiklerime değer veririm :d
- Sen beni seviyor musun ki?
   Normal bir insan evladı ne der? Evet çok seviyorum hem de der, işi bitirir demi. Bak ben ne dedim?
--Seviyorum TABİ
  Lan amına koduğumun salağı. Neyse kendime sövmeyeyim durduk yere.
  İşte o an anlayabilseydim ne demek istediğini neyi ima ettiğini şimdi telefonuma gelen tek mesaj " gelirken patates al la götelek " olmazdı.
  Sonra insanların söyledikleri şeyleri neden söyledikleri üzerine kafa yorarak kendi zihin okuma yöntemimi geliştirdim. Denedim işe yarıyor.
  Şimdi efendim çok kolay bir yöntem bu. Yapmanız gereken tek şey gözlem ve tümevarım yöntemini birleştirmek. Örneklerle anlatayım
  Ben ehliyet sınavından trafikten kaldığım için baya taşak konusu olmuştum mal mısın felan diyorlardı bana.
  Bu muhabbetlerden bir kaç gün sonra arkadaşım ve onun arkadaşıyla yemek yiyoruz. Bi muhabbet oldu, sonunda malım galiba diyip bitirdim muhabbeti. Sonra arkadaşın arkadaşı " senin ehliyet ne oldu ya " dedi.
  Bu adam bu lafı niye dedi? Düşünelim. Biz ehliyet konusunda konuştuk önceden benim mal olduğum söylendi. Yani adamın zihninde şu düşünce var " bu mal ehliyet sınavından kalmıştı " ve bilinçli veya bilinçsiz olarak bu soruyu soruyor. Ve siz o adamın zihninde bunun olduğunu anlıyorsunuz. Bir örnek daha verelim
  Bir arkadaşımla oturuyorum ve o an bileklerime baktığını fark ediyorum. - bileklerim çok ince - yine kısa bir süre sonra arkadaşım başka bir arkadaşının diyet yaptığından bahsediyor. Yani zihninde " bilekleri ne kadar ince çok zayıf bu çocuk " düşüncesi geziyor. Bir örnek daha verecek olursak
  Hoşlandığım bir kızla okul öncesi alışverişe gidiyorum. Sonra yemek yerken diyor ki  " ayşe(arkadaşı) de ahmetle(arkadaşının sevgilisi) yapmış alışverişi " yani diyor ki " biz sevgili miyiz neyiz? sevgililer gider alışverişe beraber " 
  Bu şekilde gözlemlere bağlı tümevararak ulaşacağınız varsayımsal verileri kullanıp kişinin zihninde oluşan düşünceyi büyük bir doğruluk yüzdesiyle görebiliyoruz. Son bir örnek vereyim
  Zamanında hacettepesözlük sitesinde radyo programı yapıyordum. Laf hacettepe sözlükten açılıyor.
  Diyorum ki " hacettepe sözlük de ne kadar güzeldi lan " arkadaşım de katılıyor fikrime. Bir süre sonra last fm ile ilgili bişey soruyor. Şimdi last fm radyo sitesi benim de hacettepe sözlükte radyo programım vardı. Yani o adam ben hacettepe sözlükte bahsettiğim anda benim orda radyo programı yaptığımı düşündü büyük ihtimalle. Noktaları birleştirerek vardığım sonuç bu oluyor.
  Deneyin, memnun kalmazsanız paranız 30 gün içinde iade edilecek. Ürünlerimiz stoklarla sınırlı olup... 

  Deneyin, kendiniz göreceksiniz işe yaradığını. Yaramazsa da yaramasın napayım öleyim mi bunu mu istiyorsunuz?
  Nacizane bestemdir kendisi dinlerseniz çok güzel olur. öperim.
http://soundcloud.com/vakamijin/fucking-november-1
  Not : yöntemi deneyip işe yaradığını görenlerden feedback alırsak güzel olur. Denedim %100 çalışıyor tarzı bir yorum görürsem gidip Tübitaktan patentini alırım. Saygılar.
paylaş:

moon (2009)

Yönetmen: Duncan Jones
Senaryo: Duncan Jones (öykü), Nathan Parker
Oyuncular: Sam Rockwell, Kevin Spacey (ses)
Tür: Dram | Bilim-kurgu
Yıl: 2009
Süre: 97 dak.
Ülke: Birleşik Krallık
Dil: İngilizce
Moon (2009) on IMDb

Sam Bell adındaki astronot, yakın bir gelecekte dünyanın enerji ihtiyacını gidermek için kullanılan Helium-3 adındaki maddeyi çıkarmak için üç yıllığına, bu maddenin bolca bulunduğu Ay’a gönderilir. Bu süre zarfında Sam’e arkadaşlık edecek, çoğunlukla onun derdini dinleyecek, bulunduğu ruh haline göre ona yol göstermeye çalışacak tek varlık ise onunla birlikte gemide bulunan Gerty isimli robot. Koskocaman boşlukta küçük bir bedenin istediği zaman evine dönememesi gibi zorlu bir süreci anlatan film, dar bir yere sıkışma hissinden çok farklı bir boyutta yalnızlığı anlatıyor aslında. Sam, içinde bulunduğu ruhsal durumu bir nevi duvara çizdiği suratlar ile bizlere aktarırken Kevin Spacey’in sesini dinlediğimiz Gerty ise bu durum karşısında belirli yüz ifadelerine bürünüyor.
Bir süre sonra gemide gerçekleşen aksaklık nedeniyle dünya ile kurulan iletişimde sıkıntılar çıkınca karısıyla olan bağı giderek azalıyor Sam’in. Görüntülü konuşmak artık bir hayal oluyor ve onun bu esnada kendini avutma yönteminde hammadde önceden kaydedilen konuşmalar oluyor. Uzun bir süre sonra da bedeni ve ruhu bu sıkıntılara dayanamayıp reaksiyon vermeye başlıyor. Delirme aşamasına yavaş yavaş gelirken sanrılar görmeye başlıyor, baş ağrıları çekiyor ve burun kanaması geçiriyor.

Yine bu sanrıların sürdüğü bir zamanda Helium-3 toplama aşamasında aracını çarpıyor ve bilincini yitiriyor. Bir süre sonra merkezde kendine geldiğinde kendisinin üç yıl önceki haliyle karşılaşıyor. Ortada bir klonlanma mevzusunun olduğu ise bu dakikalarda tümüyle fark ediliyor. Bundan sonraki vakitte ise Sam ve kolonunun aralarındaki ilişki ve durumu kotarma çabalarını izliyoruz.
Çok da mesaj verme kaygısı gütmeyen Moon, diğer bilim-kurgu filmlerinden farklı. Neticede ortada yoğun bir aksiyon olmasını beklerken olabildiğince sessiz ve kendi halimde ilerliyor kendisi. Gerty’i saymazsak ortada sadece bir karakterin olması da aslında zoru başarmak gibi bir şey. Tek başına sahnelenen bir tiyatroda oyunculuğun ne kadar iyi olduğunu söylemeye de gerek yok. Ama sizin istediğiniz alışılagelmiş bir uzay filmi ise bu film hiç de size göre değil.
Söylemek çok da gerekli midir bilmiyorum ama filmin yönetmeni David Bowie’nin oğlu Duncan Jones ve film yönetmenin ilk uzun metrajlı filmi. Moon, BAFTA film ödülü sahibi aynı zamanda katıldığı film festivallerinden de ödüllerle dönen bir başarıya sahip.
Fragmanı buradan izleyebilirsiniz.
paylaş:

district 9 (2009)

Yönetmen: Neill Blomkamp
Senaryo: Neill Blomkamp, Terri Tatchell
Oyuncular: Sharlto Copley, David James, Jason Cope
Tür: Aksiyon | Bilim-kurgu | Gerilim
Yıl: 2009
Süre: 112 dak.
Ülke: ABD, Yeni Zelanda, Kanada, Güney Afrika
Dil: İngilizce, Güney Afrika lisanları
District 9 (2009) on IMDb

Yaşadığı sorun yüzünden dünyaya zorunlu iniş yapan dev uzay gemisi Johannesburg şehrinin tam üzerine yerleşir ve havada aslı bir şekilde kalır. İçerisindeki yüz binlerce uzaylı bir süre sonra bu bölgede yaşamaya mahkum edilir ve District 9 denilen çöplük benzeri yerde gecekondudan bozma sığınaklarda yaşamlarını sürdürürler. Çöpten bulduklarıyla, lastik, çiğ et ve kedi maması benzeri ürünlerle beslenerek, iğrenç bir şekilde günlerini geçirirler ve evlerine dönme umutlarıyla dev gemilerinin onarılmasının hayalini kurarlar.
Bu uzaylı halk karidese benzediklerinden insanlar tarafından prawn adını almışlar, aradan geçen yıllarla birlikte eve dönme umutlarını iyice yitirmişler ve zamanla bölgedeki suç oranları da artmıştır. Toplam uzaylı nüfusu ise 1.8 milyon dolaylarındadır. Hal böyle olunca bu uzaylı topluluğunun idaresini üstlenen şirketin aldığı kararla bölgenin boşaltılmasına uzaylıların ise yerin altına gönderilmesine karar verilmiştir. Tahliye işiyle görevlendirilmiş kişi District 9 denilen bu bölgeye geldiğinde olaylar tahmin edildiğinden farklı yönde ilerler ve yaşananlar sonucu bu baştaki kişi sığınakların birinde metal bir kutu bulur. Kutuyu açmasıyla Wikus denilen bu görevlinin hayatı tümden değişir. Yavaş yavaş bünyesi ve metabolizması kendi iflasını gösterir ve ortaya insandan prawn'a dönüşen bir yaratık çıkar.

District 9, şimdiye kadar çekilmiş en gerçekçi/inanılır uzaylı filmi bana göre. Diğer filmlerden bu filmi farklı kılan bazı konularda mevcut. Diğer uzaylı filmlerinde yer alan genel konu itibari ile dünyaya uzaylılar ayak bastığında ne olur, bize ne yaparlar sorularından çok bu filmde durum karşısında insanlar uzaylılara ne yapar sorusu irdelenmiş. Bunun yanında içerik olarak sosyal mesajların da verildiği gözden kaçmamalı. Güney Amerika’da çekilen filmde bir nevi baskın çoğunluğun azınlıktaki güçsüzlerin hakimiyeti kendi ellerine alıp onlar üzerinde nasıl da yaptırımlar uygulayabildiğini gözler önüne seriyor film. Bunun yanında şu anki Afrika’da halkın yaşam tarzıyla filmdeki uzaylıların yaşamı arasında çok da fark görülmüyor. Ayrıca filmin içeriğinde kendi halkının yaptığı yanlışları görmek için diğerlerinden olmanın verdiği yabancılaşma/ötekileşme olgusu da olabildiğince iyi işlenmiş.
Sonu itibari ile akılda devam filmi ilerleyen yıllarda gelir mi sorusu kalıyor ama kendi haliyle bile son yıllardaki en azından kendi türünde eşi benzeri bulunmayan bir film District 9.
Fragmanı buradan izleyebilirsiniz.
paylaş:

a single man (2009)

Yönetmen: Tom Ford
Senaryo: Christopher Isherwood (roman), Tom Ford
Oyuncular: Colin Firth, Julianne Moore, Matthew Goode
Tür: Dram
Yıl: 2009
Süre: 99 dak.
Ülke: ABD
Dil: İngilizce

Eşcinsel bir yaşam süren edebiyat profesörü George, on altı yıllık sevgilisi Jim’i trafik kazasında kaybettikten sonra büyük ölçüde hasara uğrar ve o dönemin verdiği baskıdan dolayı yasını açık bir şekilde yaşayamaz. Bir süre sonra hayata onu bağlayacak bir varlık göremeyince intihar etmeye karar verir. Filmde George ile tanıştığımız dakikalar da bu vakte tekabül eder. Yaşamındaki düzenlilik intihar noktasına gelen bir adamın halini bozmamış, kendin tümüyle kaybetmektense giderken geride bıraktıklarının yaşayacağı şoka karşın o tüm hazırlıklarını yerine büyük bir ustalıkla ve soğukkanlılıkla getirmiştir. Onu öldürecek olan silah için kurşununu hazır etmiş, gerekli tüm evrakları masanın üzerine dizmiş, sevdikleri insanlar için son sözlerini yazmış, bankadaki kasasını boşaltmış, kıyafetlerini giymiş; planı hazırdır. Üniversiteye son dersini vermek için gider, dönüşte tüm bu hazırlıklarının devamını gerçekleştirecek ve içinde yaşadığı ızdıraba son verecektir. Tabii bu düşündükleri, en iyi arkadaşı/eski sevgilisi Charley ve okulda dersini alan genç çocuk Kenny, tüm bu hayallerinin rayından çıkmasına sebep olacaktır.

A Single Man, eşcinsel temalı filmler arasında izlenmesi gerekenlerin ilk sıralarında yer alıyor bana göre, gerek oyunculuk, gerek görüntü, gerekse konu itibari ile dolu dolu bir film kendisi. Bunun yanında filmin yönetmeni Tom Ford’un moda tasarımcısı olduğu düşünülürse kişilerin olağanın üzerinde uyumluluğu, sahnelerde kullanılan her bir eşyanın görsel açıdan muazzamlığı daha rahat tahmin edilebilir. Yönetmenin yarattığı bu sahneler sanki gerçeğin biraz dışında kalan güzellikte, geriye dönüşler ve şu anki zamana bağlanan dakikalardaki renk konsantrasyonları bir o kadar çekici düzeyde. Kostüm seçimleri konusunda pek bir şey dememe gerek yok sanırım. Bunun yanına bir de Colin Firth’ün oyunculuğu da eklenince filmin bir anda birden fazla basamak atlıyor.
Görüntü yönetmeni Eduard Grau ve o hoş müzikleri bu muhteşem görüntülerle birleştiren Abel Korzeniowski’yi de unutmamak gerek. Olabildiğince iyi işler ortaya koymuşlar.
Genel itibari ile tek başına oyunculuğuyla Firth’ün filmi götürmesi kaçınılmaz, tabii diğer oyuncuların yetenekleri de göz önünde.
Sonuç olarak A Single Man, genel eşcinsel temalı filmlerin steril halini anlatıyor diyebiliriz. Bir erkeğin sevdiği insanı kaybetmesinden sonra yaşadığı duyguların, dış dünyaya olan bağlılığını yavaş yavaş kaybetmesi ve sona doğru yaklaşırken hissettiklerini gösteren iyi bir film.
Fragmanı buradan izleyebilirsiniz.
paylaş:

Türkiyede Cinsellik


  Türkiyede cinsellik hakkında yorum yapabilmek için öncelikle halkın içinden insanlarla röportaj yapmak gerektiğini düşünüp Ayça'yı aradım, sağolsun kabul etti. Kendisini seçme sebebim ortalama bir güzellikte olması ve türk kızlarını temsil etmesi. 1.63 boyunda, esmer, siyah saçlı normal bir kız Ayça.
  Ayçayla röportaj yapacağımız bara geliyoruz. Kendi evinde görüşmek istemedi. Evime çağırdım onu da istemedi. Topluma açık bi yerde röportaj yapmak istediğini söyledi. Neyi ima ediyor anlamadım doğrusu.
Hoşgeldin ayça nasılsın?
üff snne be slk
(gülüşmeler)
İyiyim mert sen nasılsın?
Ben de iyiyim teşekkür ederim. Ayçalar genelde sarışın olur aslında ama...
(gülüyor) Ben senin bildiğin ayçalara benzemem
(gülüşmeler)
Anlat nedir seni diğer sarışın ayçalardan farklı kılan?
Bir kere sevişmesini bilirim (gülüyor)
(Bu işin ucu bir yere gidiyor ama bakalım)
Görmeden inanmam
Gösteririm(gülüyor)
İyi sana gidelim o zaman
Sapık mısın sen be? iki yüz verdik götün kalktı. Hepiniz böylesiniz işte. Aklınız fikriniz 15 cmden büyük olmayan organınızda
Ama sen... şimdi... öyle diyince...
Tamam sus kalkıyorum ben
(hesabı kitledi)
  Ayçayla röportajımız pek iyi gitmedi. Neyse önce erkekle röportaj yapayım kıza bakarız.
  Süleyman 1.74 boyunda esmer, kirli sakallı, saçları jöleli ve üste doğru taranmış bir türk erkeği. 10 tane türk erkeğini yanına getirin hangisi olduğunu seçemezsiniz o derece normal. Onunla onun evinde buluşuyoruz.
Merhaba süleyman nasılsın?
İyiyim abi sen nasılsın?
İyi ya koşuşturuyoruz
Kola koyayım mı?
Kaç günlük?
Yeni abi 2 günlük daha
Koyma boşver. başlayalım artık. Anlat bakalım ne sorunların var cinsellikle ilgili?
Sorma abi. Porno kalmadı artık güzel ya. Hep aynı ya. Forumlara konulu yazıyorum çıkmıyor, aynı adamlar aynı kadınlar, aynı sahne. Anlatayım istersen önce saks..
Anlatma hayvan, bu mu lan cinsellik? Türk kızlarından ne çekiyorsun?
Nasıl ne çekiyorsun? Neye çekiyorsun mu demek istiyon? Valla abi ne görürsem işte bacak, göğ..
Kardeşim yok mu kız arkadaşın? Hoşlandığın biri veya? 
(cevap veremedi)
Neyse sen kola koy. Bi sigara yakıyom içiliyo demi burda.
İçiliyo abi rahat ol sen.
    Süleymanla da röportajımız umudğum gibi gitmedi. Yılmayacağım ama. Hasretle röportaj ayarladım. Hasret 1.80 boyunda, sarışın, mavi gözlü, güzel bir kız.
Hoşgeldin hasret nasılsın?
İyiyim mert sen nasılsın?
Ben de iyiyim
(kız acayip güzel)
Ne güzel
....
(çok güzel yeminle)
ee sormayacak mısın bişey?
...
(of eğildi az önce kendimi tutamayacağımdan korkuyorum)
Mert?
Çof çisal
Ne?
Buşka suman düvüm ödlüvüm
Neden böyle oluyor diye düşünürken karşıma Ayşe çıktı. Ayşe 1.70 boyunda esmer, ela gözlü güzelce bir kız.
Merhaba ayşe nasılsn?
İyiyim sen nasılsın?
Ben de iyiym. Evet; bir kız olarak ne düşünüyorsun türkiyede cinsellik hakkında?
Türk erkeği dünyada en çok cinsel boşluk içine düşen erkek. Türkiye doğu ile batı arasında bir köprü diyorlar ya, aslında türkiye doğu ile batı arasına sıkışmış, her geçen gün ezilmekte olan bir ülke. Gelişmemiş ülkelerde erkekler daha 20 yaşlarına gelmeden evlendiriliyorlar. Cinsel açlıkları zirveye ulaşmadan evlenmiş oluyorlar. Gelişmiş ülkelerde ise cinsellik ve seks bir tabu değil rahatlar. O yüzden erkekler yine cinsel açlık çekmiyorlar. Türkiyede ise durum çok farklı. Erkekler özellikle internet aracılığı ile cinselliği öğreniyorlar. Ve istek duyuyorlar. Kızların geneli ise " sekse tabu olarak bakmak " ile " bakireliğinden utanmak " arasında bir çizgide sallanıyorlar. Onların bu kararsızlıkları erkekleri değiştiriyor. Kızların kendi kendilerine bu çizgiyi aşıp hazır olunca cinsel ilişkiye girmesini beklemek yerine onları zorluyorlar. Eve film izlemeye çağırıp soymaya çalışmalar, elini sırtına atıp aşağıya inmeler, zorla öpmeye çalışmalar felan... Reizllik anlayacağın. Seks övünülecek bir kavram haline geldi. Seks yapmış olmaya milli olmak denilecek kadar benimsemişiz düşünsene. Erkeklerin bu zorlamaları ve seks için neredeyse ölecek olmaları kızların karakterini de değiştiriyor. Daha karakteri oturmamış kızlar öncelerde görmediği ilgiyi seks gibi bir olguyla kat kat elde edebileceğini görünce bunu kullanmak istiyor. Bunu kullanarak erkeklere hükmetmeye çalışıyor. Böylece bir döngüye giriliyor. Durumu kısaca özetlersek bu.
Çok güzel açıkladın aynen ben de öyle düşünüyorum. Peki senin başına gelen olaylar var mı? Anlatabilir misin?
Var tabi ya olmaz mı? Mesela toplu taşıma araçlarına binmekten nefret ediyorum artık. Kalabalığı fırsat bilen bazı erkekler ufacık bir temas için ne hallere düşüyorlar görmelisin. Öyle rahatsız oluyorum ki anlatamam. Düşünsene köşeye sıkışmış durumda aranda en fazla 10 cm olan bir adamla yarım saat gitmeyi ya da sürekli arkanda dönen bir hareketliliği. Rahatsız olduğumu belli eden hareketler yapsam da, sinirli bakışlar atsam da fayda etmiyor bazen. Bu da beni bir ikileme sürüklüyor. Ya bağırıp rezil edeceğim ki o zaman adım şirrete çıkacak ya da katlanacağım ki o zaman da " istiyor belli " olacak.
Bağır ya akıllanır bi daha yapmaz.
Artık öyle yapacağım yani yeter.
Peki hiç çıkma teklif eden felan olmuyor mu?
Olmaz mı ya. Facebooktan mesaj atıyorlar bazen. Çok güzelsin benimle çıkar mısın diyor. Neyin kafasını yaşıyor anlamıyorum. Bir de reddettikten sonra çirkefleşme var türk erkeğinde. Başta iltifatlar eden o romantik adam gidiyor, yerine " zaten dalga geçiyordum önce bi tipine bak " diyen bir adam geliyor. Bu gerçekten sosyolojik olarak incelenmeli. Böyle mi kurtarıyor onurunu anlamıyorum gerçekten ya. profilimi ve mesajlarımı kapatmadan önce günde 3 arkadaşlık isteği 2 mesaj geliyordu ortalama ya inanabiliyor musun? Zor yani türkiyede kadın olmak.
Peki çok teşekkür ediyorum Ayşe. 
Ben teşekkür ediyorum böyle bi konu hakkında yazı yazdığın için inşallah bi çözüm bulunabilir.
    Sonunda güzel bir röportaj yaptım. Diğer röportajım Melihle. Melih 1.82 boyunda, esmer, uzun saçlı, ela gözlü bir adam.
Merhaba Melih nasılsın?
İyiyim sen nasılsın?
Zaman kaybetmeden sorayım. Nedir abi bu kızlardan çektiğimiz?
(gülüşmeler)
Şimdi Mert, Türkiyede artık karşı cinsle olan doğal münasebet hali alkışla karşılanacak bir başarıya dönüştü. Sevgilisi olmak, hergün başka bir kadınla olmak toplumda kabul görebilmenin anahtarı haline geldi. kabul göremeyenler ise çareyi her gördüğü kıza asılmakta, hayatını kızların çevresine kurmakta buldu. Bu yanlış çok yanlış. Karakter gelişmesi diye bir şey yok. E bu adam her gördüğü kıza asılıyor. Bunun gibi binlerce adamın her gördüğü kıza asıldığını düşün. Kızlar haliyle egomanyak oluyor. Kendilerini olduklarından daha yüce görüyorlar. Erkekleri kendisinden daha aşağıda görüyorlar. Şahit olmuşsundur. Sevgilisiyle kavga eden kız diğer kız arkadaşından yardım istediğinde bırak burnu sürtülsün der kız haksız olsa bile. Yani bu aslında nasıl bir bokun içinde olduğumuzu gösteriyor. Burnu sürtülsün. Biraz burnu sürtülsün ki akıllansın, sözünden çıkmasın.
Aynısını sen yapsan 2 ay trip yersin
Aynen aga. Bir de şöyle birşey var. Erkekler için bahsettik bu sevgili bulma, seks yapma olayından ama kızlar için durum daha vahim. Erkekler sevgilisi olmayan veya hala bakir olan arkadaşlarına şakayla karışık " elizabeth " esprileri yaparlar. Ama kızlarda gerçekten bir dışlama söz konusu. Sevgilisi olmayan kız bazı ortamlara çağırılmaz. Bazı muhabbetlere dahil edilmez. Gerçekten bak. Arkasından konuşulur, dedikodular uydurulur. E bu kız ne yapacak? Az önce bahsettiğim herkese yazan adamı belli bir mesafede tutarak kenarda bekletecek. Bi süre bekleyecek daha iyisi çıkmazsa onunla olacak. Çıkarsa veya bu bekleyen beklemek istemezse ne olacak? O zaman kız adamı oyalanmış olacak ama oğlan saf durumuna düşecek. Ve bu adam bir daha kadınlara güvenmeyecek. Bir kızla flört ederken, beni oyalalıyor olabilir diyerek o da başka bir kızı bekletecek.
Türkiyedeki cinsel çarpıklığın nedeni aslında bu. Güvensizlik.
Hal böyle olunca da tabi ilişkiler kısa süreli ve bu kısa sürede istedğini almaya dayalı olacak. Erkek her fırsatta kıza seksi ima ederken kız da her fırsatta erkeği kendine bağlamaya çalışacak.
Bu yanlış. Çok yanlış.
Çok mükemmel röportajdı teşekkür ediyorum Melih.

Ben teşekkür ederim.
    Gerçekten başta çile çektim ama gerçekten değdi. Ben bu Ayşe'ye yazılırım yalnız hacım. Ya da Ayçadan özür dileyeyim en iyisi. O da fena değildi gider yani.
paylaş:

kısa kısa #6



-Kedi seven bir sürü insan var, kediler de sevilmeyecek hayvanlar değil hani gerçi sevmeyen çok kişi tanıyorum. Facebook, twitter gibi sosyal ortamlarda paylaşılan fotoğraflarda da bolca yer alıyor kediler. Kitapların üstünde, kahve fincanının yanında vs. Kedilerle uğraşmak da insanlara mutluluk veriyor, yapılan işlerde hammadde olarak bile kullanılabiliyorlar. Örneğin şurada bir site mevcut. Kedi severler için hoş bir paylaşım olacağını düşündüm. Sağ taraftaki çizgili kısmı sağ tuş ile tutup yavaşça sola doğru sürükleyin. Muhtemelen beğeneceksiniz. Yavaşça sürükleyin ama.

-Sanat her alanda mevcut, sinemada, sokakta, yatak odasında ve mutfakta. Ünlü ressamlardan biri olan Van Gogh’u keşfetmek için en azından Ankara’da bulunanların hala şansları var. Yıl sonuna kadar Van Gogh Alive sergisi devam ediyor. Gidin görün. Van Gogh’un ürettiği eserler öyle harika ki yeniden düzenlenip farklı yerlerde farklı şekillerde kullanılması bile heyecan verici. Bazen de ağız sulandırıyor.

-Kızarttığınız ekmeğin üzerine bir şeyler yazmanıza olanak veren kızarma makineleri mevcut, en azından tasarlanmış. Hatta her ekmek için farklı bir mesaj yazabiliyorsunuz. Bu masum bir mesaj da olabilir, iş öncesi fantezisi de.

-Şurada bolca icat/buluş mevcut. Bunlardan biri de LiquiGlide. Beş MIT öğrencisi ve Prof. Kripa Varanasi tarafından bulunmuş. Yüzeylerde sürtünme kuvvetini azaltıcı bir özellik bırakan tabaka diyebiliriz bunun için. Uçakların yüzeyine sürüldüğünde buzlanmayı önlüyor ama bizim tav olduğumuz konu ketçap şişelerinin/kutularının iç yüzeyine sürülebilmesi. Tabii gıda ile temasından doğabilecek sonuçları araştırdılar mı bilemiyorum. Yine de kutu içerisinde kalan son ketçap birikintisini elde etme çabasını düşününce oldukça faydalı bir buluş olduğu kesin.

-Gitar çok enteresan bir müzik aleti, daha doğrusu gitar ile yapılabilecekler ilginç bir hal alabiliyor. Örneğin gitardan ilham alarak yapılmış Guitar Pee ile işemeyi eğlenceli hale getirebilirsiniz. Gitarla sevişmek ise apayrı bir boyut.

-1984, Otomatik Portakal, Cesur Yeni Dünya, Farenheit 451, Mezbaha No 5 gibi harika kitaplar bir zamanlar yasaklanmış. Tabii bu şaşırılacak bir şey değil, günümüzde bile kitaplar yasaklanabiliyor.

paylaş:

platonik sevdiceğe açık mektup



  Canım, merhaba. Söylemek istediğim şeyleri bu mektup aracılığıyla dile getirmek istedim. Anlatım tarzımdaki zırtlığı görmezlikten gel. Sonuçta Fecr-i Ati mensubu değildi dedelerim…
  Bugün itibariyle uzaktan uzaktan bakışmamızın 1. Yıl dönümü oldu.  Kutlama yapmak adına pastaneye gittim. İki tane kıymalı börek kestirtip yanına da sarı kola patlattım. Özel günümüz olduğu için peçeteye istek parça yazıp pastaneciye gönderdim. Lakin geri dönüş ‘’7 milyon 35 guruş’’ olarak oldu. ‘’Yuh anasını satim. Bu ne biçim hesap lan böyle!?’’  diye bağırdım ulu orta. Pastaneci boton pastaları üzerime atacağını anda 10 lira verip çıktım, o rezil ve aşksız ortamdan.
   Seni ilk gördüğüm anda söylemiştim zaten ‘’bu kız çok güzel’’ diye. Ben bu lafı içimden söylediğimi sanırken dışa taşmış, Ali de bunu duymuştu ya hani. Sonrada ‘’Emreehh Derryağğyıı seviiyooo. Emreehh Deryağğyıı seviyooo’’ diye bağırmıştı ya hani. Ben de ona reflekssel olarak ‘’nah seviyo işte nah nah’’ demiştim, o da kalkıp beni dövmüş, ağzımdan burnumdan kan getirtmişti ya hani. Ben de ağzımı burnumu temizlemek için hocadan izin alıp yanıma da 5 kişi alarak tuvalete giderken seninle göz göze gelmiş ve sen bana gülmüştün ya hani, işte o an ben sana ‘’ajık’’ oldum Derya… Sana olan aşkımı daha sonra da dile getireceğim zaten. Şimdi anlatacağım daha önemli.
   İşte bu bizim Şerefsiz Ali’nin bir sevgilisi vardı. Adı Kuyguru. Anlamı da cennetteki çimenlerin yanından akan şelalede bilmem kimin sevgilisine koparttığı mor renkli bir çiçeğin içindeki sarı şeylerdenmiş… Ezehehe. Ezehehe diye güldüm ben tabii. Kuyguru diye isim mi olurmuş aşkım? Söyle bana. Ya da sevdiceğim. Sonra söyle ama şimdi değil. Geçen gün sokakta zaar gibi sürterken bu Ali’yi gördüm işte. ‘’Abi’’ dedi.’’Kızın yanına gidicem’’ dedi. ‘’Canım çok sıkılıyor bu kızın yanında. Daşşanı yesinler de sende gel benimle’’ dedi. ‘’Tamam’’ dedim ve gittik kafeye, kızı bekledik.
   Kızın gelmesini beklerken bunların ilişkileri hakkında konuştuk Ali ile. Bu Ali için aşk diye bir kavram yoktu sevgilim. Aklındaki tek şey ‘’göte elle’’ idi bu Ali’nin. Onun için ilişkilerde hiçbir şekilde sorun olmamalı, sabahlara kadar sevişilmeliydi… Biz sevgili olursak böyle olmayız. Değil mi aşkım? Evet, olmayız. Dur sevgilim. Konuyu dağıtma hemen. Biz Ali’yle bunları konuşurken Ali’den izin isteyip masanın altında oturmaya, bunların ilişkilerini gözlemlemeye karar verdim. Kuyguru geldiğinde masanın altında cenin pozisyonunu çoktan almıştım bile…
   Bildiğimiz 21. Yüzyıl ilişkisiydi işte. Sanayileşmiş ilişkiydi bu. Kız gelir gelmez Ali’ye selam bile vermeden aç olduğunu ve hemen bir şeyler yemek istediğini söyledi. Sonra da yine hiç konuşmadan çantasından telefonunu çıkartıp bir şeyler yapmaya başladı. Büyük olasılıkla twitter’a girdi ve ‘’aşkım seni çokkk seviyorum :)))’’  yazdı. Ali de bunu kesin ‘’retwett’’ lemiştir kesin. Sonuçta Ali’nin hedefine ulaşması için gerekli bir şeydi bu pohpohlama… Ben masanın altında cenin pozisyonunda bunlara şahit olurken aklıma sen geldin sevgilim. 1 yıldır deli gibi seni izlememe rağmen bir kez olsun elinde cep telefonu görmedim. Sosyal medya saçmalığından da olabildiğince uzak durdun zaten… Gel de aşık olma işte. Gel de kalbim ‘’Der-der-ya-ya’’ diye atmasındı işte… Konu uçmadan devam edeyim, yeşil gözlerini çok sevdiğim.
   Bu Kuyguru beni fark etmemişti çünkü hem masa uzundu hem de bu bacaklarını içe doğru değil dışa doğru sergilemekteydi. 15 dakika boyunca hiçbir şey konuşmadı bunlar. Ali’nin de canı sıkılınca bu da telofonunu çıkarttı… Biz böyle olmayalım sevgilim. Aynı masada oturan iki insanın hiçbir şey konuşmayıp ‘’voici voici’’ diye dokunmatik telefonla uğraşması doğru mu? Biz böyle olmayız değil mi sevgilim? Evet, olmayız.
  Ali de telefonundan m.facebook’a girdi. ‘’m.facebook’a girdiğini nerden biliyorsun? Nostradamus musun sen ?’’ deme sevgilim. Ben de o sırada facebooktaydım. Mesaj attı bu bana. ‘’Biz kalkıyoruz emre :)))Hesabı sen ödersin :))))’’diye. Tam bunlar kalkarken Ali’nin paçasından tuttum. Kalkamadı bu. Debelendi de debelendi. Sonunda gücüm bitince bırakmak zorunda kaldım, gittiler… Ağır ağır inimden çıktım ve insan gibi masaya oturdum. Hesabı görünce bir an için kalbim tekledi. 15 dakikada iki tane ajktan yoksun insan 85 liralık ne yiyebilirdi sevgilim? Hesabı kem küm ede ede 15 liraya kadar çektim ve ödemeyi yapıp kendimi dışarı attım…
   ‘’Allah’ını seversen Emre, sabahtan beri ne anlatıyorsun?’’ deme bana sakın sevgilim. ‘’Beni sevdiğini söylemeye çalışıyorsun ne güzel. Eee yazsana Cemal Süreya’dan birkaç dize. Kenarlara Özdemir Asaf serpiştirsen ya. Finali Dante ile yapsan ya. Sonra kâğıdın arkasına geçip Walt Whitman arsızı gibi olup yazmaya devam etsen ya’’ falanda hiç deme. Bunları herkes yapar yeşil gözlüm. Ben ilişkimiz sanayileşmesin diye debelenirim. Hoş, sen zaten Kuyguru gibi bir insan değilsin zaten. İlişkimiz istese de sanayileşemez. Biz onlar gibi olmayalım sevgilim. Olur mu? Olur tabii.
   ‘’Ben senin Zebercet’in olayım, sen benim Gecikmeli Ankara Tren ile gelen Kadınım ol’’ diyorum ve çıkma teklifini bekliyorum Derya. Ya da dur. Ben koşarak geleyim sana, sevdiğimi söyleyip ‘’Gecikmeli Ankara Treni ile gelen kadın’’ım ol. Olur mu? Olur tabii.

Görsel Açıklaması: Google'a ''acil resim lazım'' diye yazdım. Çıkan sonuçlar içerisinden en kötüsünü seçtim. Görmezden geliniz efenim.
paylaş:

kısa kısa #5




-Elif Şafak, Independent’ın ‘Yabancı Roman Ödülü’nün jüri üyeleri arasında yer alacakmış. Yazara ve çevirmenine eşit olarak sunulan ödülü ilk kez 1990 yılında, ‘Beyaz Kale’ romanıyla Orhan Pamuk ve çevirmeni Victoria Hobrook almış.

-Mısır’daki Selefilerin lideri, “Büyük Sfenks” ve piramitlerin “put” oldukları gerekçesiyle yıkılması gerektiğini söylemiş. Mısırlı güvenlik yetkilileri ise radikal İslamcı grubun tehditlerini ciddiye aldıklarını ve önlem almaya çalışacaklarını belirtmiş.

-New York Times, Mimar Sinan'a ve eserlerine tam sayfa ayırmış. Yazıda, 300'ün üzerinde esere imza atan Mimar Sinan'ın, sadece Türkiye'nin değil, belki de dünyanın ilk "Yıldız Mimarı-Starchitect" olduğu belirtilmiş.

-J.R.R. Tolkien yaşarken tamamlayamadığı Bitmemiş Öyküler oğlu Christopher Tolkien tarafından tamamlandı ve raflardaki yerini aldı.

-Orhan Pamuk, ABD Başkanı Obama için Zen ve Motosiklet Bakım Sanatı'nı, Başbakan Erdoğan için ise Ben Bir Kediyim adlı kitabı okumasını önermiş.

-Plaza Dili ve Edebiyatı ciddi anlamda mevcut. Türkçe konuşarak anlaşılamayacağını bile düşünüyoruz.

-Facebook'ta siyaset yapmak çok berbat fakat bundan daha berbat olaylar da var. Mesela çekirdek yerken çiğnen çekirdeğin kurtlu çıkması.

paylaş:

Bukowski'nin "Özgürlük Bildirgesi"


“Kölelere asla özgür olacakları kadar ödeme yapmazlar. Hayatta kalmalarına yetecek kadarını verirler ki çalışmaya devam etsinler.” Bukowski, yayıncısına yazdığı ve tam zamanlı işe sahip olmamanın nasıl bir his olduğunu anlattığı mektupta böyle diyordu.
1969 yılında yayıncı John Martin, Charles Bukowski'ye ömrünün sonuna kadar her ay 100 dolar ödemeyi teklif etti. Tek bir şartı vardı: Postanedeki işini bırakacak ve bir yazar olacaktı. 49 yaşındaki Bukowski bu teklifi kabul etti ve 1971 yılında ilk kitabı Postane, Martin'in Black Sparrow Press yayınevinden çıktı.
15 yıl sonra Bukowski Martin'e, tam zamanlı bir işe sahip olmamanın nasıl bir his olduğunu anlattığı aşağıdaki mektubu yazdı.

8-12-86

Merhaba John,

Mektubun için teşekkür ederim. Sanırım bazen insanın nereden geldiğini hatırlaması çok da canını yakmıyor. Nerelerden geldiğimi iyi biliyorsun. Bir şeyler yazmaya ya da film çekmeye çalışan insanlar bunu doğru düzgün anlatmayı beceremiyor. “9'dan 5'e” deyip işin içinden çıkıyorlar. Hiçbir zaman 9'dan 5'e değildir, oralarda öğle tatili yoktur, hatta işten atılmamak için çoğu yemek arası bile vermez. Bir de fazla MESAİ vardır ki kitapların çoğu fazla mesaiyi doğru düzgün anlatmayı beceremez ve bundan şikayetçiysen senin yerini dolduracak bir enayi daima bulunur.
Eskiden ne dediğimi hatırlarsın; “Kölelik hiçbir zaman kaybolmadı, sadece yeni renkleri de içine alacak kadar genişledi.”
En acıtanı da, sırf daha beterinden korktukları için, çalışmak istemedikleri işlerini kaybetmeme uğruna verdikleri insanlıkdışı mücadele. İnsanlar kolayca harcanıyor. Korku dolu ve itaatkâr bedenler. Gözlerinin feri sönmüş. Sesleri çirkinleşmiş. Bedenleri de. Saçları. Tırnakları. Ayakkabıları. Yaptıkları her şey.
Gençken insanların böylesi koşullara hayatlarını adadıklarına inanamıyordum. Yaşını başını almış biri olarak hâlâ aklım ermiyor. Bunu niçin yapıyorlar? Seks? Televizyon? Taksitle bir araba satın almak için mi? Yahut çocukları? Aynı hayatı yeniden yaşayacak çocukları için mi?
Bir zamanlar, işten işe koşturduğum vakitlerde, mesai arkadaşlarımla konuşacak kadar budalaydım: “Hey, patron her an gelebilir ve hepimizin işine pat diye anında son verebilir, bunun farkında değil misiniz?”
Öylece bakarlardı, çünkü akıllarına getirmek istemedikleri şeyleri söylüyordum onlara.
Bugünlerde büyük işten çıkarmalar gerçekleşiyor (çelik fabikaları öldü, teknolojik gelişmeler insana olan ihtiyacı azalttı). Yüz binlercesini kapı önüne koydular ve atılanlar serseme döndü:
“Bu işe 35 yılımı verdim...”
“Böyle olmamalıydı...”
“Ne yapacağımı bilmiyorum...”
Kölelere asla özgür olacakları kadar ödeme yapmazlar. Sadece hayatta kalmalarına yetecek kadarını verirler ki çalışmaya devam etsinler. Bunların hepsini görebiliyorum. Onlar niye göremiyor? Baktım parktaki banklar fena değil yahut bir bar taburesine tüneyip bar kuşu da olunabilir... Onlar beni yollamadan neden önce davranıp da gitmeyeyim oraya? Ne diye bekleyeyim?
Tüm bunları tiksinerek yazdım ama yine de içimden atmak beni rahatlattı. Ve şimdi buradayım, sözde profesyonel bir yazarım artık. Ve hayatımın ilk elli yılını verdikten sonra farkettim ki bu sistemin de ötesinde çirkinlikler mevcut.
Bir aydınlatma şirketinde çalıştığım dönemde, iş arkadaşlarımdan birinin durduk yerde, “Asla özgür olamayacağım!” dediğini hatırlıyorum.
O sırada patronlardan biri (adı Morrie'ydi) yanımızdan geçiyordu ve bunu duyunca müthiş bir kahkaha patlattı. Çalışanının ömrünün sonuna dek burada tutsak kalacak olması onu eğlendirmişti.
Ne denli uzun sürmüş olsa da sonunda o yerlerden kurtulmuş olmak beni keyiflendiriyor. İşte sonunda bu yerlerden kaçma şansını elde etmiş olmak, ne kadar uzun sürmüş olur olsun hiç fark etmez, bana bir tür hazzı, bir mucizenin sağlayabileceği baş döndürücü bir hazzı tattırdı. Artık yaşlı bir zihin ve yaşlı bir bedenden, çoğu insanın böyle bir şeyi sürdürmeyi aklından bir kereliğine de olsa geçireceği bir zamanın çok ötesinden yazıyorum, fakat bu kadar geç başladığım için devam ettirmeyi kendime bir borç biliyorum ve sözcükler teklemeye başladığı, merdivenleri yardım almadan çıkamadığım ve artık bir mavi kuşu kağıt tutacağından ayıramadığım bir zaman geldiğinde hissediyorum ki içimde bir şeyler cinayet, hengame ve ölesiye çalışmaktan sıyırıp en azından ölmenin cömert bir haline nasıl da vardığımı hatırlayacak (kafam ne kadar bulanmış olursa olsun).
İnsanın hayatını bütünüyle harcatmamış olması önemli bir hasletmiş demek ki, kendimden biliyorum.
Senin çocuk,
Hank

paylaş:

edebiyattan ilham alan 10 mimari yapı

1. Masumiyet Müzesi, Orhan Pamuk'un Masumiyet Müzesi eserinden
2. El Castell, Franz Kafka'nın Şato'sundan
3. Martha's Vineyard'daki ev Moby Dick'den esinlenmiş
4. Hobbit Moteli, J.R.R. Tolkien'ın Hobbit eserinden
5. Lichtenstein Kalesi, Wilhelm Hauff'un Lichtenstein eserinden
6. Villa Peet (Tavşan Evi), Lewis Carroll'un Alice Harikalar Diyarında'dan
7. Walden, Henry David Thoreau'nun Walden kitabından
8. Knut Hamsun Merkezi, Knut Hamsun'un yapıtlarından
9. Hotel Tres Sants, Italo Calvino'nun Görünmez Kentler'inden
10. Francisco de Blas'nın evi, Luis Cernuda'nın şiirlerinden

(Flavorwire ve Radikal Kitap aracılığı ile)
paylaş: