Erkeklerin
kadınlara bıkıp usanmadan sorduğu bir soru vardır: “Bizler kadar iyi düşünme
yeteneğiniz varsa, siz neden Shakespeare gibi bir deha çıkaramadınız?”
İşte
bu saçma sapan seksist soruya en esaslı cevabı Virginia Woolf verir: “Yazmak
yetenek olduğu kadar eğitim meselesidir” ve “Eğer bir kadın kurgu şeyler yazmak
istiyorsa kendisine ait bir odası ve parası olmalıdır.”
Çünkü
Woolf’a göre yaratıcı gücü ancak bağımsızlık serbest bırakır. Kadınlar da
elbette Shakespeare gibi bir yazar olabilir, “yeter ki özgürlüğe alışalım,
düşündüğümüzü aynen yazmaya cesaretimiz olsun!”
İngiliz
feminist, yazar, romancı ve eleştirmen Virginia Woolf’un 1929’da kaleme aldığı,
Shakespeare’in yetenekli olduğu halde kız olduğu için kendine ait bir odası
olmayan, okula yollanmayan, kitap okuması bile yasaklanan ve hayatı erkekler
tarafından yönlendirildiği için başarısızlık ve acı içinde ölen hayali kız kardeşi
Judith’i konu alan “A Room of One’s Own / Kendine Ait Bir Oda” adlı deneme
kitabı, yazan bir kadının bağımsızlığı için ilk savunmadır. Elbette, kadının
yüzlerce yıldır süren ezilmişliğini ortaya koyarak feminist hareketin klasik
kitaplarından biri olmuştur. Ve belki de Woolf’un en kolay okunan kitabıdır.
Çünkü iş romanlarına geldiğinde, okuyucuyu bekleyen derin, karanlık ve oradan
oraya sürüklenen hayli karmaşık bir dünya vardır. Bu dünyaya girmek içinse önce
Virginia Woolf’u bilmek gerekir.
BİR
ERKEK İŞİ: BİLGİ
1882’de
Londra’da dünyaya gelen Virginia, yazar ve eleştirmen Leslie Stephen ile Julia
Prinsep Duckworth’un kızıydı. Kalabalık entelektüel bu aile ortamında daha
çocukken yazar olmaya karar verdi. Şansına, babasının büyük kitaplığı kız, erkek,
tüm çocuklara açıktı. Ama ağabeyleri okula, “dışarıya” gönderilirken o, kız
kardeşi Vanessa ile evde eğitim aldı. Çünkü eğitim ve bilgi erkek işiydi. Bir
sürü ayrıcalıktan yararlansalar da bu temel ilke Stephen’ın kızları için de
geçerliydi. Bu tatminsiz yılları takiben 13 yaşında annesi, hemen sonra da
ablası öldüğünde Virginia ağır bir sinir hastalığı geçirdi. Depresif ruh hali
peşini hayatı boyunca da bırakmayacaktı. Genç kızlığa adımını atarkense ne
dikişte ne de yemek pişirmede başarılıydı. Çünkü asıl yeteneği yazarlıkta
yatıyordu; zira o toplumun dayattığı kurallara uymayacak, kendini kitaplara
gömecek ve 20. yüzyılın en büyük kadın yazarlarından biri olacaktı.
1904’te
babasının ölümünden sonra çok ağır bir depresyon daha geçiren ve ardından
kardeşleriyle Bloomsbury’e taşınan Virginia’nın yazarlık macerası da burada
filizlendi. Burada girdiği ressam, eleştirmen, yazar ve felsefecilerden oluşan
çevreyle birlikte Londra’nın entelektüel yaşamını belirleyecek olan Bloomsbury
grubunu kurdular ve bu oluşum Virgina’nın yazarlığını besleyen en büyük etken
oldu. Virginia, 30 yaşındayken de bu çevreden gazeteci ve deneme yazarı Leonard
Woolf ile evlendi. Birlikte kurdukları Hogarth Yayınevi, Virginia Woolf’un
kitaplarını yayımlatması için de önemli bir fırsat oldu. Çünkü o klasik
romandan farklı, hikayeyi dış olaylarla değil insanın iç dünyası, bilinçaltı ve
düşünce akışıyla, yani insanın içindeki ritmle anlatan yepyeni bir anlatım
biçimi benimsemişti.
33
yaşında ilk romanı “Voyaga Out / Dışarıya Seyahat”i yayınlayan Woolf’un, üçüncü
romanı “Jacob’s Room / Jacob’un Odası”nın (1922) ardınan, dile özgün
katkılarıyla “romanı ıslah etmekte iddialı” bir yazar olduğu fark edildi. Zira
The Times gazetesinin ünlü edebiyat dergisi The Times Literary Supplement’ta
çıkan bir yazı şöyle diyordu: “Renk, ritm, atmosfer ve gözlem Mrs. Woolf’un
düzyazısındaki akıl çeliciliktir.” 1925’te yazdığı ‘‘Mrs. Dalloway”deyse, tüm
eleştirileri göze alıp, klasik roman anlayışından cesurca ayrılıyor, insan
ruhunun sınırsız derinliklerinde dolaşan sıradışı anlatım tekniğini, yani
‘bilinç akışı’nı net bir şekilde ortaya koyuyordu.
Ardından
gelen “To The Lighthouse / Deniz Feneri,” dönemin ahlakçılarına meydan okuyarak
cinsel ikilemi ele aldığı “Orlando” ve “Flush” gibi ünlü romanları onu “akıp
giden yaşantıların yazarı” yaptı. Virginia Woolf’a göre, hayatı, geçmişteki
anıların şu an yaşadıklarımıza mütemadiyen ışık tutarak yarıda kestiği,
birbirinden kopuk bir dizi an olarak yaşıyorduk. Kopmalar, sonu olmayan
başlangıçlar, üzerinde düşünüp taşınmak üzere havada bırakılan anlar
romanlarının can alıcı özellikleri haline gelmişti. Zira ona göre yaşam “saatte
50 mil hızla giden bir metroda savrulmak”tı ve bu kopmalar hareket halindeki
bir trenin camından görülen başka insanların evlerindeki anlardı. Ve Woolf ‘un
düşüncesine göre “Kişi düşüncelerini aktarmak için durana dek, yalnızca pasif
bir obje”ydi. Woolf, bu anları karakterlerinin bilinçlerinde tasvir ederek
benzersiz bir üslup oluşturdu.
DENEYSEL
GERÇEKÇİ
1931’de
yayımladığı şiir gibi roman “Waves/ Dalgalar”ı ise, o güne değin başka hiçbir
romancının göze alamayacağı derecede deneysel yapısıyla gerçekçi roman
geleneğinden tam bir kopuşu temsil ediyordu. Woolf şöyle diyordu: “Hayat
simetrik olarak sıralanmış bir dizi at arabası lambası değildir, hayat bizi tüm
bilincimizle sarıp kuşatan parlak bir ışık halkası, yarı saydam bir zardır.
Romancının görevi durmadan değişen, meçhul ve sınırları çizilmemiş ruhu, ne
kadar düzensiz ya da karmaşık olursa olsun, olabildiğince yabancı ve dış öğeler
karıştırmadan anlatmak değil midir?”
Bugün
onun adıyla anılan “bilinç akışı” tekniğiyle işte bunu başaran ve edebiyatta
devrim yapan Virginia Woolf, modernist hareketi başlatan en önemli ve öncü
isimlerden biri. Roman ve makalelerinde kadın hakları, sınıfsal farklılıklar,
sosyal adalet, aşk, evlilik, özgürlük, savaş, kimlik arayışı, delilik ve ölüm
gibi toplumsal ve psikolojik pek çok ağır konuyu masaya yatırmış önemli bir
eleştirmen aynı zamanda.
50
YAŞINDA CAMBRİDGE’TE
“Kendine
Ait Bir Oda”yla kadın hareketlerinde de öncü bir figür olan Woolf, üniversiteye
gidememiş olsa da Çağdaş İngiliz Edebiyatı’nın en etkileyici kadın
yazarlarından biri olarak 50 yaşındayken Cambridge’de ders vermek üzere davet
edilmiş bir savaşçı. Ancak iki Dünya Savaşını ve yakın çevresinde de pek çok
ölümü yaşamış, depresif, sorunlu ve yaralı savaşçıydı Woolf. Nitekim, 2. Dünya
Savaşı sebebiyle umutsuzluğa kapılıp bunalıma giren Virginia Woolf, 28 Mart
1941’de, 59 yaşındayken, “artık savaşacak gücüm kalmadı” diyerek hırkasının
ceplerine çakıl taşları doldurup kendini Ouse nehrinin sularına bırakarak
intihar etti.
İletişim
Yayınları’ndan çıkan ünlü İngiliz edebiyat eleştirmeni Anthony Curtis imzalı
“Virginia Woolf, Bloomsbury ve Ötesi” adlı kitap işte edebiyat tarihinin bu
sıradışı kadın yazarının hem edebi dehasını hem de bu dehayı ortaya çıkaran
hayat hikayesiyle ruhsal yolculuğunu keşfetmek için yola çıkıyor. Curtis, hem
Woolf’un hayatını hem de dönemini farklı açılardan belgeleyen günlüğü, mektupları,
deneme ve kurgu eserleri, en yakınları tarafından yazılan biyografiler ve
eserleri üzerine yapılan eleştiriler gibi çok sağlam kaynaklardan yararlanarak
Virginia Woolf’un bir yaralı savaşçı olarak son derece detaylı bir portresini
önümüze koyuyor. Ailesi ve yakın çevresinden art arda verdiği kayıplarla hep
ölümün gölgesinde yaşayan, bu yüzden hep ağır depresyonun kıyısında gezinen,
öte yandan bir kadın ve kalıplara karşı çıkan modern bir yazar olarak
göğüslediği eleştirilerin yarattığı baskıya karşı savaş veren Woolf’u bu
detaylı biyografide, hem son derece hassas ruhu hem de kaya gibi sert
karakteriyle birden görüyoruz. Hem gizli güvensizlikleri ve travmalarıyla
beslenen sonsuz endişelerine, hem de kararlı, cesur ve özgüvenli adımlarla
ilerleyerek yaratıcılığının sınırlarını zorlamaktan asla vazgeçmeyişine tanık
oluyoruz. Anthony Curtis, tıpkı Woolf’un eserleri gibi, onu ve çevresindeki
herkesi, ailesini, dostlarını, Bloomsbury Grubu’nda girişilen entelektüel
tartışmaları, dönemin sanat akımlarını da kitabına yoğun olarak yediriyor.
Woolf’un yazarlığında büyük etkisi olan Bloomsbury Grubu üyelerinin etik,
cinsellik ve sanat tartışmaları, aşk ilişkileri, entelektüel tutkuları, cesur
fikirleri ve bunları dile getiriş yöntemlerini detaylı olarak anlatırken, Virginia’nın
cinselliğin eksik olduğu evliliği, lezbiyen ilişkileri ve kişilik bozukluğuna
dair kişisel detayları da irdeliyor. Ve geri planda Britanya İmparatorluğu’nun
dönüşümünü, iki dünya savaşının yankıları, feminist hareketin gelişimi,
kısacası 20. yüzyılın ilk yarısındaki zamanın ruhunu yansıtan pek çok şeyi de
satır aralarına taşıyor.
“Düşünmek
istiyorum sessizce, sakince, ferahça, yarıda kesilmeden, sandalyemden kalkmak
zorunda kalmadan, bir şeyden diğerine kolayca süzülerek, husumet ya da engel duygusu
olmadan. Derinlere, daha derinlere dalmak istiyorum, yüzeyin ötesine, yüzeysel
kaskatı gerçeklerden kurtulmak istiyorum. Kendimi sabitlemek için akıp giden
ilk düşünceyi yakalamalıyım” diye yazıyor günlüğüne Virginia Woolf… Ve Anthony
Curtis, okuyucuyu Virgina Woolf’un kalbinden ve aklından geçen en samimi duygu
ve düşüncelerle buluşturarak ünlü yazarın edebi dehasının ardında yatanlara
ışık tutmayı başarıyor.
Vatan
Kitap (23 Temmuz 2012)