Yönetmen:
Lars von Trier
Senaryo:
Lars von Trier
Oyuncular:
Kristen Dunst, Charlotte Gainsbourg, Kiefer Sutherland, Alexander Skarsgård,
Stellan Skarsgård, Udo Kier
Tür:
Dram | Bilim-kurgu
Yıl:
2011
Süre:
136 dak.
Ülke:
Danimarka, İsveç, Fransa, Almanya
Dil:
İngilizce
Ödül:
2 ödül, 6 adaylık
IMDb
puanı: 7.5/10
Metascore:
82/100
Melancholia
bir Amerikan filmi olsaydı muhakkak dünyaya çarpacak olan gezegeni patlatma
planları kurulurdu ama bu bir Lars von Trier filmi ve işler hiç de düşünüldüğü
gibi gitmiyor, herkes sadece hayale sığınıyor ve bekliyor. Üstelik Melancholia’yı
bir felaket filmi olarak görmek de ne kadar doğrudur bilinmez, sonrasında böyle
sığ düşüncelere kapılanlardan yer çekimi kanunu, kütle kanunu gibi kurallara
uyulmadığı fikri çıkabiliyor ve bu da komikliğe sebebiyet verebiliyor.
2011
yılının en çok konuşulan filmlerinden biri kuşkusuz Melancholia. İlk 8-9
dakikalık kısmı insanı ağzı açık ve renklere âşık bir şekilde kendisini izletse
de bundan sonraki dakikalarda filmi ikiye bölerek aslında anlatmak istediği iki
karakteri çözümlemeye gideceğini ve işlerin hiç de ilk dakikalarda olduğu gibi
ağır çekim sürmeyeceğini söylüyor adeta.
Açılışta
yumuşayan ve gitgide bataklığa dönüşmeye başlayan bir yer küre, yürümekte
zorluk çeken ve buna ayaklarına dolanan ağaç köklerinin eklenmesiyle gerilimin
daha da arttığı bir gelin sahnesi görüyoruz. Yıldızlardan ve sonunda da dünyaya
çarpan bir gezegeni izliyoruz ağır çekimle.
Film
iki bölümden oluşuyor, Justine ve Claire.
Ve
ilk bölüm başlıyor. Ağırlığa alışan gözlerimiz bir anda omza konulan kameradan
çekilen görüntülerle bulanmaya başlıyor. Engebeli bir patikada beyaz bir
limuzin, içinde güzel bir gelin ve yakışıklı bir damat. Düğüne gittikleri belli
fakat ilk bölümün genelinde olan bir rahatsızlık bu anda başlıyor. Virajdan ilerleyemeyen
upuzun bir araç söz konusu. İleri geri gitmeler, duraklamalar, pırıl pırıl
araca gelecek bir zararda içimizin acıması hissi. Her ne kadar gerilim bitti
sansak da kocaman malikaneye ulaşıldığında kalınan iki geç saate inat bir atın
ziyaret edilmesi insanı çileden çıkartmaya yetiyor. Nihayet düğün başladığında
içimiz biraz rahatlıyor. Düğünü düzenleyenler Justine’in ablası ve ablasının
eşi.
Büyük
paraların verildiği aşikâr fakat bu andan itibaren birbiriyle uyuşmayan imgeler
ortaya çıkmaya başlıyor. Bu kadar elit gibi görünen nezih ortamda gümüş
kaşıkları çalmaya çalışarak aslında ortamdakileri güldürmeyi başaran bir baba
karakteri, yemek tabağının sağdan sola dönmesine kızan organizatör benzeri
kişinin bile bulunduğu bir düğünde müzikler için piyano yerine orgun, çello ya
da keman çalacak kişinin yerine ise gitar çalan birinin tercihi bu
kararsızlıklardan birkaçı. Bunun yanında böyle bir ortamda patron sayesinde
hala iş konuşulması ve gelinin yaratacağı slogan için peşine takılan bir erkek,
sonrasında Justine’in yavaştan psikolojik sorunlarına ve yarattığı bunalıma
girildiğinde gelinliğiyle beraber çömeldiği çimlere işemesi, kitaplıktaki tüm
soyut resimlerin yerine daha gerçekçi ve ‘son’u anlatan resimleri koyması,
peşine takılan gençle yeşilliklerin üzerinde ilişkiye girmesi, işinden istifa
edişi, evlenmekten vazgeçişi vs. bunların hepsi ama hepsi gerilmemize neden
oluyor. Pasta kesileceği sırada gelinin duşta dinlenişini söylemiyorum bile. Bir
de 18 delikli bir golf sahasının söylenip bayrağın üzerinde 19 yazması var.
İkinci
bölüm ise Claire, Justine’in ablası. Kardeşinin aksine daha yerleşik bir
hayatı, mutlu bir evliliği, çocuğu olan bir kişi. Lakin bu bölümde de Justine
ipleri elinden bırakmıyor. Bunalımlı takılması ve ismi filmde geçmeyen garip
rahatsızlığı sebebiyle ilk bölümde sergilediği tavırlara inat bu bölümde duşa
girmek istememesi, sürekli yatakta zaman geçirmesi, gözünü açmaması, bir
şeylerin ters gittiğini ifade ediyor gibi. Ama bunların sebebi daha düğün
gecesi bile belli olan ve hesaplamalar doğrultusunda dünyanın yakınından
geçecek olan Melancholia adındaki mavi bir gezegen. Gökyüzüne bahşedilen
melankoli ve depresifliği yahut huzuru simgeleyen bir renk…
Claire’in
kocası gök bilimiyle yakından ilgili, yıldızlar ve diğer cisimler. Eşini seviyor,
onun ailesinden pek de hoşlanmıyor özellikle kayınvalidesinden, ama bunların
hepsi geri planda aktarılanlardan. Justine kendine geliyor bir süre sonra ama
davranışları donuk ve bir şeyleri biliyor gibi davranıyor ve sakin. Bunun aksine
Claire, çıkan haberlerden ve internet taramalarından sonra Melancholia’dan
korkan bir kişilik sergiliyor. Ölümden sonra nelerin olacağı konusunda pek
düşünceli. Ama eşinin tavırları ve ona güven vermesi gezegeni sevmesini bile
sağlıyor bir derece. Ama bir süre sonra korkulan oluyor, gezegen gitmesine
gidiyor fakat geri dönüyor.
Bundan
sonra gerilimin tadı iyice acılaşmaya başlıyor. Bu biraz da bu tarihte
öleceksin denen kişinin yaşadıklarına benzetilebilir. Gece gökte bir tarafta
ay, bir tarafta Melancholia’nın olduğu sahnede aslında gelen tehlikenin ne
kadar büyük olduğunu anlıyor bünyelerimiz. Ve tabii ölüm kaçınılmazsa hiçbir
bilim bunu durduramaz.
İlk
veda eden Claire’in kocası oluyor. Bunda bir terslik var mı yok mu bilinmez ama
sorunlu bir kadın, iyi bir erkekle başlayan klasik Lars von Trier filmi
inanılmaz ama gerçek bir şekilde bir erkeğin intiharıyla sonlarına yaklaşıyor.
Claire’in
çocuğunun isteği sihirli mağara da yaklaşan felaketteki hayal kaynağı
oluveriyor. Ve bekleyiş sürüyor. Claire’in bu son sahnede çocuğunun elini
bırakıp korkusunun üstün gelmesi de değişik bir his.
Sonda
bile Claire’in terasta şarap içerek olayı bitirmek istemesine karşılık bunu “çok
boktan” bir istek olduğunu düşünen Justine, aslında birbirine ne kadar da zıt
iki kardeşin olabileceğini gösteriyor bizlere ve uyumsuzluk sonda bile
varlığını sürdürüyor.
İzlemesi
çok kolay olmasa da görsellik ve oyunculuk bakımından mükemmel bir film
denebilir kendisi için. Konu bakımından ise “çok boktan” bir konu ancak bu
kadar şiirsel çekilebilirdi diyebiliyorum.
0 YORUM:
Yorum Gönder