Metis
Yayınları’nın ajandaları dikkatinizi çekmiştir muhakkak. Her yıl farklı konular
işleyen ajandaları 2012 yılı için “olmayan kelimeler” konusuna değinmiş. Takdir
edilesi.
Fakat
2009’un sonlarına doğru hazırlanan 2010 ajandasının işlediği konu birilerinin
sinirini bozmuş ki mahkemelik olmuş. Ajandanın ismi “İllallah!”. İşlenilen konu
ise tahmin edileceği gibi dini öğeler.
Yasaklamalara
artık her yeni günde rastlamanın mümkün olduğu ülkemizde çok da şaşılası bir
durum değil aslında. Hele hele dinsel açıdan bazı değerler anlatılmaya ya da
göz önüne getirilmeye başlandığında sonucunu tahmin etmek pek zor olmuyor.
Bilindiği
üzere geçtiğimiz günlerde Beat kuşağının başyazarlarından William S. Burroughs’un
“Yumuşak Makine” adlı eserinin davası oldu. Bununla beraber yine kendisini
kanıtlamış yazarlardan olan Chuck Palahniuk’un “Ölüm Pornosu” adlı eseri
mahkemeye götürüldü.
Dünyaya
kültürel anlamda rezil olmadığımız yetmezmiş gibi şimdi de gündeme ajanda
davası oturdu.
Ajandanın
içinde yer alan metinler şu şekilde:
Çok
dindar bir inançsızım ben
Böyle
Buyurdu Zerdüşt
Uçan
Spagetti Canavarı
Peki
ya sen yanılıyorsan?
Cevabı
zor değil!
Bana
şükürler olsun ki!
Şeyh
ve Arzu
...ve
puf diye kaybolur!
Karikatür:
Yiğit Özgür
Karamazov
Kardeşler
Cehaletin
sığınağı
Ateizmin
Zorunluluğu
Uzun
Sürmüş Bir Günün Akşamı
Sürgün
Zorunlu
Din Dersi Hak İhlalidir: Kaldırın!
Son
Nefesim
Yaşama
Uğraşı
Düşünüyoruz...
Feministler
diyor ki...
Şiirler
Hayal
Et
Bunu
biliyor muydunuz?
Peynir
ve Kurtlar
Hal
böyle olunca “dini değerleri alenen aşağılama suçu”yla Ali Emre Bukağılı adlı
şahıs mahkemeye gidiyor ve yayınevini şikâyet ediyor.
Aslına
bakılırsa ajandanın önsözü durumu çok basit bir şekilde açıklıyor:
“Bu
ajandayı hazırlayan bizler, inanma hakkına saygı duyuyoruz. Ama biraz daha
derin bir saygıyı, inanmama hakkına duyduğumuzu da belirtmemiz gerek.
İnanmanın bir kez daha tartışılmaz bir
şekilde insan varoluşunun temellerinden sayılmaya başladığı günümüz dünyasında,
(ülkesine ve mekânına bağlı olarak) inanma hakkı örgütlü dinlerle, devlet
bütçeleriyle, polis ya da asker kuvvetleriyle koruma altına alınmış durumda;
buna karşılık, varoluşlarını inanma temelinde tanımlamak istemeyenler
genellikle tekil, münferit ve örgütsüzler. Doğduğumuzda dinsel bir kimlik
edindiğimiz varsayılıyor ve dünya karşısındaki duruşumuzu nasıl tanımladığımız
sorulmadan bu kimlikler atfediliyor bize; üstelik yirminci yüzyılın sonlarında
başlayan bu yeniden dinselleşme eğilimi siyasi, tarihsel bir gelişme değil de
doğal bir oluşummuşçasına kabullenmemiz bekleniyor. Vicdana, adalet ilkelerine,
ortak hukuk arayışına dayalı mutabakatlar oluşturmak yerine kendi seçimimiz
olmayan kimliklerin sözcülüğünü yapmamız bekleniyor. Dolayısıyla, saygı duyup
haklarının tanınmasını istediğimiz inanan kesimlerin bizlerin inanmama hakkını
bertaraf edeceği kaygısından kurtulamıyoruz, ki gerek dünyanın gerekse
ülkemizin tarihine şöyle bir göz atıldığında pek de yersiz olmadığı görülen bir
kaygı bu.
Dinsel, etnik, cinsel vb. kimliğiyle
yaşamak isteyenin bu haklarına sahip olması demokratik bir toplumun esasıdır
kuşkusuz; ancak kendisini bu tür verili kimliklerle tanımlamak istemeyenlerin
vatandaşlık haklarının da aynı tavizsizlikle savunulması, eşit ölçüde meşru bir
haktır bizce.
İnanmama hakkının da bir insan hakkı
olarak tavizsiz uygulanacağı bir dünya ve ülke umuduyla, bu ajandayı kendisine
dinsel kimlik dayatılmasından illallah diyenlere sunuyoruz...
— Metis editörleri”
Dava
ne şekilde sürüp gider, sonucu ne olur bilinmez lakin ülkenin nereye gittiği
çok açık. Semih Sökmen’in yaptığı savunmaya hak vermemek mümkün değil. Savunma şöyle:
“Ajandayı
yayımlarken, Sunuş yazısında ‘bizler inanma hakkına saygı duyuyoruz. Ama biraz
daha derin bir saygıyı inanmama hakkına duyuyoruz” demiştik. Mevcut anayasa
kişilerin inanç özgürlüğünü teminat altına alırken, inanmamayı da kişisel bir
özgürlük olarak tanımlamış oluyor çünkü inanmamak da sonuçta bir inançtır.
Sekülerliğin teminatı olan bu temel, Türkiye’de ne yazık ki çok kırılgan. İnanç
duymayan bireylerin kendilerini ifade özgürlüklerinin sıklıkla kısıtlandığını
görüyoruz. Böyle bir davanın açılabilmiş olması, anayasanın tanımladığı inanç özgürlüğünün
hayata geçirilemediğini, bir süs ve fantazi olarak kaldığını gösteriyor.
Ajandada bizim yazdığımız, sarf ettiğimiz hiçbir söz yok. Tümü dünya
yazarlarından ve biliminsanlarından yapılmış alıntılar. Dolayısıyla bu davayla
birlikte alıntı yaptığımız, aralarında Bernard Shaw, Albert Einstein, Galileo
Galilei, Bertrand Russell ve Sigmund Freud’un da olduğu çok sayıda tarihsel
şahsiyet de yargılanmış oluyor. Türkiye’nin bu noktaya düşeceğine inanmıyorum.
Fikri, eleştirel, sanatsal ve felsefi argümantasyon hakaret değildir. Bu tür
bahanelerle ifade özgürlüğünün ortadan kaldırılmasını kınıyorum.”
0 YORUM:
Yorum Gönder