uçmak
edepsiz portakal
Fotoğraf buradan alınmıştır.
İyi Çocuklar ve Kötü Hikayelere Dair
''seni anlatabilsem seni,
iyi çocuklara, kahramanlara.''
Sonra şikâyet etmekle olmaz, anladım. Başladım anlatmaya.İyi çocukların korkudan ödleri patladı, öyle çok ağladılar ki. İşin fena yanı, korkularını yenmek için kötü olmaya karar verdiler. İyilikten vazgeçtiler.
Sıra geldi kahramanlara. Bizim hikâyemiz hiç mutlu etmedi onları. Hikâyeleme yeteneğimin gücünden mi yoksa yaşadıklarımızın absürtlüğünden mi bilmem, onlar da kahraman olmaktan vazgeçtiler. İnsanlığın buna değmeyeceğini söylediler üstelik bana. Yani ne gereği vardı ki canavarlarla savaşmanın, bombaları son saniyede imha etmenin, kötüleri bile kurtarmak için hayatlarını tehlikeye atmalarının? En büyük acıları birbirlerine yaşatmakta ısrarlıydı insanlar.
Anlattıklarımın iyiler ve kahramanlar üzerindeki olumsuz etkilerini görünce ,ben de başkalarına yöneldim haliyle. Anlatmalıydım seni, dipsiz kuyulara haykırmalıydım illa.Gittim namussuza, halden bilmeze, kahpe yalana. Burası artık böyle dediler, ne varmış ki bu kadar üzülecek bunda.
Vazgeçtim anlatmaktan, vazgeçtim işte.
Oysa çocukken bile büyüyünce prensle evleneceğime inanacak kadar ahmak değildim. Fakat büyüyünce bir şey oluyor insanlara.
Kim deli değil ki? Neden itiraf edemiyoruz ruh sağlığı denen şeyin kocaman bir saçmalık olduğunu kendimize bile? Din felsefesi dersini kocaman okuldan sadece iki kişinin seçtiği bir dünyada nasıl delirmememi bekleyebilirsiniz? Nerden gelip nereye gittiğiyle ilgili tatmin edici cevapları olmadan, burada ne yaptıklarını bilmeden yıllarca yaşayabilen biz insanlar mı doğanın en zeki yaratıklarıyız?
Hayvan olmadığımıza dair en sağlam temelimiz bu mu?
Hayır, güzel kız. Sen buraya beğendiğin tüm ayakkabıları alabilmek için gelmedin. Küçük çocuk, dünyada var olan tüm çikolataları yeme hayalin bir kaç yıl sonra seni hayata bağlamaya yetmeyecek. Tonton amcam benim, sen emekli olunca geleceği yok güzel günlerin. Hem aynı hataya evlendikten, karın doğum yaptıktan, çocukların da evlendikten vs. sonraları için de düşmedin mi? Hey sen çekici oğlan! Uzun bacaklı tüm kızlarla yatmaya yetmez ömrün. Yarına tutunabilmek için başka bir sebebi olmalı insanoğlunun.
Ve benim payıma düşen zaman da, sorularımı cevaplandırmaya yetmez; farkındayım.
Bizi çıldırtan, soru sormak yerine saçmalıklara inanmak aslında; farkına varın!
Überman Sevgilim
Adın ... senin.
Yemeye doymadığım şey kelektir benim.
Kafiyeli ve uyduruk bir şiirle
Seni irrite etmek değil inan niyetim.
Sen ki her halinle Überman'sın sevgilim.
Moliere'den yok eksiğin.
Belki de bir Sheakespeare'sin.
Üretmene gerek yok,
Varlığınla şahesersin.
Öte yandan (Herkesi kıskandıracak kadar da)
Zekisin.
Pekiyidir tüm derslerin.
Bilsen ne parlaktır kariyerin.
Tabula rassalara sığmaz CV'n.
Araya atmasyon sözler katsan da
Dillere destandır felsefe bilgin.
Büyülüyor herkesi entelektüelliğin.
Sen ki her halinle Überman'sın sevgilim.
Herkesin bilmediği şeyler vardır cicim.
Bu korkudan mıdır yanımdayken apolitikliğin?
Oysa Msn'de gerçek bir siyaset bilimcisin.
Sanırım Vikipedia'dır kaynağı e-politikliğinin.
Yine de bu küçük ayrıntılar, küçük komplekslerin
Ya da kibrin, çok bilmişliğin
Mükemmelliğini zedeleyemez senin.
Mizah dünyası için bir devrim
Sıradan insanların anlayamamasıyla övündüğün esprilerin.
Öndeki çürük dişine rağmen
Gülüşün ne karizmatik ve seksi sevgilim.
Hele bir de o şarkı söyleyişin!
Hayranlık uyandırıyor tizden pestenkeraniye geçişin.
Elit edebiyat anlayışın bu benzetmeyi klişe bulacak ama
İnan bülbülleri kıskandırır sesin.
Sen ki her halinle Überman'sın sevgilim.
Hem kültürlü hem zenginsin.
Kocaman bir holdingin biricik varisisin.
Gözleri kör olmalı sana çirkin diyenlerin,
Benim için dünyanın en güzelisin.
Beyaz atın yoksa da üzülme.
(Vardan yoktan anlamalı kadın dediğin.)
Sen benim beklediğim prenssin.
Erdemli bir insansın olmasa da imanın, dinin.
Elbette vardır tanrıya inanmamak için nedenin
Hem kendini hem de bizi tanrının ta kendisi olduğuna ikna ettin sevgilim.
Ah unutmadan!
Narsistlik de başka bir meziyetin.
Fakat seni ayıplamaya varmaz dilim.
Ben ki İtalya'yı çizme sanan türdenim.
Geçtim yaz tatilini Avrupa turuyla değerlendirmeyi,
Pasaport çıkarmak için bile yok meteliğim.
Sense ezbere bilirsin coğrafya ve tarihlerini tüm memleketlerin.
Opera, golf, piyano çalmak, yatla denize açılmak senin hobilerin
E bu kadar burjuvayken hiç gereği yok mütevaziliğin.
Sen ki her halinle,
Hem de hem de her halinle,
Überman'sın sevgilim.
Gidelim Buralardan
Yollar yolculukları çağırdı önce ve bana gitmek düştü. Kolaydı her şey, düşünmek düşünürken yapılacakları sıralayıp yarını güzel umut etmek. Yaşanılacaktı görülecekti, yeni yollar yeni kentlere salacaktı anlam arayan bedenimi. Ve sonra yeni insanlar ve umutlar girecekti hayatıma. Bunca yıldır topallayan hayatım tekdüzeliğinden arınıp yeniden can bulacaktı. Öyleydi, öyle olmalıydı. Umut etmek insanı girdabından çıkarıp yeni mutluluklara sevkediyordu. Yollar aşıldı, yolculuklar
tamamlandı. Gelinen kentlerde sonuç hep aynıydı. Yeni insanlar yeni sokaklar, yeni bir hayat.. bu beklenendi, ya ötesi? Yenilikler yeniği getirmemişti ki hayatıma. Ben yine bilinen o eski topal martı yine aynı şarkılarla ağlıyor ve yine aynı nedenden kadeh kaldırıyordum hayata. Hayat geçmiş ve gelecek arasındaydı. Bugüne yer yoktu. Yarından tezi yok düne geçmeliyim, dün yaşanmış ve bitmişse geleceği ümit etmeliyim, ya da dünü özlemle anarken geleceği kurgulamalıyım. Allahın cezası bugün yok işte... Ne satırlarımda, ne dinlediğim şarkılarda, ne tanıdığım insanlarda ne bu kentte, ne de yalnızlığımda. Bugündü beni yalnızlaştıran, olamayan bugünler yaşayıp kendimden yalnızlaşıyordum. Olmamış günlere hayaller kurarken bugünü düşüncelerimde hapsediyordum. Ne öteye gidebiliyordum ne de geçmişe tutunabiliyordum. Yaptığım şey yalnızca sendelemekti. Biraz olsun kurtulmak niyetiyle sarıp sarmalıyordum başka yaşamları. Beraber gülünüp beraber ağlanan sofralardan bir başıma ayrılıyordum. Payıma hep yalnızlık düşüyordu. Suskunluk yalnızlıkla bütünleşince çekilmez bir hal alıyordu. Orada olunamayan yerlerde orada onlarla olmak istediğim insanlar yarım bıraktıklarımdı, düzmece yaşamlarından bir solukta okunacak kadar ustaca yalanlar türeten o insanlardı. Ben hep yarını düşlerken, inanırken, ağlarken, şarkılar söylerken, yeminler ederken, düşerken, tutunacak bir el ararken yalnız bırakıldım...
Melankolik Kusmuklar
Ama ben ilk defa ‘Aşık oldum.’ diyorum. Aslında bu da klişe, bu da milenyum insanının geliştirdiği başka bir yalan. Her yeni ilişkide ‘Aşk buymuş meğer.’ deyip, geçmişimizi inkar etmiyor muyuz sanki? Geçmişle birlikte gidenler bizi duyup canları acıyacakmış gibi… Hatta bazen bu tür ufak tatmin olma oyunları için bile değil, sırf yalan söylemenin verdiği hazza erişmek için karşımızdakini ilk aşkımızın o olduğuna ikna etmek için de kullanmıyor muyuz bu cümleyi?
Ekolojik felaketler, gürültü kirliliği, dahası gündem kirliliği vs. derken bir de başımıza bu belayı açtık işte: Duygu kirliliği! Şimdi bu karmaşa ve kuru gürültü arasından duyur sesini duyurabilirsen.
Zamanında aşkı ağzına alanlara hak ettikleri cevabı vermediğimizden, aşık olma trendine modaya uyum sağlamak için kapılıp gittiğimizden, sevgililerine dair hayal kırıklığına uğrayıp derbeder pozlarına girmiş dostlarımızı laf olsun diye teselli ettiğimizden hak ettik belki de biz bunu. İşte bu yüzden eğreti duruyor artık ağzımızda en güzel şiirler. Seni seviyorum derken birine, sahici gelmiyor söylediklerimiz. Sanırım kendimizi hep bir film ya da roman kahramanı olarak düşlediğimizden… Bu azaptan ya da bizi dört yanımızdan kuşatmış sıkışmışlık hissinden kurtulmak için daha fazla saldırıyoruz sevda sözlerine. Daha çok dilimize doluyoruz, kelimelerin eksikleri doldurma, palavraları gerçek kılma gücü olduğuna inanarak.
Peki inanıyor muyuz söylediklerimize? Söylenenlere? Bize artık kimsenin inanmaması mı canımızı bu denli acıtan? Sanrılarımıza ya da yaldızlı düşlerimize rağmen mi yüzümüze çarpıyor yedi milyar insanın yaşadığı şu dünyada ne yaparsak yapalım gerçekten sevmeye değer birini bulamadığımız gerçeği? Bir şeyler yaparak aşka sahip olabileceğimiz masalını bize ilk anlatan kimdi ki? Karşı cinsi elde etmenin on altın kuralı, erkekleri-kadınları baştan çıkarma kılavuzu vs. kitaplarıyla beynimizi ve dahası ruhlarımızı yıkayanlar kimlerdi?
Ben aşık oldum. İlk defa. Bildiğim taktikler, kurallar, başkalarından dinlediğim tecrübeler, kendi yaşanmışlıklarım, ezberlediğim Nazım şiirleri, izlediğim filmler yetmiyor. Kendimi ifade edememenin verdiği çaresizlik değil hissettiklerimin aşk olduğuna beni inandıran. İmkansız aşklar oldum olası ilgimi çekmedi. İmkansızlık sadece başlamaya yarar. Heves de öyle. Tutku da öyle. Heyecan da öyle. Ama ya gerisi? Gerisini getirmek için fazlası lazım. Nereden öğrendim bunları bilmiyorum, ama biliyorum. İşte böyle sinir bozucu paradoksal bir durum.
Bana farklı, size aynı; benim için sıra dışı, sizin içinse alışılmış olan bu durumu tiksindiğim bayağılıklara düşmeden anlatabilmek isterdim. Kendi cümlelerimle olması şart değil. Ama bu tür durumlar için söylenenlerin bu kadar çok kullanılmış olması ve kullanıldıkça yaratıcılarının onlara yüklediği anlamların böylesine hoyratça çalınmış olması canımı sıkıyor. Çünkü ben de sizin gibi, dağarcığımdaki tüm güzel şarkı ve şiirleri her sevgilime okuyup, sonrasında hepsinin tepkisini, yüz ifadesini birbirleriyle kıyaslayanlardanım. Bir de gelmiş ilk defa aşık oluşumun şerefine ilk defa okuyacağım bir şiir bulamadığım için yakınıyorum. Üstelik tılsımını yitirmiş kelimeleri ve aşkla geviş getiren insanoğlunu suçluyorum. Ama…
‘‘Bu kadar sevgiyi tek başıma ne diye içimde tutayım, ‘Al az kenarından da sen tut.’ demek istiyorum. Herkes içini, yalnız içine dökmez ne de olsa. İşbu sebepten, içimi ortalığa sere serpe dökmek istiyorum işte.
Ah, lafı uzattıkça uzattım. Akıl ve ruh proletaryasının akılsız bir neferiyim işte.
Kelimeler, albayım, bazı anlamlara gelmiyor.’’
trajikomik vaka
chris cave'in diğer maceraları için burayı tıklayabilirsin.
fotoğraf buradan alınmıştır.
Sıkılan Kulun Duası
Şu an dünyadaki pek çok insan sana sesleniyor olmalı. Ben bir değişiklik yapıp yazarak sesleneyim dedim. Umarım çoğunluk dikkate alındığında farklı olan bu değişik hitap biçimi hoşuna gitmiştir. Hoşuma giden şeylerden bahsetmeyeceğim için, sana da bulaştıracağım can sıkınıtısını asgari düzeye indirgemek adına, bu yolu uygun gördüm aslında.
‘Sorunun ne ey kulum?!’ mu dedin, bana mı öyle geldi tanrım?
Ortalık bu denli kalabalıkken hemen cevaplıyorum sorunumu tanrım: Sıkıldım. Beni kurtar. Amin.
‘İyi ama neden sıkıldın?’ mı dedin, bana mı öyle geldi tanrım?
Peki ortalık hala çok kalabalık, kulların senden bir sürü şey istiyor. Ama madem uzun zaman sonra ben mecbur kaldığımdan da olsa sana geldim ve sen bir değişiklik yapıp benimle ilgilendin, hemen sıralıyorum nelerden sıkıldığımı.
Şu an milyonlarca insan birilerini arıyor, birbiriyle konuşuyorken onun beni aramamasından sıkıldım.
Mucize denilemeyecek kadar sıradan şeyler için günlerce sana yalvarmaktan ve boş yere beklemekten sıkıldım.
Yeni anayasa tasarısı, hapse atılan çocuklar, BP’nin Meksika Körfezi’nde neden olduğu felaket, bu yıl buğday veriminin az olması, tüm mücadeleme rağmen her yanımı ısırmaya devam eden ölümsüz sivrisinekler vs. gibi üzülmeye değer onca sorun varken; kendimi sürekli onun için üzülürken bulmaktan sıkıldım.
Herkesin mutluluğun ve mutsuzluğun merkezine aşk dedikleri bir şeyleri koymasına içten içe öfkelenirken, bu güruha dahil olmamak için harcadığım çabaların boşa gitmesinden de sıkıldım.
Şimdi bana içinden ‘Hadi len!’ diyeceksin belki ama Tutunamayanlar’ı okumaktan bile sıkıldım.
Ayna karşısında çalışılarak edinilmiş pozlardan sıkıldım.
Olay akışı klişe hikayelerden sıkıldım.
Mutlu son saçmalığından sıkıldım.
Hayat derslerine dair nutuklardan sıkıldım.
Tecrübelerimizden yola çıkıp kendimize sınırlar, tanımlar ve staratejiler belirleyip; sonrasında ‘Ben feleğin çemberinden geçtim.’ edasıyla kendi yanlışlarımızı/doğrularımızı başkalarına anlatmalarımızdan sıkıldım.
Kullarının hayata dair bir bok bilmediklerini kabul edecek cesarete sahip olamamasından sıkıldım.
Ninemin duymayan kulaklarından sıkıldım.
Babamın doymayan karnından sıkıldım.
Kardeşimin yaptığımız güreş turnuvalarında her defasında beni yenmesinden sıkıldım.
Pembe dizilere taş çıkartacak cinsten bol atraksiyonlu günlerden sonra tek heyecanımın sigara içerken babama yakalanmak olmasından sıkıldım.
Astım krizlerinden sıkıldım.
Ayrılık tiradlarından sıkıldım.
Hobi olsun diye mutsuz olan insanlardan sıkıldım.
En büyük acı benim acım sendromundan sıkıldım.
Esas oğlan-esas kız ikilisinden sıkıldım.
Herkes yakınırken onlardan beni ayıracak bir yol bulamamaktan sıkıldım.
Narsistçe gelecek ama kendimden bile sıkıldım.
Gel gör ki; onu özlemekten sıkılmadım.
Acilen şaşırmaya ihtiyacım var tanrım.
Amin.
Çay Tabağı
ölmeden uyanmalıyım
düşerdi rüzgar
eti kemik geçerken
düzüşen filler
chris cave'in diğer maceralarını burayı tıklayarak okuyabilirsin.
fotoğraf buradan alınmıştır.
Boş
Boştu evet, hissettiğim tek şey boşluktan ibaretti. Düşmek gibi değildi, böyle karanlıkta falan düşmeye benzemiyordu yani. Bir şey hissettiğimden de emin değildim aslında. Sorun da buydu işte, hissedecek hiç bir şeyin olmamasıydı aslında. Kızabilirdim, çok kızabilirdim. Oturup sabahlara kadar ağlayabilirdim, gülüp geçebilirdim, üstüne saatlerce düşünebilirdim. Olayı sil baştan, tekrar tekrar yaşayabilir, kusurlarımı, kusurlarını bulabilirdim, kafamda bir haklı bir haksız çıkarabilir ya da en azından, haksızı bulmasam bile, kimin birazcık daha haklı olduğunu kuşkusuz söyleyebilirdim. Dur diyebilirdim, yapma böyle, yapmayalım böyle… Yormayalım birbirimizi, üzmeyelim, uzatmayalım, sensizlik canımı yakıyor, sen uyurken bile yalnız kalıyorum ben, bu şekilde gidişin ise çok acıtıyor, yapma. Şu boşluk durumu, hiçbir şey hissedememe hali olmasaydı diyebilirdim bütün bunları.
Ses yükseltme dahi olmadan, tartışılmadan, o kapıdan arkanı dönüp sakince çıkışın olmasaydı eğer ağzımdan çıkardı belki o cümleler. Konuşmasam bile en azından hissedebilirdim gidişini. Canım yanabilirdi, üzülebilirdim, hala düşünüyor olabilirdim. (Hala düşünüyor olmasam şu an bu cümleleri dile getirmeyeceğimin söylenmesi bunu kabul etmeme neden olmayacağı gibi sinirle parlamamdan başka bir işe yaramayacağı için sesli söylemeyi bırak bu cümleyi içinden bile geçirme lütfen.) ah, evet sana gitme diyebilirdim. Çıkma o kapıdan.
Ama sen o kapıdan çıktın, ben de arkandan seslenmedim. Herhangi bir sıfatla tanımlanamayacak kadar normal adımlarla uzaklaştın tam karşısına koltuğu koyduğumuz kapıdan, ben de uzaklaşmanı izledim kapının tam da karşısına koyduğumuz o koltuktan. Bir sürü şey yapabilirdim de, yapmadım işte. Ağlamadım da, sen giderken ağlamadım. Mutfağa gidip bulaşıkları yıkadım sadece. Ardından mutfağı temizledim, tencerelerin olduğu dolabı düzenledim, bilirsin bir türlü düzgün durmaz o raftakiler. Yetmedi bütün evi süpürdüm, ardından sildim. Kıyafet dolabımdaki her şeyi yere indirdim, tek tek katladım baştan. Gömleklerimi eteklerimi ütüledim, tekrar askılarına astım. Bunlar da bitince banyoya gittim elimde çamaşır suyu, cif, bilumum temizlik malzemesi sırılsıklam olana kadar banyo temizledim. O kadar banyoyu temizledikten sonra bir de duş aldım, sonra bornozumla geri dönüp sen giderken oturduğum koltuğa oturdum, içim hala bomboş.
Oturdum orada, saçlarımı taradım ve bekledim. Bilmiyorum ama ne kadar bekledim, ama saçlarım kupkuruydu uzun süredir beklediğimi fark ettiğimde, içim de boş değildi artık. Fiziksel acıyı her zaman geçen can acısıyla doluydu artık. Yerimden kalkacak gücü bulamayınca, koltuğa uzandım ve uyudum. Yüz yıl uyuyan güzeli hatırladım uyandığımda. Onun da uzun sarı saçları vardı, gerçi onun parmağına iğne battı diye uyumuştu ama olsun prens uyandırıyordu onu da. Onu da mı? İyi de beni kim uyandırmıştı?
“Dün burada uyumuşsun yine, sabah sana uğramasam ne olacak bu halin? Hem ne oldu kâbus mu gördün yine?”
“Sen… Sen gitmemiş miydin?”
“Bana git dedin. Ben de gittim, geri gelmeyeceğim dememiştim ki…”
Hakikaten, bana geri gelmeyeceğim dememişti ki…
ve koşarız
sistematik kokain
Sahi, ne diyordum ben?
Kha*. Altın renkli kham. Yanıma yaklaştığında, her nefes alıp verişinle burnunun çevresinde uçuşan altın rengi tozları görebiliyorum. Üstelik kanatların da var, altın rengi. Kanatlı kha olur mu? Oluyormuş demek ki. Belki de hep uçup gitmek, kaçıp gitmek, yok olup gitmek isteyiş nedenimdir o kanatlar, feribotta varlığını ilk fark ettiğimde aynı gözlerden izlediğimiz martılar değil de… Yeni de uyanmışım, zaten altın rengine alışamıyorum bir türlü, gözlerimi acıtıyor parlaklığın. Üstelik sen benim en kibirli, en küstah, en kendini beğenmiş, en ukala ve en itici yanımsın. Öyle alaycı bakma bana karıştırmıyorum, itici olan sensin, küstah olan da sensin. Ben cüretkâr olanımızım, farkı büyük. Kanatlarını da açmışsın uçmaya ihtiyacın olmadığı halde. Sırf gösterişsin be güzelim. Ama hakkını vermeli, çok güzelsin. Gösterişi hak edecek kadar hem de.
Üstelik üç dakika önce intihar süsü vermek için yanlış açıyla kestikten sonra bileklerimi sandalyeni de tam karşıma koymuşsun. Ben mi? Ben yerde oturuyorum, sırtım duvarda. Mecalsizce iki yana düşmüş ellerim, kanıyorum. Ah, bir de sigara içiyor olsaydım… Bir film sahnesini hatırlatıyor bu bana. Karizmatik esas oğlan bileklerini kestikten sonra kendi kanında sigara söndürüyordu hani, Lucifer’a “Lu, what took you so long?” diyordu hatta. Ölmüş bitmiştik beraber. Ne kadar hoştu, ne kadar şahaneydi, Lucifer’a Lu diyordu, nasıl bir şeydi o öyle hatırladın mı? Hayır, hayır yine yanlış anladın, bizim sahnemiz tabi ki komik, karizmatik olan John’du. Bak yine dinlemiyorsun beni. Hem John cüretkârdı.
Beş dakika önce kestin bileklerimi. Yan yana birbirimize dokunmadan aynı gözlerden bakan iki farklı hayat sürebilirdik hâlbuki. Bak gülüyorsun yine! Gülme bana! Kabul et ben bitince sen de yok olacaksın. Hadi kendini öldürmek niyetindesin de benden ne istiyorsun? Hem John dedik de, çok yakın bir zamanda Neo’yu izlediğim geldi aklıma. Daha senin varlığından bihaberken Cine5’te onu ilk izleyişimizi hatırladım. Filmin sonunda kurşunları durdurmuştu hani. Hatırlıyor musun? Aa, evet haklısın. Aynen söylediğin gibi, bir yazı okumuştuk, kurşunlar namludan çıktıktan sonra şekillerini kaybedermiş, yönetmeni bu konuyla ilgili eleştiriyordu…
Sanırım ben kendi çapımda seninle sohbet ederken yedi dakika geçti bileklerimi kesişinin üstünden. Vazgeçmeyeceksin yani, öldüreceksin bizi. Sen yaşamaya devam mı edeceksin? Güldürme beni, böyle saçmalıklara inanıyor olamazsın. Bu arada Lucifer dedik de aklıma Sam ve Dean Winchester kardeşler geldi. Dean cehennemdeydi en son, hatta Lucifer dünyaya gelebilmek için Sam’in bedenini kullanacakmış. Onlar da yarım kalacak senin yüzünden, izleyemeyeceğim… Bana daha güzel hikâyeler mi vaat ediyorsun? Ölünce mi? Huri tasvirlerinle beni kandıramazsın, ben bir kadınım, senin aksine lezbiyen de değilim üstelik. Hem bence senin bahsettiğin tanrı cennetinde lezbiyen ilişkiler istemez, senin tanrın, hm, biraz… Biraz muhafazakâr sanki… Kadınlar için erkek huriler vaat etmeyişi bunu gösteriyor bana göre.
Dokuz dakika oldu. Sen bileklerimi keseli tam dokuz dakika geçti. Benim tanrım mı? Benim tanrım kendimi öldürmediğimi, bileklerimi kesenin sen olduğunu anlayacaktır. Hem lezbiyenlerden rahatsız olmaz o, sadece lezbiyenler mi bütün homoseksüelleri sever. Onlar da benim tanrımın çocukları. Transseksüeller de, transgerderlar da. Onları da seviyor evet. Beni mi, beni de seviyor. Üstelik yakında kan kaybından şoka gireceğim, sonra öleceğim. Gerçekten öleceğim galiba? Daha önce ölebileceğimi hiç ciddiye almamıştım. Acaba hata mı ediyorum? Hani bu kadar fanatiği bu kadar inananı olduğuna göre şu meşhur kutsal kitaplardan biri doğru olmalı. İnsanlar bu kadar cenneti aradığına göre, bu kadar korktuğuna göre… Hepsi bir yalana inanıyor olamaz değil mi?
Gerçekten öleceğini anlayan insanın iman etmesi durumunu mu yaşıyorum sence? Evet, haklısın. Yanacaksam bile başım dik gitmeli, öyle yanmalıyım. Hem belki arafa düşerim, baba oğul ve kutsal ruh üçlüsü haklıysa. Hiç vaftiz edilmedim çünkü, günah da çıkarmadım. Ama boşa atıp tutmamalıyım sanırım, hiç İncil okumadım. Bir pederle de konuşmadım, filmlerden bildiğimiz kadarıyla da yorum yapamayız herhalde. Hem, ölümden sonraki hayattan bahsetmek biraz da boşuna değil mi? Hangi yorumu yaptığımız nasılsa değiştirmeyecek ölümden sonra olacakları. Öldüğümüz an anlayacağımız ve haklı çıkarsak geri dönüp nanik yapamayacağımız şeyler üzerine neden tartışalım?
Ah, sakın bana tartışma sebebimiz haklı çıkma isteği değil deme, sakın bunu söyleme bana! Biriyle tartışırken, derdimiz onu ideaya mı ulaştırmak sence? İyi insan olmak, gerçeğin bilgisini yaymak falan hani. Yapma allasen. Çok, çok büyük oranla tartışma sebebi haklı çıkmayı istemek, doğruyu senin bildiğini kanıtlamak, egonu tatmin etmektir. Ne kadar inkâr edilirse edilsin böyledir bu. Üstelik uykum geldi. Ölüm böyle uyku gibi mi gelecek yani? Uyuşan vücudum, gördüklerini algılamakta güçlük çeken gözlerim, tatlı tatlı gelen uyku… Zaten bu iş de böyle yürümezdi aslında, ama… İyi de sen böyle dedikten sonra ne gibi bir karşılık… Üstelik böyle altın renginde parlarken… Hem… Bir dakika… Ben sanki…
Sahi, ne diyecektim ben?
*Eski Mısır dinindeki inanışlara göre, insanda, biri Ba, biri Ka adını taşıyan iki ruh vardır. Bunlardan ikincisi, insan öldükten sonra varlığını onun heykelinde sürdürür.