huşu



Bedenim ağır ağır irkiliyor her bakışlarında, içimde bir ürperti, sonsuzluğu çoktan aştım; kocaman bir kasvet ilerideki. Hızlanmasından belki zamanın, daha erken karanlık çökmeler; göz bebeklerinin büyümesinden her yerin loşluğu; can, insan içindeki sürekli atan.
Tene sürtünen keman yaylarından hep kanamalar, süzülürken en dibe doğru, yalarken geçmişi ve iz bırakırken soluklanmadan; kafesi deniliyor adına yakışır bir şekilde göğüs, tepelerden koşarken aşağılara, huzursuz bir deprem oluyor da inip kalkıyor yer, toprak olmadığı kadar kuruyken ırmaklar fışkırıyor her bir hücreden, kayganlaşıyor evren, dünya küçülüyor.
Tek tek dinlenmeye başlıyoruz yarıştığımız kulvarda, tuvallerin üzerinde gezerken parmaklarımız, tiner kokusu yakarken ciğerlerimizi, yukarılarda bir varlığı ararken gözlerimiz, tüm soruların yanıtlanmadığı bir tanrı seçerken kendimize, uzaklardan gelen seslerin kaynağını ararken bir de, gittikçe yaklaşan huzurun ta içinde bulurken kendimizi, diş kavuğunu doldurmayan umutlarımız azar azar tükenirken belki, düşlerimizin peşinde sarf ettiğimiz bilinç ve yarınlara uyanmak kâbuslarda.
Nefesimiz değerken coşan suların kaynağına, uzun uzun içe çekeriz karşımızdakini; sürerken yenikliğimiz yelkovanlarda bir koşturmaca, kısaldıkça yitiyoruz her vakit, yoruluyoruz.
Kımıldıyor sanki, hızlanan kalbimiz tutsaklığını hissediyor, çaresiz; dokunuşların hükümdarlığından kaçmaya çalışıyor bakışlar; ölümsüzlüğü bulma çabasında sona yaklaşırken duruyor zaman, umut hiç olmadığı kadar uzak.
Kaburganın sertliğini gölgede bırakırmış gibi kaplanan bir vücut üzerine, usul usul geçerken; her inip yükselişte duyulan iniltiler, boynun geriye çekilmesi ve yere değen her bir saç teli. Aktıkça alnın gerisinden ta derinlere, gölgelerinde saklanan gerçeklerin bir bir yitmesi, sarp kayalıklara çakılan her bir uzuv, sonrası keder, sonrası kasvet.
Lire dokunan tırnakların kırılışıyla sızlanan bedenler, ayak seslerine karışan her bir çığlığa inat yaşamayı sürdürebilen sahiplerinin ne hissettiğini anlatmaya çalışırken duyulan korku, saygının giderek azalışı bu; sanki soğuk bir kış günü yere dökülen kar tanelerini yakalama çabası, neşterin derinlemesine teni çizdiği yerin yavaş yavaş aldığı renk gibi, yavaş, sessiz, kırmızı.
Şemsiyeler açılır bir kalkan gibi göktekine, içte duyulan huzursuzlukla yere inen her baş, toprak kokusuna bulaşan her anda durgunluk; anlatamamak.
Ölü canlarıyla karşımıza geçip pis sırıtışlarını gözümüze sokar gibi sergileyip salyalarını akıttıkları her dakika, ellerinin apış arasında gidip gelmesi bu; ayıp olguların çıplaklığın çok ötesinde durup, bize sahip olmalarına izin vermemizi kolaylaştırıyor. Sonrasında pişmanlık çoğalsa da benliğimizde, biz, kendi çabamızla başkalarının düşüncelerini yıkmak için çırpınıyoruz. Onlar gülüyor.
Yürüyoruz. Parkamızın eteklerini uçuran rüzgâr silmek için uğraşırken geçmişimizi, nefsimizi korumak için tütüne sarılıyoruz. Unutmak için.
Işık huzmelerinin tene düşmesini izliyoruz, her soluğumuzda biraz daha yaklaşıyoruz sahip olduğumuza, onun karşısında duyduğumuz korku, saygımızın gerisinde duruyor, bakışlarımızı kaçırıyoruz.
Yukarıdan seyrediyor, onun yerinde olsak ölümümüz yükseklerden kendimizi ortamıza düşerek olurdu, yarattığında kendini yok olmama şartını koşmasaydı tabii.
Mezar taşının üzerindeki karları elimizle silerken gördüğümüz kendi ismimizin verdiği korkuyla, sabun köpüklerini okşuyoruz kadınımızın bedenindeki.
Aynadaki aksimize bile anlatamazken düşündüklerimizi başkalarının bizi anlamasını beklemekten yorulduğumuz vakit susuyoruz.

Görsel buradan.

paylaş:

0 YORUM:

Yorum Gönder