Son Gemi ya da Güneşin Arkasından Gelen Kadın

Terk edilen köylerin sonuncusunu gördüm, kalbi kırıkların bütün ayrıntılarını izledim. Yürüdüm, ayazda ve sıcakta. Hiç yemek yemedim, hiç su içmedim. Aklıma gelmedi hiçbir şey. Kendimi bıraktığım bu boşluğun mesafesi ancak günlerle ölçülebiliyordu. Zamanla aynı düzlemde değildik onun büyüklüğünü görebiliyordum yalnızca. 

Yürüdüm, aydınlıkta ve karanlıkta. Hiç terlemedim, hiç korkmadım. Her hikaye bir başka deneyimi içine hapsediyor ve biriktiriyordu. Yürümekten hiç yorulmadım. Bir patika çıktı karşıma, ot bağlamıştı her yanını. Sakince ezdim adımlarımla. Kavakların ve söğüt ağaçlarının arasına bıraktı beni. Direndim, kulağıma dokunan ırmağın sesine yaklaşmayı seçtim. Kuş sesleri, sürüngenlerin yapraklarda bıraktığı ses, ağaçların gümbürtüsü, gökyüzünün ayaklarımın altında bıraktığı izleri duyuyor ve izliyordum. Irmağa geldim, ırmakta bana geldi. Yattığı yataktan korkuyla sıçradı etrafına bakındı. Irmağı sakinleştirdim bir kadının saçlarını okşar gibi okşadım karnını. Irmağın yumuşak karnı her zaman yatışmaya meyilli olurdu, buna güvendim. Kendi eksenim etrafında dönüp ırmağı üzerime sardım. Üzerimde iyi durmadı, bıraktım tekrar yatağına. Çok soru sordu ırmak, kuruyan her yerinin ne yaptığını sordu. Benim neden yanında olduğumu sordu. “Bilemiyorum” diyemedim. Beni erdemli ve bilge sanıyordu. Sorular sorup cevaplar aldıkça, cam gibi parlıyordu içi kristalleşiyordu sanki. Ben ise yalanlar söylüyordum ona, içinin parlaklığı her yalanımda daha da parlıyor ve kendimi o parlaklığa kaptırmamak için zor tutuyordum. Görünenden alınan hazzın doruğu her cümlemde biraz daha yükseliyordu. Korkular ekliyordum anlatıma, heyecanlar ekliyordum, Dünya’nın yalnızlığını ekliyordum. Balıklar bana yaklaşıyordu. Sanki ırmağın kulakları oluyorlardı. Konuşmayı bırakıp soyunmaya başladım. Son sürat uzaklaştı balıklar ve yavaş yavaş ırmağın soğukluğuna bıraktım bedenimi. Kabul etti bedenimi, iyice sardı ve temizledi. Gitmem gerektiğini biliyordu. Yol gösterdi bana, uzakların uzaklarına nasıl gideceğimi anlattı.

Yer ve yön bulmayı hiç öğrenemedim. İhtiyacım olmadığını düşündüm bütün hayatım boyunca, takılırım bir şeyin arkasına götürdüğü yere kadar giderim diye düşünüyordum. Ama yağmur yağıyordu, yolun gösterdiği uzaklığa bir türlü ulaşamıyordum. Arazi engebeli, debdebeli ve içinden çıkılamayacak kadar sertti. Yağmur karanlık bir fırtınaya dönüştü. Ayaklarım gidiyordu, kendimi kaptırdığım bu gerçek beni ürkütmeye başlamıştı.

Çok uzaklardan gördüm şehrin ışıklarını. Tepemde patlayan şimşekler ışık oluyordu. Islanmanın ne demek olduğunu öğreniyordum. Patika yollarda bıraktığım ayak izleri benden sonra o yollara girecek herkesi umutlandıracaktı. Artık bileceklerdi birinin sarp dağları, çağlayanları, patlayan volkanları ve nicesini aşıp geçebileceğini.

Ne geldim ne gittim. Sonsuz bir daire çizdim etrafımda, evime giden yolu kilometrelerce uzattım. Döndüğümde çalacağım ıslığa odaklandım. Ateş yaktım gözlerimin içine, büyüttüm ateşi, harladım. Kanımla besleyip koca bir yangın çıkarttım. Yıllardan beri zaten istiyordum bunu yapmayı, yeşil gözlerimi koca bir yangınla kül edip unutmayı. Burnumda duman, ağzımda yanık tadı vardı. Gözlerimi yakan ateşin ağır ağır içime düştüğünü hissediyordum. Bedenimden pişmiş et kokuları alıyordum.

Şehrin sınırına gelip ilk beton yapıyı gördüğümde arkama baktım. Adım attığım her nokta simsiyahtı. Duman tütüyor, kimi yerlerde ateşler gözüküyor ama etrafa sıçramıyordu. Yalnızca yürüdüğüm yolları yakıyordum. Bunu anladığım zaman korkunç bir keder sardı bedenimi. Sorular, yıldırım gibi düşüyordu beynimin açık ara en kıvrımlı taraflarına. Reddettim cevaplamayı, reddettim bu korkunç senaryoyu.

Her yeri kavlamış, paslanmış bu şehrin gürültüsü ve kekremsi tadı midemi bulandırıyordu. Sesler yükseldi, kulaklarım patlama noktasına geldi ve her şey durdu. Büyük bir gümbürtü koptu ve her yer sular altında kaldı. Denizi içimde ve şehirde gördüm. Bu büyük mavi yok etti bir şehri. Belki de ırmak söyledi, ırmak şehrin yok olmasını istedi. Bir ihtimal ırmak yürümeme engel olmak istedi. Ama duruyordum işte, suların üzerinde durabiliyordum. Bu karanlık mavi içine hapsedememişti bedenimi.

Ateş söndü, aklımın esrikliği dindi. Karanlığın içinden bir yelkenli geçiyordu, şaşkınlıkla bakakaldım. Sanki yolunu biliyordu, gideceği yeri biliyordu. Kıyametin ortasında cesaretle son sürat önümden geçiyordu. Beni de gemiye alır diye düşündüm. Yeni bir Dünya’ya götürür diye düşündüm. Kaptanı gördüm ve bağırdım.

“Hey! Kaptan! Kaptan! Aklımı başımdan alan şu mavi denizin üzerinde kaç yıldır geziyor gemin?”

Bana baktı, mavi gözlerinin içi inançla doluydu. Belki de denizin lanetlediği bir serüvenciydi ya da bir korsan. Fırtınanın ortasında korkusuzca ilerliyordu. Almadı beni gemisine, bende binmek istemedim sonra. Yakışmayacaktım oraya, serüvenci değildim ben. Dedemi hatırladım. “Denize çok bakarsan gözlerin mavi olur, bütün yaşlı kaptanların gözleri mavidir.” demişti. “Peki” demiştim,

“Peki senin gözlerin niye yeşil.”

“Doğaya bakmaktan, dağlara bakmaktan yeşil.”

“Sen de kaptan mısın yoksa dede?”

“Kaptanım tabi ya dümensiz, rotasız, gemisiz bir kaptan.”

Yoksa dedem de mi bu gemiyi ve kaptanını görmüştü. Yeniden bağırdım, bu sefer arkasından.

“Kaptan! Kaptan! Sen dedemi tanıyor musun? O da mı gördü seni?”

Fırtına dindi, yağmur kesildi. Ayaklarımın altında şehir olduğu gibi duruyordu. Sular azalmaya başladı, Gemiyle beraber deniz de ilerliyordu. Gülümsedim. “Kendi denizi olan bir kaptan, gördüm seni.” Dünya’yı gezerken yanında denizini de götürüyordu işte.
Sular gitti, yavaş yavaş indim şehre, bir kıyı bulup oturdum. Güneş doğuyordu, Güneş’in arkasından bir kadın geldi yanıma, ellerimi tuttu önce, yanmış yeşil gözlerime baktı. Ellerimi bırakıp “Biliyorum, çok uzak denilen o yolu yürüdün sen, anlat onlara. Beni sevmenin sende yarattığı iştahsızlığı anlat. Anlat ki bilinen bilinmeyene karışsın.”

Ardından uzaklaştı, benim bir şey söylememe müsaade etmedi. Başladım anlatmaya ve anlattıkça yok olmaya. Eriyordum, anlattıkça suya dönüşüyordum. Durmadım, duramazdım zaten, su olana anlatmaya devam ettim ve karıştım denize, balıklara, daha derinlere, batan gemilere. Yola düşene ırmak olurdum belki bir gün ya da kaptanın denizine karışır hacim katardım büyük bir güçle ayakta tutardım gemisini, gidilecek yer kalmayıncaya kadar.  

*İlgili görsel Zeycan Alkış'ın güzel ellerinden meydana gelmiştir. Diğer çalışmaları için  http://www.zeycanalkis.com
paylaş:

“baban ne iş yapar?”

demir çitlerin parçaladığı bir top,
onun arkasında parçalanan çocuklar.
...
“baban ne iş yapar?”
...
sümüğü ağzında, yüreği elinde;
yozlaşmış bir dünyanın kahpe bombası,
delip geçer yüreğini,
“baban ne iş yapar?”
...
bir feryat figan;
elleri havada, ayağı toprakta.
patlamış yeryüzü ve toz toprakta,
parçalanmış bir yer süsü.
...
“baban ne iş yapar?”
jiletin ters tarafı,
acı,
sual,
sosyo-ekonomi.
...
eli ağzında ki mahzun,
hep bir fotoğraf karesi canlı.
“baban ne iş yapar?”
“hatıra bekçisidir”
geçersiz.
...
“baban ne iş yapar?”
çığlıklarla yönetseler dünyayı,
sesleri kesilir.
sırtındaki yükü,
terli,
sert bakışlı.
“binaları dikeltir”
geçersiz.
...
“baban ne iş yapar?”
çığırır bir durak için,
kesilir bir ayazın altında.
asılı 
ve tek bakışlı.
“tozunu alır gök kubbelerin gölgesinin”
geçersiz.
...
memleketin taşı toprağı kan parçası, sual bombası, tası zehir, tasması kibirli, hiç yoktan cümlelerle katleder birbirini. rüzgar tersten eser, güneş güneyden doğar, dağları denize paralel değildir.
kerpiç başlıkların, sarı toprakların iki yumrusu vardı(r). misafirperverliği kan davasında saklıdır.
...
çocuklar kan saçıyor,
boylarından büyük işlere kalkışıyor,
boylarından büyük adamlarla evleniyor.
“baban ne iş yapar?”
“hakkıdır bu taşların toprakların”
çocuklar kan saçıyor,
çocuklar çocuk doğuruyor.
...
çocuklar kan saçıyor,
boylarından büyük adamlara nefret duyuyor,
boyunlarına ip dolanıyor.
“baban ne iş yapar?”
“onundur bu yerdeki kan”
çocuklar kan saçıyor,
çocuklar çocuk kalıyor.
...
“baban ne iş yapar?”
çocuklar,
“baban ne iş yapar”
kan,
“baban ne iş yapar?”
saçıyor.
“baban ne iş yapar?”
çocuklar,
“baban ne iş yapar?”
çocuk,
“baban ne iş yapar?”
kalıyor,
“baban ne iş yapar?”
doğuruyor.
paylaş:

Pablo'nun selamı


çift gövdeli bir çitlembik ağacının kalbinden gidiliyor taşa oyulmuş merdivenleri takip ederek belki eski bir ejderhanın inine. hazinesi aranmış belli ki taşla kaplı kuyulardan.

şu paranoyalardan kurtulsam her şey oluverecekmiş gibi ama onlarsız sanki hiçbir şeyin anlamı mı kalmıyor bu arada ne. köyün üzerine tünemiş bir baykuş gibi yükselen tepeden, ahalisindeki iç içe bölünmüşlüğü, dedikoduyu, sanki zoraki yardımlaşmalarını, koca evren için belki de minicik çıkarımlarının altında yatan korkularını gördükçe ister istemez hissizleşiyor ve tekrar tekrar garip bir umutsuzluğa kapılıyorum. uçsuz bucaksız bir evren dans ediyor önümde, bense göndireği paslanmış, çatısı çam iğneleriyle, camları örümcek ağlarıyla kaplanmış bir ilkokul gibi terk edilmiş hissediyorum.
hata bende olacak ki diyorum boynunu az ilerisinde duran ikizlere doğru hafif yana eğmiş heybetli göbeğiyle sarımsaklı dağı pastel boyalar gibi akıp dans ederken, koca evrenin benimle iletişime geçmesine ket koyar gibi bir güvensizlik içinde uzanıyorum keçi pisliklerinin ve yaprak bitlerinin, karıncaların ve hatta kırkayakların, çiyanların üzerine. ısırıyorlar küçük ve kırmızı kırmızı fakat diğer yanda gökyüzünden ve ovalardan ve ormanların uçlarından süzülüp geliyor üstüme büsbütün ışıkları bir şenliğin. tam zamanında bir kırlangıç uçup geçiyor tepemden. bu beynimin bana oynadığı bir oyun mu yoksa gerçekten benimle iletişime geçmeye çalışan başka bir ben veya benden öte, beni de kapsayan ve uzun uzadıya bir çok yönden tarifi yapılabilecek kapılarda mıyım? belkide ben de dans ederek karşılık vermeliyim, kollarım ve bacaklarımdaki kızarıklara rağmen karşıki tepelerin ve ağaçların kafa sallayışlarına. şimdi diyorum uyanma zamanıdır. şu uğuldayan rüzgara açıp kanatlarını süzülmek zamanı ovacığın üstüne.
paylaş:

Tekne

Tarihsiz bir hayat güncesi,
kalabalık okyanus tekne-sesi
Gündüzsüz martılar hırçın,
geceler köpüklü yalnız
bir başına dalga değil
Sebebi,
Biraz tekirdağ bazen efes,
genelde Kavaklıdere.
Paslı demir kokusu ve ispirto
eksik kalmaz asla
çamurla yıllandırılmış
yosun kokusu, keskin.
Balıkçının hırgür sesi
hınzır dumanı üflemekten
çatallı ve yoksul.
Ölüm fermanını doldurdu çoktan.
Balıkçı mı? Belkide değil,
lakin çetin ceviz, sakalı sararmış beyaz
Tepesinde 20 yıllık hikaye
Anıyla dolu, yeşil beresi.
Dedesi gazi babası çulsuz
Bir motor sesi, sonsuz tuzlu su
ve hiç bitmeyen rüzgar sahibi.
Kanun sever yeterki çalınsın,
iki tek atar sıkı sıkı.
Üstüne harmandalı çakmaz belki ama
ufaktan bir türkü tüttürür, ciğeri kadar.
Asker kaçağı değildir ama
Sevmez savaşı,  silahı
Ağda dans eden balığı sevdiği kadar.

****

Gençliği kalabalıktır,
teknesi kıskanmasın diye anlatmaz.
Soyulmuş kabarmış tahtalarına nazaran
temizdir kalbi teknenin.
İnat hikayesidir bu okyanus güncesi
dedim ya tarihsiz.
Çok kimseler şahit olmuştur
bu ihtiyarın hızlı gözlerine
lakin şimdilerde
yalnız
günbatımında
ufku takip eder.
Heyecanlı değildir,
bazı hayatlar bitmez
vakitsiz donar.
Kendisine batmış güneşi
başkalarının gündüzünde aramaz.
Korkak değildir,
geçmişten medet umacak kadar.
Hayalperestliği çoktan bitti,
"Şu tekneyi elden geçirsek yeter."

****

Şimdilerde sessizdir teknesi,
denizi,  havası, toprağı.
Sahilde bırakır bazen benliğini
günlerce.
Bıraktığı yerde bulur sonra,
kimsecikler dokunmaz dolanmaz burlarda.
Onunda olmuştur ay izini izleyerek
geceyi bölüştüğü,
kırmızı bir ruj ve narin bir tenle.
Sahilde hep yalnız ve güçsüz dolaşmadı
bu çatlamış ve pençemsi ayaklar.
Kimi zaman ayak izlerinden,
hayal yazdıkları olurdu.
Nefes sıcaklığı lodos soğuğunda dinlendirilir
bir parça gülümseme ile servis edilirdi.
Teknesi sonbahar yağmurunda
sarı yapraklara ev sahibi.
Zamanın hatırlanmaması gereken karanlığında
tanımsız bir mum ışığı aydınlatmıştı bütün galaksiyi
.
Sonsuz kere sonsuz gün öncesinden
biraz daha eski günlerde.

***

Sahilde boş bir teneke yuvarlandı,
bir kez daha,
martılar tekne sesine uyanmıştı.
paylaş:

Göç Yolları

Göç Yolları

“Artık uzun göç yollarını kanatlarına sığdıramayacağını bilen kuş, sürüden ölmek için ayrılır. Yol, uzun uzadıya gider. Aklına eski bir mavi girer kuşun, daha önceki yolculuklardan. Bende kapatırım gözlerimi, dikkatimi dağıtan her şeyin üzerinden atlayarak o kuşa odaklanırım. Son gidişin ahengi ve tecrübesi kanımda dolaşır. Ve sabahın yedisidir. Çok dolaplı bir mutfakta suyun kaynama noktasına gelmesini, kaynama noktasına gelmiş suyu fincana koymayı beklerim. Saat sabahın yedisidir, Üstümdeki kalın hırka, üstümden dökülmektedir. Henüz uyanmış değil daha uyumamışımdır. Kuşu, düşünürüm. Kuşu düşünmekle iyi bir şey yaptığımı düşünürüm. Su kaynama noktasında esaslı bir duruş sergiler. Genel geçer yargıların, gençliğin, topyekûn bu hayatın ne kadar saçma, ne kadar karmaşık olduğu gerçeği içinde boğulup nefessiz kalmışken belime sarılmakta olan iki ele ihtiyacımı hissederim.

“Günaydın”

“Günaydın, uyuyamadın mı yine?”

“Öyküler topladım öykülerden.”

“Öyküler topladım öykülerden.” Güne böyle aptal bir cümleyle başlamıştım işte. Ve genel olarak hayatıma baktığımda “kendini yiyip bitirmenin” bütün belirtilerini yaşıyordum.  Mutfaktan oturma odasına girerken “Nesim” dedi. “Hava ne kadar güzel bugün bir şeyler yapalım.”

Açık yeşil gözlerine, incecik dal gibi bedenine uzun uzun baktım. İçimde hiç uyumamanın esareti vardı. Perdeyi açtım, camı araladım. Salonda, kanepenin küçücük bir yerine kıvrılmış açık yeşil gözlü kadına, dağılmış saçlarına yüzüne yakışan hafif kemerli burnuna ve gene açık yeşil gözlerinin kenarlarında birikmiş çapaklarına baktım. Seyrettim onu. Sanki beraber geçirdiğimiz son günmüş gibi. Sanki onu Dünya’nın uzak köşelerinden birine yollayacakmışım gibi. Sanki içinde olduğum durum unutamadığım bir rüya ya da eski buruk anıların toplamı gibi. Yanına oturdum, ayaklarını hemen uzattı. İkiye katlanmış gibi eğilip ayağını öptüm ve elimi ayaklarında gezdirdim. Bir kediyi sever gibi gezdiriyordum ellerimi ayaklarında. İçimi ısıtıyordu, yaşadığım bu normal durum. Fazlasında gözüm yoktu. Aslında vardı ama ben fazlasında gözümün olmadığına kendimi olağanca gücümle inandırmaya çalışıyordum.

“Bu sonbahar aklımı çok karıştırıyor Sema?” dedim. Sema’nın boğazı düğümlendi. Neden diye sormak istiyordu ama sormadı ve bende sormadığına sonsuz derecede bel bağlayarak bu cümleyi kurmuştum. Belki de cevabı biliyordu çünkü eskiden yaşadığı sahneyi tekrar yaşıyordu.

“Yine oluyor değil mi Nesim?”

“Sanırım,  bilemiyorum.”

“Yine o aptal depresyonlarından birine gireceksin ve kurduğumuz her şeyi bir anda 
mahvedeceksin.”

“Öyle kesin bir şey yok Sema.”

“Ben bu durumu biliyorum daha önce de yaptın aynısını ama salaklık bende. Salaklık tekrar sana dönende.”

“Lütfen, biraz sakinleşir misin?”

Ve Sema sakinleşmeyi kesin olarak reddederek büyük bir hınçla kalktı kanepeden. Giyindi. Mırıldanıyordu, söyleniyordu çünkü söylenmese ağlayacaktı. Mırıldanmak, söylenmek, kendi kendine konuşmak, kendi kendini ikna ekmek, kendini sakinleştirmek Sema’nın ağlamama yöntemiydi. Çabuk çabuk yürür, hareketleri serileşir açık yeşil gözleri hiçbir şeyi görmezdi sinirlendiğinde. Bende tutmazdım onu, kendi haline bırakırdım. “Git” demezdim. “Gitme” demezdim. Dururdum yalnızca. Ve hep tok bir kapı sesiyle kendime gelirdim. Çelik kapılar suratıma kapanır adeta suratımda patlardı. Sonra uyurdum. Günlerce uyurdum.
Uyandığımda odada eski bir yalnızlık kokusu hakimdi. Tanıyordum bu kokuyu. Biliyordum. Ara ara üzerime yapışır, uzun süre benimle yaşardı. Son gidişi de sayarken Sema üçüncü kez uzaklaşıyordu benden. İki defa beni terk etmiş ve geri dönmüştü. Kırıntılardan, kırıklardan tekrar vücut bulmaya çalışıyordu aramızdaki karmaşık ilişki. Ama gidişlerinde hep bir haklılık vardı, mahvediyordum çünkü. Elleriyle kurduğu bütün güzellikleri darmadağın ediyordum.

Şimdi ne yapmalıydım? Nerede konaklamalı, nerede durmalı, nerede hareket etmeliyim? Arkadaşım yoktu belki yalnızca birkaç tanıdık. Uzaktım kendime, uzaktım kendimle diğer tüm kişilere. Sarhoş olmak iyi gelir diye düşündüm. Hayatım boyunca yeni yerler keşfetmek, yeni insanlar tanımak gibi bir merakım hiç olmamıştı. Ne öğrendiysem başkalarından öğrenmiştim. Hızlıca hazırlandım.  Yapay akşamüstlerinin birinde daha önce kapısından Sema ile girdiğim bara girdim. Bar iskemlesi beni bekliyormuş gibi boş boş duruyordu. İçimde her şeyi yarım yamalak başarabilmiş oluşun gizemli vakurluğunu hissediyordum. Baktığım zaman her şeyi yarım yapmıştım. Ama ne hayata boyun eğmiştim ne de hayattan bir beklenti içerisindeydim. Vaktimi dolduruyordum yalnızca, alıp başımı toprağa koymak için zaman kolluyordum.

Ağzımda çirkin bir tat geziyordu. Her şey, uzun zamandır bana plastik gelmeye başlamıştı. Gecelerin üzerine tırmanıyor gündüzlerin üstüne düşüyordum.Bedenim iri iri terliyordu. Gece çıktım bardan. Boğazımda eski bir yanık kokusu. Kafamı kaldırdım, Ay’ın önünden kuşlar geçiyor. Oysa dinlenmeliydi kuşlar, uzun göç yolları vardı. Soluklanmalıydılar, benim gibi. Boğazlarında eski bir yanık kokusuyla durmalıydılar. Akıllarına eski maviler girmeliydi sürüden biraz sonra ayrılacak kuşların. Yol göç etmeye gücü yetmeyecek kuşlar için artık uzun uzadıya gitmemeliydi.

Öyle de oldu. Kadim bir tufan döndü bulutların arasından, kuşlar saldırmaya başladı birbirlerine, Ay’ın o müthiş parlaklığı önünde gözlerimin gördüğü en büyük savaş vardı. Gerçi savaş görmüştü gözlerim, izlemiştim televizyonlarda. Canlı yayın seyretmiştik bütün Dünya savaşları. Herkes unuttu o yılları. Kuşlar girmese birbirine bende hatırlamazdım.

Ve aklına eski bir mavi giren her kuş düştü gökyüzünden yeryüzüne. Artık onlar için ne uzun uzadıya bir yol ne de yaşlılığın, birazdan ölecek olmanın yorgunluğu. Sema gördüyse bu büyük kavgayı gözyaşı döküyordur boyuna. Kızıyordur kendine bir şey yapamadığı için, o hep öyleydi. Elinden hiçbir şey gelmediğinde kızardı. Sema’nın elinden hiçbir şey gelemediğinin en büyük kanıtı olarak dikilirdim bende karşısına.

Kuş gökyüzünden ağır ağır düşmeye başladı. Kuşa odaklandım. Büyük bir yıkıma sebep olacakmış gibi düşüyordu. Sema’yı düşündüm. Kuşa biraz daha odaklandım. Son yolculuktan düşüyordu. O tecrübeyle, o heybetle düşüyordu. İnecek, ayaklarımın tam dibine düşecek ve yerde açtığı çukura bende düşeceğim diye düşündüm. Kuş karşımda duran dört katlı binanın çatısına düştü. Ne yıkım oldu, ne çukur. Annemi aradım bende. Uykulu ve gecenin geç saatinde aranmış olmanın endişeyle “Ne oldu oğlum, hayırdır bu saatte?”
“Hani anne bana her gecenin bir rengi var demiştin ya, bunu düşündüm. Bence her geceye yakışan en güzel renk, yalnızlık. Ne dersin?”

paylaş:

Vargüdüsel Bir Afroizma Eleştirisi

Politik duygusallığımın afrodizyaklı tepkimesinde aseksüel patlamalar yaşadığım, zihnimin zindanlarında ideal dünya mastürbasyonları yaptığım bir gecenin 500 ışık yılı uzaktaki bir nötron yıldızının kendi içine çökmesine tanık olmasına mütevellit, durup dururken, hiç sebepsiz bazı fikirlerimi seninle paylaşmaya karar verdim sevgili okur. Şimdi ben bu cümleyi yazarken iki kere düşündüysem sende anlamak için biraz o beyincik kapakçıklarını kullanırsan ikimizi de mutlu etmiş olursun. Öbür türlü okumayı bırakmanda ciddi fayda görmekle beraber merakına yenik düşmeni de saygı ile karşılayıp bu vesile ile beyin damarlarındaki bir kaç tıkanıklığı açmakta belki, bir ihtimal bilfiil yardımcı olabilitemi test edebiliriz.

Demek hala okumaya kararlısın, azmindeki küstah bilmişliği takdire şayan bulduğumu belirtmezsem çatlarım.  Şimdi sevgili okur dünyada bir çok insanın belirli belirsiz amaçları uğruna yaşadığını, çabaladığını ve bu amaçlar uğruna, 25 milyar yıllık bir büyük patlama, evrim vs sürecinin sonunda eriştiği bu hayatı bir şekilde yaşadığını(ki ömür ile yaşam arasındaki fark bakış açısına göre değişkendir) iyi kötü bildiğini varsayıyorum.  Şimdi buradan varmak istediğim noktayı iyi yakala sevgili okur, insanoğlu milyonlarca fiziksel varlığın bir çoğundan görece daha akıllı iken neden evrimsel zeka seviyesi kendisinden muhtemelen bir kaç milyon yıl gerideki bir aptalın zeka seviyesine eş insanları -ki bu insanlardan kapitalist düzende patron veya siyasetçi olarak bahsedilir- takip etmektedirler. Neden 25 milyar yıllık elektromanyetik kuvvet etkisinde var olan bünyelerinin 70-80 yıllık enerji dilimini bir aptalın kölesi olmak için çabalayarak, bir aptalın kölesi olarak(bravo hedefe ulaşılmış) ve bir aptalın emeklisi olarak yaşarlar? Eğer bu yazıyı hala okumaya devam ediyorsan,  ilk aklına gelen ve bir o kadar aptalsı cevapları bir kenara bıraktığını düşünmek istiyorum.
Hadi şu şarkıyı dinlede devam edelim bu şarkuterya reyonu tadındaki tartışmamıza.

paylaş:

Sonsuzlğun Temsilcisi

Bu sonsuz gecenin buzla dolu bir pisuvara işercesine zıtlıkla dolu sabahına hoşgeldiniz. Şimdi sensizlikle yalnızllaşmış benliğime merhamet deilemekteyim. Sensiz sevgilim yani sensiz sevgili Naz tek bir an bile .. inanmayacaksın ama gerçekten tek bir an bile.. sensiz.. tek bir an.. nasıl desem

O kadar yalnız ve kimsesiz.. anlamsız ve kayboluşla dolu. Sana ulaşamayışın köpüğünde tütüyor sanki, bira cinsinden yontulmuş zamanın parçacığı erirken parmaklarımın ucunda.

Yani ellerin, sevgilim ellerin kimseyi bu denli kalabalıklaştırmaz lakin doğuştan gelen soluk bir sabah benimkisi. Gün doğarken var olan kızıla bürünmüş gri sessizliğinde bir martının çığlığında parıldayan bir deniz tutkusu bendeki.

Çatısı yarım, bacası siyah tüten bir deniz manzarasında yarı hüzünlü fakat tümden sarhoş bir uyanış belkide.

Kimsesizliğin seni sardığı o soğuk ve çıplak çığlığın sabahında gitme diyebilmekti aslında sevmek, ki seni sevmek sevmelerin en güzeliyken, sana aşık olmak sevgilim.. Bir insanın erişebileceği hissedilebilesi en güçlü duyguydu muhtemelen. Naz. İsminde kayboluşların muhteşem yakarışı var. İsminde adeta aşkın tasavvufu dolu, ödenmemiş temttü kalpazanlığında bir inkar ediş sanki seni seninle alıkoymak. Sevmek seni kimsesiz bir sokak kaldırımı soğukluğunda belkide.. Bahçedeki en güzel gülü bulduğuna ikna olmak.

Naz kimsesiz yalnızlığımın annesi, sevgimin doğan güneşi sabahlarımın karanlığını inadına aydınlatan bir VENÜS sanki. Kendi başına ve bugünün sabahına ışıl ışıl yine yeniden usandaman doğacak olan yine kendini sorumsuzca güzelleştirecek ve inadına VENÜS, inadına KIZIL, inadında afrodit.. Nötron yıldızında ışıldayan ve utanmadan aydınlık sanki... Hani diyorum ya yanında mutluluk bir evrenin rüyasında uyanmaktır esasen. Çemberidir emsalsiz gezegenlerin europa gibi emsalsiz uydudur zaman zaman ve zamansız tam güneş tutulmasıdır kendisi tahmin edilenden daha yakın.

Ağlamaktır Naz, onu çok sevmek ve fakat bir o kadar halleydir zamansız.. Zamansız titrer kopar gelir öyle amansız zıplatır ki seni yerinden .. Şahidi olursun dnen mavi gezegenin.

Bazen bir mandalina kokusunda hatılarsın bu sonsuzluğun temsilcisi aşkı. Öyle bir anlığına değer ve geçer benliğinden. Sana dokunur, tenine dokunur, yalnız bir gecene dokunur bu aşk. İnsan gibi hissetmek istersin kimi zaman, zamansızlığın tekerrür eden yağmur dolu, çığlık dolu gecesinde tek bir anlığına kayboluşun hışımndan uzandığın zaman sabahın ilk ışıklarına..Halbuki pençelerin o kadar güçsüz ki.. Ki çok seversin onu, soğuk gecenin buhar dolu şişesinde anlık aşkların zamansız takıntılara döüşüp ta ki ceninine işlemiş bir sorguyla ararcasına delirirken sabahın gri ve patavatsız bir ayı kovalayışını beklersin.

Bir de bakmışsın sonbahar gelmiş, sararmışız, eylül olur hüzünleniriz..
paylaş:

Adalet ve İktidar Pastanesi



    "Yani bana öyle geliyor ki adalet fikri kendi içinde, farklı tipteki toplumlar tarafından belli bir siyasi ve ekonomik iktidarın bir aracı olarak ya da bu iktidara karşı bir silah olarak icat edilmiş ve devreye sokulmuş bir fikir. Ama bence, adalet kavramının kendisi, her halükârda sınıflı bir toplumda ezilen sınıf tarafından, kendisini haklı çıkarmak amacıyla yapılan bir hak iddiası işlevini görüyor. Sınıfsız bir toplumda hâlâ bu adalet kavramını kullanır mıyız, emin değilim." (michel foucault)

   Burjuva tekeline geçmiş adalet pratiğinin kendisi, bin yıllardır özel mülkiyetle beraber bu kadar özdeşleşmişken, "mülk allahındır" "adalet mülkün temelidir" gibi iktidar söylemlerini düşünerek, bu kavramın gerçekte sınıflı toplumlar arası diyalog illüzyonundan ileri gitmeyeceğini biliyoruz.

    Özel mülkiyetin doğuşundan itibaren, adillik fikrinin schopenhauer'ın 'negatif adalet' kavramıyla, zaten hakkı olanı geri veren ve en başında neden bu hakkı aldığı belli olmayan (olan) iktidar diyalektiğini görmek zor değil.

   Her olayda, özellikle son dönemde, sürekli aynı silahla vuruyor bu nasyonal sosyalizm ile neoliberal siyaset arasına sıkışmış iktidar. Herhangi bir olaydan sonra, bastırılmış öfkeyi yahut muhalif tepkiyi 'vicdan mastürbasyonu'na çevirmek.

   "Bir sonuç yerine, bir neden olarak vicdan" konusunu bir düşünek mi?

(Yazının devamına da, yine fuko dan bir yazı ekleyeceğim.)

Şerefe!

"Hiçbirimiz hapishaneye girmeyeceğimizden emin değiliz. Bugün her zamankinden de az eminiz. gündelik yaşamımız üzerinde polisin sıkı denetimi artıyor: Sokakta ve yollarda; yabancıların ve gençlerin etrafında; düşünce suçu yeniden ortaya çıktı. 'Gözaltı' koşullarında yaşıyoruz. Adalet aşıldı deniyor bize. Farkındayız. Peki ama ya aşan polisse? Bize deniyor ki, hapishaneler aşırı kalabalık. Peki ama ya aşırı-hapsedilmiş olan halksa?''
''Sorun model hapishane veya hapishanelerin ortadan kalkması değil. Günümüzde, bizim sistemimizde, marjinalleşme hapishane tarafından gerçekleştiriliyor. Bu marjinalleşme, hapishaneyi ortadan kaldırmakla otomatik olarak yok olmayacaktır. Bu durumda toplum, bir başka araç oluşturuverirdi. Sorun şudur: Günümüz toplumunun nüfusun bir bölümünü dışarıya itiş sürecini açıklayan bir sistem eleştirisi sunmak. işte sorun.''
''... kesinlikle içler acısı maddi koşullar; ceza evinde en utanmaz sömürü ve kölelik düzeyindeki çalışma; tıbbi bakım yokluğu; gardiyanların dayak ve şiddeti; tek yargıcı hapishane müdürü olan ve mahkûmları ilave cezalara çarptıran keyfi bir mahkemenin varlığı.''
''Disiplinleriyle hastaneler, tımarhaneler, öksüzler yurdu, okullar, eğitim evleri, fabrikalar, atölyeler ve nihayet hapishaneler; bütün bunlar on dokuzuncu yüzyılın başında yerleştirilmiş ve hiç kuşkusuz sanayi toplumunun ya da kapitalist toplumun işleyiş koşullarından biri olmuş olan iktidarın bir tür büyük toplumsal biçiminin parçasıdır. İnsanın vücudunu, varlığını ve zamanını işgücüne dönüştürmesi ve onu kapitalizmin işletmek istediği üretim aygıtının hizmetine sokması için bütün bir zorlama aygıtı gerekli oldu; ve bana öyle geliyor ki, insanı kreş ve okuldan alıp kışladan geçirerek, hapishane veya akıl hastanesiyle tehdit ederek -"ya fabrikaya gidersin, ya da hapishaneye veya tımarhaneye düşersin!"- sonunda düşkünler evine götüren bütün bu zorlamalar aynı iktidar sisteminden kaynaklanıyor. Diğer alanların çoğunluğunda bu kurumlar esnekleşmiş ama işlevleri aynı kalmıştır. Günümüzde insanlar artık sefalet tarafından değil, tüketim tarafından kuşatılmıştır. On dokuzuncu yüzyılda olduğu gibi, başka bir biçimde de olsa, insanlar kendilerini gün boyu çalışmaya, fazla mesai yapmaya, işe bağlı kalmaya zorlayan (bir ev, mobilya... satın almışlarsa) bir borç sistemi içine sürekli kapatılmışlardır. Televizyon imajlarını tüketim nesneleri olarak sunar ve on dokuzuncu yüzyılda insanların yapmalarından onca korkulmuş olan şeyi yapmalarını engeller, yani siyasi toplantıların yapıldığı, işçi sınıfının kısmi, yerel, bölgesel gruplaşmalarının siyasi bir hareket yaratma tehlikesi, belki de bütün bu sistemi devirme imkânı taşıdığı bistrolara gitmek.''
''Kapitalizmin on dokuzuncu yüzyılda varmış olduğu noktanın ortaya çıkardığı iktidar mekanizması; bu mekanizmanın kullandığı söylemsel pratikler ile söylemsel olmayan pratikler; yani insan bilimleri ve onların "insan"a dair ürettiği hakikatler ile bu hakikatlerin üretilmesi için oluşturulan kurumsal mekânlar ve prosedürler, deliliği akıl hastalığına, hastalığı patolojik vakaya, suçu suça eğilimliliğe dönüştürerek yepyeni deneyimler kurmuş ve Batı insanını bu deneyimlerin öznesi haline getirmiştir.
Büyük kapatılmanın gerçekleştiği asıl mekân insan ruhudur...''

Foucault - BÜYÜK KAPATILMA



paylaş:

sosyal şizofren


Okyanusu bile bir kaşık suda boğmak istiyorum, nedir bu bendeki öfke bu nefret?
Sağanakla beraber sokaklarda sürüklenen şeyler gibi kendimi damarlarımdaki kanın akışına bırakmak istiyorum, olmuyor. Her defasında sanki kalbim daha hızlı atıyor ama damarlarımdaki kan duruyor, normal mi bu?

İlk başta sandığımın aksine bir aşk, bir heyecan değil bu. Bir güzel uğruna yaşanan dengesiz duygular değil bunlar. Hayatımın her saniyesinde savaştığım ben bu. Düşünüyorum da yoksa dengesizlik kanımda mı var?
Bende eksik olan ne, fazla olan ne bilmiyorum ama eğrisinin doğrusuna denk düşmüyor. 

Çabalamak mı, bocalamak mı?

Kültür sıkışması koydu bazıları bunun adını, bazıları ağır travma dedi, depresyon, yalnızlık hissi, artık iyicene şaşırdım hangisi, hangisi gerçek ben?

Son teşhisi de oldukça yaratıcı buluyorum: Şizotipal kişilik bozukluğu

Herkes bir isim takıyor bana fakat en sevdiğim: Sosyal şizofren. biraz sarkastik, biraz eğlenceli geliyor bana. Sanki her şeyi biraz tiye alıyor.



Sevdiğim bir arkadaşımın yorumu, artık beni aşağı, dibe çeken şeylerden kurtulmalıymışım, semer vurulan eşeğe yük çok vurulurmuş.
O sıra çok üstünde durmadımsa da, düşündüm de harbi, onca yükü indirsem sırtımdan bir amacı kalmıyor hayatımın. Ulaşmak istediğim hiçbir hedefin sonunda mutlu bir ben bulamıyorum, ben ben olamıyorum bir türlü. Avaz avaz küfürler savurmak istiyorum etrafıma ama kimseyi de üzmek istemiyorum, bu ne yama çelişki anne?

Belli ki kızgınlığım kimseye değil, o halde, sahi neden kızgınım ben, neyle alıp veremediğim benim?

Şu sıra sanki bu dünyada değilim. Bu gün birkaç kişinin olduğu bir meclise girdim. Küçük bir oda. Nasıl olduysa ilk bir kaç dakika odadaki insanlardan sadece birini gördüm. Bir anda kalabalık olduğumuzu fark ettim. Turgut Uyar, kalabalık oluyorum, derken bunu mu kast etmişti acaba? Aklını yer küreye sabitleyecek bir pranga mı bulmuştu kendine? Aşk bir pranga mıydı onun için? Bu mudur yani?

Sonra, düşünüyorum. Ben gerçek beni aramalı mıyım gerçekten. Belki de bütün sorun burada. 

Konuştuğumda veya yazdığımda artık neredeyse her cümlem soru işareti ile bitiyor. Ne kadar çok sorum var benim böyle!

Bir an oluyor, öyle hızlanıyor ki kanım, bedenimin her santimetresinde damarlarımı hissediyorum. İşte bu, ruh bu, diyorum ve bir anda uçucu kimyasallar gibi yok oluyor. Afallıyorum. Dönüyorum dolaşıyorum olmuyor, uçmuş artık.

Kafam patlayacak sanki. Her şey toplanamayacak kadar dağıldı artık. bir cümlem de doğru bitse, bitmeyecek bir akın başlayabilse artık içimde, ya başlamasa ya da bitmese, keşke.

Sürekli aklımda Nietzsche’nin şu sözleri: Bazıları çok erken bazıları çok geç hayattan ayrılıyor, asıl iş tam zamanında ölmektir.

Yine geldim. Yine kendime bir not bırakma ihtiyacı, okuyup okuyamayacağımı bilemeden. Çok da gerekli mi? Değil fakat iyi hissettiriyor.

Umarım okurken gülümserim. 
paylaş:

Vahim



Vahim olaylar oluyor. Gazeteciler tutuklanıyor, vekiller. İnsanlar tutuklanıyor. 
*

Yıllardır boğazlarımızda ki eller daha sağlam sıkıyor bugünlerde ümüğümüzü. 
*

Ama biz zaten yıllardır bu zalimin zulmü ile mücadele etmiyor muyuz ?  Ediyoruz.  Cumhuriyet, Demokrasi, Özgürlük, Barış, Laiklik gibi ağızlarına sakız yaptıkları ve anlamlarını bile bilmedikleri bu kelimeleri tüm faşist pezevenklere öğretmeliyiz. O yüzden bu kelimeleri yaşasın başlığı altında daha yüksek sesle söylemeliyiz. 
Yaşasın Cumhuriyet!
*

Tutuklu yargılanan gazeteci abilerim elbet biliyorlardır ama ufak bir hatırlatma. Özgürlük verilmez, özgürlük hediye edilmez, bağışlanmaz. Hür geldiğin bu dünyada biri özgürlüğüne kast ediyorsa ondan bağış bekleyemezsin. O özgürlük gidilir, alınır. 
Yaşasın Özgürlük!
Yaşasın tutsak bedenlerin hür beyinleri.

Saygıyla. 

paylaş:

Sonsuz Hatalar Zinciri

       Yaklaşık olarak 7 yaşındaydım. Annemle beraber denizde yüzerdik ve ben çok severdim bu sonsuzluk mavisinin ışıklarında dalgalanan o gece yarısı ay ışığı yansımalarını. Annem mütemadiyen çalışmak zorunda olduğu için genelde geceleri yüzme fırsatımız olurdu. Denize girdiğimiz yerin görece uzak açıklarında ufak bir ada bulunurdu ki kendisi balıkçı teknelerinin uğrak yeri olur ağlarla galon galon balık çıkardı. Akdenizin ekmek teknesiydi kendisi adeta, fırsatçı balıkçıların hepsi burada kendine bir alan bulurdu. Annem ile beraber ne zaman denize girsek beni bu adaya kadar yüzmeye ikna etmeye çalışırdı, balıkçı ışıklarını yol gösterici olarak kullanırdı. Beraberce kaçmak isterdik, o ada ve kendisine eşlik eden balıkçı ışıklarının çığlıkları özgürlüğe yelken açmak demekti bizim için. Her zaman, istisnasız her zaman yarısına kadar yüzecek cesareti gösterip sonrasında gerisin geri yüzer dönerdik.

        Kokardım, kasları zayıflamış kendinden vazgeçmiş annemin geri dönemeyeceğinden korkardım. Bir gün hiçkimse yokken atladım ve yüzebildiğim kadar yüzdüm, korkacağım hiç bir şey yoktu bu sefer, hava olabildiğince güneşli denizde bir o kadar durgundu.  Tereddüt edecek hiç birşey yoktu aslında. Temelinden delikanlılığa adapte edilmiş bir erkek çocuğu olarak kendimi kanıtlamanın sınırlarına varmıştım adeta.  O adaya varmak demek bir nevi seviye atlamaktı benim için. Sonsuz yosun ve tuzlu akdeniz kokusu arsında çılgın gibi yüzüyordum. Sonunda varmıştım, oksijen patlamasına uğrayan ciğerlerimle hızlı hızlı soluyordum.  Etraftaki teknelerin kornaları ve ağ çekerken kullandıkları anlamsız sözcükler arasında varmıştım hedefime.Adeta özgürlük patlaması yaşıyordum. Henüz 7 yaşındaydım fakat adanın sarp kayalıklarına, çorak topraklarına uzanırken apansızca yüzmenin vermiş olduğu özgürlüğün ve başarmış olmanın verdiği o tarifsiz tatminle yaşıyordum.. Başarmıştım lan!! Kaç kere korkakça ve çocukça(!) kıyısından döndüğüm, benim için özgürlüğe adım olan topraklara ulaşmanın verdiği umarsız sevince kavuşmuştum sanki. Halbuki kıyıdan taş çatlasa 250 metre uzaklıktaydım fakat bana sorsan kıbrısa kadar yüzmüştüm.

        Hayat buna benzer, bireysel özgürlüğün tadını tek bir defa alanlar için çok acımasız bir senaryoya sahip. Şimdi geriye dönüp bakınca anıları tek tek deşince anlıyorum bunu. Hiç kimseye ve hiçbirşeye sahip olmak, tek bir kıyıda bile saplanıp yüzmek gelmiyor içimden. Açılmak istiyorum sonsuzluğa ve güneşe doğru akıp gitmek isteği asla azalmıyor. Ateşin yaktığını, bununla birlikte bu ucu bucağı görünmeyen yangının çıkışı olmadığını bile bile atlamak geliyor içimden. Su bulunca içiyorum fakat çeşmenin başında durmak işkenceden öte bir şey değil sanki. Yürümem lazım, koşmam lazım hepsinden öte yüzmem lazım mavinin derinliklerine doğru, güneşin yansıdığı dalgalar boğulacağımı bile bile kulaç atmam lazım. Önemli olan varacağım yer değil, önemli olan yolda olmak, yolun kendisiyle bütünleşmek aslında. Bu yolda çeşitli insanlarla karşılaşıyor insan, kimisini asla bırakmak istemiyor. Sevmek bir insanın en zayıf noktası, evrimin insanlar üzerinde en ayırt edici değişkeni bana kalırsa. İnsanlar evrimsel süreçte çeşitliliği arttırmak için kendisine en uzak olanla beraber olmak üzerine evrimleşmiştir. Soyun farklılığını ve başarısını etkileyen en önemli unsur budur. Fakat bu farklılığa olan özlem her zaman iyi sonuçlar doğurmayabilmektedir. Tek bir notanın tınısına saklanmış ve asla ama asla unutulmayacak özlemler taşır bu çeşitlilik arayışı.

       Bununla birlikte birde değişime duyulan tarifsiz düşkünlük vardır. İnsana olduk olmadık yerde umursamaz kararlar aldırır. Getirdiği yükü ömür boyu taşımak zorunda olduğu.Tek bir dublenin bile zehir olduğu anlar yaratır, gözlerini kısıp yıllar öncesini hatırlatan sonsuz pişmanlıklar içeren. İnsanı boktan bir hayatın kıyısında olduğunu bile bile kucağına çağırır bu son ana kadar özgür kalıp sonsuza doğru yüzme isteği. Anneler ölür, sevgililer terkeder fakat bu varoluştan gelen maviyi arayış isteği asla ama asla azalmaz, aksine çoğalarak hayatının her saniyesini daha çok sikmeye başlar ve daha az durumsal faaliyetten mutlu olma hissi bırakır insanın içinde. Kapı kolunu kırıp kapının içinden geçmek gelir insanın içinden. Aslında o kapı senin iradendir, iradeni kırdığın vakit uzay boşluğunda dahi yolculuk yapabilir, varolmak istediğin yere doğru adım atabilirsin fakat hiç bir zaman garantisi yoktur bu adımlarının. İşte budur zaten insanı dipsiz bir kararsızlıkla artık durup nefes almakla soluksuzluğa rağmen devam etme isteği arasında bırakan
paylaş:

Ufaktan bir cigara hikayesi

Kapatma amına koduumun mekanını demek istedim, sonra baktım etrafa, bi kaç kere ölürken yeniden doğdum. Yanlış mı mekandayım dedim lan burası benim evim sanki. Sol köşede duran kırık bira şişesi ancak benim odamda bu denli umarsız durabilir. Hem sen kimsin siktir git, defol defol diyorum karanlıkta gözükmeyen yüzünü adım gibi ezebere biliyorum kapatma kıçına patlattığımın  mekanını.

Sarı taş duvarlara bakarken fırlatıyorum elimdeki tekliasız tekila bardağını, hay sikiim diyorum acaip sahiciyim lan kafam inanılmaz döünyor. Neyse hoppa cuppa falan derken çiş bitiyor sarı taş duvarlar bana sanki onlara hiç işememişim gibi bakarken imdadıma beyaz selpak yetişiyor, birayı tutan ellerim kaymasın diye siliyorum ellerimi.

Yeniden hay sikiim diyorum çünk kalan son iki sigaramı içmiş ibneler, nabıyonuz lan yarraam demek geçiyor içimden lakin mekana olan kızgınlığımı hatırlayınca vazgeçiyorum. Noldu amına koyim kapatıyorlarmıymış derken geliyor biralar, olan bitene adam alınmış meğersem, sabaha kadar en az iki saat burdayız boku yedik.

Masanın öbür ucundan bakıyor sikindirik sikinidirik sanki eine verdik, kafiyenin böylesine can feda bu şiirede burada eleveda.  Neyse nerede kalmıştık ?  Bizim cigaramız diye bir tabirin olmadığı ortamda benim sigaralar bir bir götürülmüşken şöyle dolu küfredeyim masayı sağlamından bir dağıtayım derken imdadıma bu ucube kaltak yetişiyor ve uzatıyor cigarasından bir dal. Kendisini pek sevmesemde sigarasına hayır diyecek kadar da enayi değilim. Yanımdaki pezevenkten şüpheleniyorum herifin hayat hikayesi otlakçılıktan geçiyor benim sigaraya da kesin bu çullandı.

Derken yeniden kafası geliyor amına koduumun kovasının. Bok vardı dönecek diyorum, o kadar güzelimki muhabbette dahil olayım iki lafın belini kırayım karşımda boş boş oturan hatunla (bu kafayla her yol paris) ufaktan sosyalleşeyim diye düşünürken gözlerim yanmaya başlıyor,  yine sigarayı ağzımda unutmuşum lan!! neyse.. İçime içime çekiyorum umurumda değil nolacaksa olsun zaten boşboğazlıkta sınır tanımam.. Hemen sonra giriyorum lafa derinden ama konuşamıyorum lan ciddi ciddi konuşamıyorum, normalde ortamdakilerin susturmak için kavga çıkarttığı ben, ancak kendimle konuşabiliyorum nitekim onu da beceremiyorum. Kendime ne söyediğimin bile farkında değilim, en iyisi çıkayımda az hava alayım.

Mekanın kapısında buluyorum kendimi ve elimdeki taze sipariş bomonti, dışarıdaki it titreten göt dodnduran Ankara soğunun yanında soba görevi görüyor adeta. Bu ne soğuk lan derken cebimdeki zippo geliyor aklıma ve oynamaya başlıyorum. Nasıl bir işsizlik lan bu, sarhoşluğum beni iyiden iyiye zaptetmişken inceden inceye kar atıştırmaya başlıyor. O değilde her zaman sevmişimdir ben bu kar muhabbetini inceden beyazlaşırken hafiften bir romantiklik düşüyor dibine kadar boka batmış hayatıma. Şimdi bu muhteşem tanecikler şu gudubet geceye az biraz ışık çakmışken yanında bir sigara yakmamak olur mu hiç ? O an aklıma geliyor cigara almam lazım lakin bu soğukta fazladan beş dakika yürümek demek bembeyaz bir kardan adam olarak geceye geri dönmek demek. Tam da bu anda çokta sikimde diyerekten içeri giriyorum ve ceketimi almaya yelteniyorum. O da ne ceketim yok, azcık bakınınca anlıyorum, bizim şırfıntı geçirmiş sırtına. Fazla sammi olmamaya çalışarak gidiyorum yanına ve anlatıyorum olan biteni, lan o değilde ayıldım mı ne bülbül gibi şakıyorum valla hatunla konuşurken. İnceden hoşuma da gitmiyor değil ha bu muhhabet. Neyse fazla uzatacak ne halim var ne zamanım derken hatun paketindeki bir kaç daldan birini uzatıyor tekrardan ve "al burada yak gidersin sonra" gibisinden bir şeyler zırvalıyor. Olmaz diyorum gitmem lazım ve alıyorum ceketi usulca süzülüyorum, karanlığa isyan eden beyazın ortasına. Ne çok uzadı lan bu sigara muhabbeti neyse sonuç olarak Ankara'nın o göt donduran soğuğunda bir kaç sokak sonra donmaya yüz tutmuşken ellerim, tam da küfredip geri dönmeyi kafaya koymuşken buluyorum kapanmayı unutmuş büfelerden birini. Haracımı ödeyip vergimi verip alıyorum siktiimin sigarasını ellerim titriyor, beynim donuyor lan bu nasıl soğuk diyorum içimden vakit kaybetmeden yakıyorum bir tane ve sıcaklığını çekiyorum içime. O an sanki yeniden sarhoş oluyorum..Bir kez daha kaybettiğim herkese inat o iğrenç hayatıma geri dönmek için yürümeye başlıyorum..
paylaş:

Dedemin Günlüğü| Doğuş Serçe



“Birazdan o ışık sönecek Selma, sen gittiğinden beri hep aynı saat, hep aynı dakika da sönüyor. Hiç şaşmadan hem de. Hani rivayetler vardır iyi insanlar öldüğünde başuçlarında yahut odalarında bir saat varsa ölümün geldiği dakika dururmuş. İşte aynı buna benzer bir durum yaşıyor bu lamba da. Bende ilişmiyorum, kimseye şikâyet etmiyorum çünkü biliyorum senin gidişine üzülüyor bu ışık. Başka bir ışığa yaklaştığını biliyor. Geçen gün rakı beyazı o çok sevdiğin çorabın eşini buldum ve hatırladım senin ne kadar küçük ayakların olduğunu ve daha çok üzüldüm. Sen gittiğinden beri çok korktum Selma. Gözlerim bozuldu, kulaklarım ağır işitir oldu, utanarak söylüyorum kimseler duymasın dün altıma kaçırdım. Sen burada olsaydın utanmazdım. İnan, hiç utanmazdım. İnsan hiç canından utanır mı? Aklıma bir sürü şey geliyor sonra. O kadar çok şey geliyor ki oturduğum yerde yoruluyorum. Seni ilk gördüğüm gün geliyor mesela daha doğrusu seni ilk gördüğüm ve âşık olduğum gün. O an Güneş’in, bulutların, kalbimin nasıl devasalaştığı hatırımdan hiç çıkmıyor. Gökyüzünde mutlu bir fırtına patladı ve anında dindi sanki. Ve birbirimize yazdığımız pusulalar, o güzel el yazın, o ince parmakların. Saklıyorum hepsini.”
Elimde dedemin günlüğü, okulun bahçesinde durmuş dedemin o gün gördüğü gökyüzünü görmeye çalışıyorum. Etrafımı izliyorum. Elli sene önce burada karşılaştıklarını biliyorum. Dedemin bu bahçede âşık olduğunu kokluyorum. Belki şu duvarın arkasında belki tam benim oturduğum yerde gördü anneannemi. Dedeme detay vermediği için kızmak istiyorum. Bütün aile dedemin duygusal tarafının tam olarak bende tecelli ettiğini söylüyor. “Ne olurdu” diyorum içimden “Ne olurdu onu tanıyabilseydim.”

İçime içime terliyorum. Nasıl oldu da bizimkiler dedemi böylesine yalnız bıraktı. O evde kim bilir ne kadar ağladı, içi parçalandı ve bunları yazdı. İki sene de yazılmış üç defter hepsi ağzına kadar dolu. Evin çeşitli yerlerinde anneannemin ölümünden sonra aynı şekilde kalmış anılar ve benim bunları göremeyişim. Babamın ahmakça “ Ya hu son zamana doğru ev iyiden iyiye çöp eve dönmüştü. Hatırlıyor musun Ayşe, baban depo olarak kullandığımız o odadan ne var ne yoksa ortalara saçmıştı” deyişi. Annemin hüzünlenmesi. Dedemin vefatından sonra anıların doğru düzgün bakılmadan poşetlenip atılması ve akrabaların tam manasıyla akbaba gibi eve üşüşüp kendilerince işlerine yarabilecek eşyaları yükleyip götürmesi.  

Dalıp gittiğim eskiden beni Aslı’nın sesi kendime getiriyor.

“Haydi derse geç kalacağız.”

“Ben gelmeyeceğim Aslı çıkınca görüşsek.”

“Bizimkilere söz verdim çıkışta. Akşam doğum günü olayları işte biliyorsun. Pastalı, sürprizli doğum günü yapmasınlar diye kendi doğum günü organizasyonumu kendim yapıyorum.”

“İyi bakalım akşam görüşeceğiz nasıl olsa.”

“Aynen, mesaj atarım ne yapacağımızı.”

“Tamamdır.”

Aslı’nın arkasından bakıyorum uzun uzun ve ardından gökyüzüne bakıyorum. Gökyüzü büyümüyor, devasalaşmıyor ama Aslı’yı seviyorum. Belki de dedemin gözleri bende yok. Belki de dedemin baktığı açıdan göremiyorum Aslı’yı ve bir daha kızıyorum. Detay vermediği için…
Okuldan çıkıp hızlıca eve geçmeye çalışıyorum. Yol uzuyor, bitmiyor. Günlüğü bu sefer yalandan açıyorum. Ulaşım araçlarında dedemin tek nüsha, bence eser olan, günlüğünü tüketmek istemiyorum ama günlük, ruhumda derin bir çöküntü oluşturuyor ve beni içine çekiyor. Bu yüzden üç defteri tekrar tekrar okuyorum.

“Hayat çok tatsız Selma, eskisi gibi değil hiçbir şey. Zaten sen gittikten sonra geleceği görme arzusu içimde tükendi. Birden gitti. Hayat dolu ben, içi boşalmış bir ihtiyar olup çıktım. Gün bitsin diye ip çekiyorum. Bazı zaman oluyor ki hiç yataktan çıkmak gelmiyor içimden ama yılların alışkanlığı sabahın kör saati ayakta buluyorum kendimi. Karşı kahveye gidip o pis kahveden yarım yamalak içiyorum. Senin kahven gibi değil bunların yaptığı. Nasıl da benden önce uyanır evi mis gibi kahve kokuturdun. Kahvaltılarımız nasıl da güzel geçerdi, şimdi iki zeytin bir dilim ekmek yetiyor doymama. İnanır mısın bulaşık bile çıkmıyor evde.  Öğlen çabuk geçsin diye bir duble rakı içiyor, eski plakları dinliyorum. Beraber dinlediğimiz plaklara ruhundan kırıntılar sıkışmış, hissediyorum ve akşam oluyor. Artık akşamları hiç sevmiyorum Selma. Yapay ışıkta parlayan gri saçlarını hatırladıkça ağlıyorum. İki duble rakı içiyorum. Büyük siniye koyuyorum hani senin çok sevdiğin, çok az da peynirle beraber. Artık rakı da uyutmuyor beni. Seslice okuduğun kitaplardan birine elimi atıyorum. İlk cümlesinde sesin kulağıma değiyor, kapatıyorum kitabı sesini dinliyorum. Bol bol eski fotoğraflarımıza bakıyorum. Cumbada biraz seni özleyerek, biraz sana küskün uyuyakalıyorum. Gittiğinden beri yatağımıza başımı koyup uyuyamıyorum. Ellerimi değdiriyorum nevresimlere, yastığına. Kalbim sıkışıyor.”

Eve gelip kendimi külçe gibi yatağa bırakıyorum. Cüzdanımı ve telefonumu yatağın yanına bırakabiliyorum yalnızca. Dedemin yazdıkları sadece ruhuma değil bedenime de ağır gelmeye başlıyor. Dört aydır yalnızca dedemin günlüklerini ve birbirlerine yazdıkları pusulaları okuyorum. İçimde dedem ve birbirlerine duydukları aşk yeşeriyor.  Ancak bu aşkı taşıyamıyorum ağır geliyor, Aslı’yı anneannemin kendimi ise dedemin yerine koymaya çalışıyorum. Aslı’nın dört aydır takılı kaldığım bu günlüklere olan ilgisizliğine nefretle bakıyorum ama sonra Aslı’nın bu hikâyede henüz yeri olmadığı için bir şey söyleyemiyorum. Kafamı koyduğum gibi uykuya dalıyorum. Rüyamda metruk bir ev, boş eski koltuk, kararmış bir sini ve kırık bardaklar görüyorum. Evin içinde adım atamıyorum çünkü tetikte bana saldırmayı bekleyen sivri dişli, ağzından salyalar akan iri bir köpek duruyor. Ne ileriye gidebiliyorum ne de geriye. Olduğum yerde kalmışım ama korkmuyorum. Gözlerim birden açılıyor, ağzımda ekşi çok kötü bir tat dolaşıyor.  Terden sırılsıklam olmuşum, yatakta doğruluyor kendime gelmeye çalışıyorum. Rüya, gözümün önünden hızla geçiyor. Gözlerimi ovuşturup telefonu elime alıyorum. Telefonun ışığı gözlerimi yakıyor, birazdan alışacak gözlerim biliyorum o yüzden direniyorum. Saate bakıyorum önce hepi topu üç saat uyumuşum. Aslı’nın mesajına bakıyorum ardından.

“Sekiz gibi Pervaz Bar’da buluşuyoruz. Ardından Moda Sahil’e geçeceğiz. Biliyorum bara gelmek istemeyeceksin ama gel lütfen.”

Başparmağımla dokunmatik ekrana dokunuyor ve ekranı yukarı doğru kaydırıyorum, üç gün önceki konuşmamızdan kalan bir mesajı tekrar okuyorum.

“Bu arada babam pikap alacakmış bana annemden öğrendim, eski kafa ama hoşuma gitti.  Değişmiyor adam her sene antika eşyalar alıyor.”

Aklım karışıyor aniden. Duraksıyorum. Telefonu elimden usulca bırakıyorum. Ağzım yarı açık kalıyor. Ayağa kalkıp dolabımın üzerindeki ayakkabı kutusunu indiriyorum. Masaya koyuyor ve titreye titreye içindeki kâğıtları çıkartıyorum.

Avuçlarım sızlıyor, kulaklarımda uğultular dolaşıyor. Aradığım kâğıdı buluyorum, Anneannemin o temiz el yazısı karşımda duruyor.

“Biliyor musun babam bana gramafon alacakmış öyle mesudum ki, anlatamam. Geçen sene bozulmuştu alamamıştık yenisini.”

Ardından dedemin günlüğüne dönüyorum. Dedemin üçüncü günlüğünde yani ölümüne ramak kala yazdığı günlükte aldığı plaktan ve alınmayan gramafondan bahsediyor. Hediye ettiği plağı ancak evlendiklerinde dinleyebildiklerinden ve o günün nasıl hüzünlü, nasıl neşeli, nasıl duygusal, nasıl coşkulu geçtiğinden bahsediyor.

Önce defteri masaya bırakıyorum ardından pusulalar elimden ağaçtan kopan sonbahar yaprakları gibi kopup masaya dökülüyor. Kalbim sıkışıyor, bedenim heyecandan ha patladı ha patlayacak vaziyette hazırlanıyor. Aklımda, dilimde, gözlerimde hep aynı soru dolaşıyor. Elimde Aslı’ya hediye olarak aldığım plak, hafif tebessüm, yoğun heyecanla Pervaz Bar’a aynı soruyu tekrarlayarak giriyorum.

“Ya o pikabı almazsa?”

 Fotoğraf:http://www.yutmografim.com/2013/05/
paylaş: