Dedemin Günlüğü| Doğuş Serçe



“Birazdan o ışık sönecek Selma, sen gittiğinden beri hep aynı saat, hep aynı dakika da sönüyor. Hiç şaşmadan hem de. Hani rivayetler vardır iyi insanlar öldüğünde başuçlarında yahut odalarında bir saat varsa ölümün geldiği dakika dururmuş. İşte aynı buna benzer bir durum yaşıyor bu lamba da. Bende ilişmiyorum, kimseye şikâyet etmiyorum çünkü biliyorum senin gidişine üzülüyor bu ışık. Başka bir ışığa yaklaştığını biliyor. Geçen gün rakı beyazı o çok sevdiğin çorabın eşini buldum ve hatırladım senin ne kadar küçük ayakların olduğunu ve daha çok üzüldüm. Sen gittiğinden beri çok korktum Selma. Gözlerim bozuldu, kulaklarım ağır işitir oldu, utanarak söylüyorum kimseler duymasın dün altıma kaçırdım. Sen burada olsaydın utanmazdım. İnan, hiç utanmazdım. İnsan hiç canından utanır mı? Aklıma bir sürü şey geliyor sonra. O kadar çok şey geliyor ki oturduğum yerde yoruluyorum. Seni ilk gördüğüm gün geliyor mesela daha doğrusu seni ilk gördüğüm ve âşık olduğum gün. O an Güneş’in, bulutların, kalbimin nasıl devasalaştığı hatırımdan hiç çıkmıyor. Gökyüzünde mutlu bir fırtına patladı ve anında dindi sanki. Ve birbirimize yazdığımız pusulalar, o güzel el yazın, o ince parmakların. Saklıyorum hepsini.”
Elimde dedemin günlüğü, okulun bahçesinde durmuş dedemin o gün gördüğü gökyüzünü görmeye çalışıyorum. Etrafımı izliyorum. Elli sene önce burada karşılaştıklarını biliyorum. Dedemin bu bahçede âşık olduğunu kokluyorum. Belki şu duvarın arkasında belki tam benim oturduğum yerde gördü anneannemi. Dedeme detay vermediği için kızmak istiyorum. Bütün aile dedemin duygusal tarafının tam olarak bende tecelli ettiğini söylüyor. “Ne olurdu” diyorum içimden “Ne olurdu onu tanıyabilseydim.”

İçime içime terliyorum. Nasıl oldu da bizimkiler dedemi böylesine yalnız bıraktı. O evde kim bilir ne kadar ağladı, içi parçalandı ve bunları yazdı. İki sene de yazılmış üç defter hepsi ağzına kadar dolu. Evin çeşitli yerlerinde anneannemin ölümünden sonra aynı şekilde kalmış anılar ve benim bunları göremeyişim. Babamın ahmakça “ Ya hu son zamana doğru ev iyiden iyiye çöp eve dönmüştü. Hatırlıyor musun Ayşe, baban depo olarak kullandığımız o odadan ne var ne yoksa ortalara saçmıştı” deyişi. Annemin hüzünlenmesi. Dedemin vefatından sonra anıların doğru düzgün bakılmadan poşetlenip atılması ve akrabaların tam manasıyla akbaba gibi eve üşüşüp kendilerince işlerine yarabilecek eşyaları yükleyip götürmesi.  

Dalıp gittiğim eskiden beni Aslı’nın sesi kendime getiriyor.

“Haydi derse geç kalacağız.”

“Ben gelmeyeceğim Aslı çıkınca görüşsek.”

“Bizimkilere söz verdim çıkışta. Akşam doğum günü olayları işte biliyorsun. Pastalı, sürprizli doğum günü yapmasınlar diye kendi doğum günü organizasyonumu kendim yapıyorum.”

“İyi bakalım akşam görüşeceğiz nasıl olsa.”

“Aynen, mesaj atarım ne yapacağımızı.”

“Tamamdır.”

Aslı’nın arkasından bakıyorum uzun uzun ve ardından gökyüzüne bakıyorum. Gökyüzü büyümüyor, devasalaşmıyor ama Aslı’yı seviyorum. Belki de dedemin gözleri bende yok. Belki de dedemin baktığı açıdan göremiyorum Aslı’yı ve bir daha kızıyorum. Detay vermediği için…
Okuldan çıkıp hızlıca eve geçmeye çalışıyorum. Yol uzuyor, bitmiyor. Günlüğü bu sefer yalandan açıyorum. Ulaşım araçlarında dedemin tek nüsha, bence eser olan, günlüğünü tüketmek istemiyorum ama günlük, ruhumda derin bir çöküntü oluşturuyor ve beni içine çekiyor. Bu yüzden üç defteri tekrar tekrar okuyorum.

“Hayat çok tatsız Selma, eskisi gibi değil hiçbir şey. Zaten sen gittikten sonra geleceği görme arzusu içimde tükendi. Birden gitti. Hayat dolu ben, içi boşalmış bir ihtiyar olup çıktım. Gün bitsin diye ip çekiyorum. Bazı zaman oluyor ki hiç yataktan çıkmak gelmiyor içimden ama yılların alışkanlığı sabahın kör saati ayakta buluyorum kendimi. Karşı kahveye gidip o pis kahveden yarım yamalak içiyorum. Senin kahven gibi değil bunların yaptığı. Nasıl da benden önce uyanır evi mis gibi kahve kokuturdun. Kahvaltılarımız nasıl da güzel geçerdi, şimdi iki zeytin bir dilim ekmek yetiyor doymama. İnanır mısın bulaşık bile çıkmıyor evde.  Öğlen çabuk geçsin diye bir duble rakı içiyor, eski plakları dinliyorum. Beraber dinlediğimiz plaklara ruhundan kırıntılar sıkışmış, hissediyorum ve akşam oluyor. Artık akşamları hiç sevmiyorum Selma. Yapay ışıkta parlayan gri saçlarını hatırladıkça ağlıyorum. İki duble rakı içiyorum. Büyük siniye koyuyorum hani senin çok sevdiğin, çok az da peynirle beraber. Artık rakı da uyutmuyor beni. Seslice okuduğun kitaplardan birine elimi atıyorum. İlk cümlesinde sesin kulağıma değiyor, kapatıyorum kitabı sesini dinliyorum. Bol bol eski fotoğraflarımıza bakıyorum. Cumbada biraz seni özleyerek, biraz sana küskün uyuyakalıyorum. Gittiğinden beri yatağımıza başımı koyup uyuyamıyorum. Ellerimi değdiriyorum nevresimlere, yastığına. Kalbim sıkışıyor.”

Eve gelip kendimi külçe gibi yatağa bırakıyorum. Cüzdanımı ve telefonumu yatağın yanına bırakabiliyorum yalnızca. Dedemin yazdıkları sadece ruhuma değil bedenime de ağır gelmeye başlıyor. Dört aydır yalnızca dedemin günlüklerini ve birbirlerine yazdıkları pusulaları okuyorum. İçimde dedem ve birbirlerine duydukları aşk yeşeriyor.  Ancak bu aşkı taşıyamıyorum ağır geliyor, Aslı’yı anneannemin kendimi ise dedemin yerine koymaya çalışıyorum. Aslı’nın dört aydır takılı kaldığım bu günlüklere olan ilgisizliğine nefretle bakıyorum ama sonra Aslı’nın bu hikâyede henüz yeri olmadığı için bir şey söyleyemiyorum. Kafamı koyduğum gibi uykuya dalıyorum. Rüyamda metruk bir ev, boş eski koltuk, kararmış bir sini ve kırık bardaklar görüyorum. Evin içinde adım atamıyorum çünkü tetikte bana saldırmayı bekleyen sivri dişli, ağzından salyalar akan iri bir köpek duruyor. Ne ileriye gidebiliyorum ne de geriye. Olduğum yerde kalmışım ama korkmuyorum. Gözlerim birden açılıyor, ağzımda ekşi çok kötü bir tat dolaşıyor.  Terden sırılsıklam olmuşum, yatakta doğruluyor kendime gelmeye çalışıyorum. Rüya, gözümün önünden hızla geçiyor. Gözlerimi ovuşturup telefonu elime alıyorum. Telefonun ışığı gözlerimi yakıyor, birazdan alışacak gözlerim biliyorum o yüzden direniyorum. Saate bakıyorum önce hepi topu üç saat uyumuşum. Aslı’nın mesajına bakıyorum ardından.

“Sekiz gibi Pervaz Bar’da buluşuyoruz. Ardından Moda Sahil’e geçeceğiz. Biliyorum bara gelmek istemeyeceksin ama gel lütfen.”

Başparmağımla dokunmatik ekrana dokunuyor ve ekranı yukarı doğru kaydırıyorum, üç gün önceki konuşmamızdan kalan bir mesajı tekrar okuyorum.

“Bu arada babam pikap alacakmış bana annemden öğrendim, eski kafa ama hoşuma gitti.  Değişmiyor adam her sene antika eşyalar alıyor.”

Aklım karışıyor aniden. Duraksıyorum. Telefonu elimden usulca bırakıyorum. Ağzım yarı açık kalıyor. Ayağa kalkıp dolabımın üzerindeki ayakkabı kutusunu indiriyorum. Masaya koyuyor ve titreye titreye içindeki kâğıtları çıkartıyorum.

Avuçlarım sızlıyor, kulaklarımda uğultular dolaşıyor. Aradığım kâğıdı buluyorum, Anneannemin o temiz el yazısı karşımda duruyor.

“Biliyor musun babam bana gramafon alacakmış öyle mesudum ki, anlatamam. Geçen sene bozulmuştu alamamıştık yenisini.”

Ardından dedemin günlüğüne dönüyorum. Dedemin üçüncü günlüğünde yani ölümüne ramak kala yazdığı günlükte aldığı plaktan ve alınmayan gramafondan bahsediyor. Hediye ettiği plağı ancak evlendiklerinde dinleyebildiklerinden ve o günün nasıl hüzünlü, nasıl neşeli, nasıl duygusal, nasıl coşkulu geçtiğinden bahsediyor.

Önce defteri masaya bırakıyorum ardından pusulalar elimden ağaçtan kopan sonbahar yaprakları gibi kopup masaya dökülüyor. Kalbim sıkışıyor, bedenim heyecandan ha patladı ha patlayacak vaziyette hazırlanıyor. Aklımda, dilimde, gözlerimde hep aynı soru dolaşıyor. Elimde Aslı’ya hediye olarak aldığım plak, hafif tebessüm, yoğun heyecanla Pervaz Bar’a aynı soruyu tekrarlayarak giriyorum.

“Ya o pikabı almazsa?”

 Fotoğraf:http://www.yutmografim.com/2013/05/
paylaş:

0 YORUM:

Yorum Gönder