“Birazdan
o ışık sönecek Selma, sen gittiğinden beri hep aynı saat, hep aynı dakika da
sönüyor. Hiç şaşmadan hem de. Hani rivayetler vardır iyi insanlar öldüğünde başuçlarında
yahut odalarında bir saat varsa ölümün geldiği dakika dururmuş. İşte aynı buna
benzer bir durum yaşıyor bu lamba da. Bende ilişmiyorum, kimseye şikâyet
etmiyorum çünkü biliyorum senin gidişine üzülüyor bu ışık. Başka bir ışığa
yaklaştığını biliyor. Geçen gün rakı beyazı o çok sevdiğin çorabın eşini buldum
ve hatırladım senin ne kadar küçük ayakların olduğunu ve daha çok üzüldüm. Sen gittiğinden beri çok korktum Selma.
Gözlerim bozuldu, kulaklarım ağır işitir oldu, utanarak söylüyorum kimseler
duymasın dün altıma kaçırdım. Sen burada olsaydın utanmazdım. İnan, hiç
utanmazdım. İnsan hiç canından utanır mı? Aklıma bir sürü şey geliyor sonra. O
kadar çok şey geliyor ki oturduğum yerde yoruluyorum. Seni ilk gördüğüm gün
geliyor mesela daha doğrusu seni ilk gördüğüm ve âşık olduğum gün. O an
Güneş’in, bulutların, kalbimin nasıl devasalaştığı hatırımdan hiç çıkmıyor.
Gökyüzünde mutlu bir fırtına patladı ve anında dindi sanki. Ve birbirimize
yazdığımız pusulalar, o güzel el yazın, o ince parmakların. Saklıyorum
hepsini.”
Elimde
dedemin günlüğü, okulun bahçesinde durmuş dedemin o gün gördüğü gökyüzünü
görmeye çalışıyorum. Etrafımı izliyorum. Elli sene önce burada
karşılaştıklarını biliyorum. Dedemin bu bahçede âşık olduğunu kokluyorum. Belki
şu duvarın arkasında belki tam benim oturduğum yerde gördü anneannemi. Dedeme
detay vermediği için kızmak istiyorum. Bütün aile dedemin duygusal tarafının
tam olarak bende tecelli ettiğini söylüyor. “Ne olurdu” diyorum içimden “Ne
olurdu onu tanıyabilseydim.”
İçime
içime terliyorum. Nasıl oldu da bizimkiler dedemi böylesine yalnız bıraktı. O
evde kim bilir ne kadar ağladı, içi parçalandı ve bunları yazdı. İki sene de
yazılmış üç defter hepsi ağzına kadar dolu. Evin çeşitli yerlerinde anneannemin
ölümünden sonra aynı şekilde kalmış anılar ve benim bunları göremeyişim.
Babamın ahmakça “ Ya hu son zamana doğru ev iyiden iyiye çöp eve dönmüştü.
Hatırlıyor musun Ayşe, baban depo olarak kullandığımız o odadan ne var ne yoksa
ortalara saçmıştı” deyişi. Annemin hüzünlenmesi. Dedemin vefatından sonra
anıların doğru düzgün bakılmadan poşetlenip atılması ve akrabaların tam
manasıyla akbaba gibi eve üşüşüp kendilerince işlerine yarabilecek eşyaları
yükleyip götürmesi.
Dalıp
gittiğim eskiden beni Aslı’nın sesi kendime getiriyor.
“Haydi
derse geç kalacağız.”
“Ben
gelmeyeceğim Aslı çıkınca görüşsek.”
“Bizimkilere
söz verdim çıkışta. Akşam doğum günü olayları işte biliyorsun. Pastalı,
sürprizli doğum günü yapmasınlar diye kendi doğum günü organizasyonumu kendim
yapıyorum.”
“İyi
bakalım akşam görüşeceğiz nasıl olsa.”
“Aynen,
mesaj atarım ne yapacağımızı.”
“Tamamdır.”
Aslı’nın
arkasından bakıyorum uzun uzun ve ardından gökyüzüne bakıyorum. Gökyüzü
büyümüyor, devasalaşmıyor ama Aslı’yı seviyorum. Belki de dedemin gözleri bende
yok. Belki de dedemin baktığı açıdan göremiyorum Aslı’yı ve bir daha kızıyorum.
Detay vermediği için…
Okuldan
çıkıp hızlıca eve geçmeye çalışıyorum. Yol uzuyor, bitmiyor. Günlüğü bu sefer
yalandan açıyorum. Ulaşım araçlarında dedemin tek nüsha, bence eser olan,
günlüğünü tüketmek istemiyorum ama günlük, ruhumda derin bir çöküntü
oluşturuyor ve beni içine çekiyor. Bu yüzden üç defteri tekrar tekrar okuyorum.
“Hayat
çok tatsız Selma, eskisi gibi değil hiçbir şey. Zaten sen gittikten sonra
geleceği görme arzusu içimde tükendi. Birden gitti. Hayat dolu ben, içi
boşalmış bir ihtiyar olup çıktım. Gün bitsin diye ip çekiyorum. Bazı zaman
oluyor ki hiç yataktan çıkmak gelmiyor içimden ama yılların alışkanlığı sabahın
kör saati ayakta buluyorum kendimi. Karşı kahveye gidip o pis kahveden yarım
yamalak içiyorum. Senin kahven gibi değil bunların yaptığı. Nasıl da benden
önce uyanır evi mis gibi kahve kokuturdun. Kahvaltılarımız nasıl da güzel
geçerdi, şimdi iki zeytin bir dilim ekmek yetiyor doymama. İnanır mısın bulaşık
bile çıkmıyor evde. Öğlen çabuk geçsin
diye bir duble rakı içiyor, eski plakları dinliyorum. Beraber dinlediğimiz plaklara ruhundan kırıntılar sıkışmış,
hissediyorum ve akşam oluyor. Artık akşamları hiç sevmiyorum Selma. Yapay
ışıkta parlayan gri saçlarını hatırladıkça ağlıyorum. İki duble rakı içiyorum.
Büyük siniye koyuyorum hani senin çok sevdiğin, çok az da peynirle beraber.
Artık rakı da uyutmuyor beni. Seslice okuduğun kitaplardan birine elimi
atıyorum. İlk cümlesinde sesin kulağıma değiyor, kapatıyorum kitabı sesini
dinliyorum. Bol bol eski fotoğraflarımıza bakıyorum. Cumbada biraz seni özleyerek,
biraz sana küskün uyuyakalıyorum. Gittiğinden beri yatağımıza başımı koyup
uyuyamıyorum. Ellerimi değdiriyorum nevresimlere, yastığına. Kalbim sıkışıyor.”
Eve
gelip kendimi külçe gibi yatağa bırakıyorum. Cüzdanımı ve telefonumu yatağın
yanına bırakabiliyorum yalnızca. Dedemin yazdıkları sadece ruhuma değil
bedenime de ağır gelmeye başlıyor. Dört aydır yalnızca dedemin günlüklerini ve
birbirlerine yazdıkları pusulaları okuyorum. İçimde dedem ve birbirlerine
duydukları aşk yeşeriyor. Ancak bu
aşkı taşıyamıyorum ağır geliyor, Aslı’yı anneannemin kendimi ise dedemin yerine
koymaya çalışıyorum. Aslı’nın dört aydır takılı kaldığım bu günlüklere olan
ilgisizliğine nefretle bakıyorum ama sonra Aslı’nın bu hikâyede henüz yeri
olmadığı için bir şey söyleyemiyorum. Kafamı koyduğum gibi uykuya dalıyorum.
Rüyamda metruk bir ev, boş eski koltuk, kararmış bir sini ve kırık bardaklar
görüyorum. Evin içinde adım atamıyorum çünkü tetikte bana saldırmayı bekleyen
sivri dişli, ağzından salyalar akan iri bir köpek duruyor. Ne ileriye
gidebiliyorum ne de geriye. Olduğum yerde kalmışım ama korkmuyorum. Gözlerim
birden açılıyor, ağzımda ekşi çok kötü bir tat dolaşıyor. Terden sırılsıklam olmuşum, yatakta
doğruluyor kendime gelmeye çalışıyorum. Rüya, gözümün önünden hızla geçiyor.
Gözlerimi ovuşturup telefonu elime alıyorum. Telefonun ışığı gözlerimi yakıyor,
birazdan alışacak gözlerim biliyorum o yüzden direniyorum. Saate bakıyorum önce
hepi topu üç saat uyumuşum. Aslı’nın mesajına bakıyorum ardından.
“Sekiz gibi Pervaz Bar’da buluşuyoruz. Ardından Moda Sahil’e geçeceğiz.
Biliyorum bara gelmek istemeyeceksin ama gel lütfen.”
Başparmağımla
dokunmatik ekrana dokunuyor ve ekranı yukarı doğru kaydırıyorum, üç gün önceki
konuşmamızdan kalan bir mesajı tekrar okuyorum.
“Bu
arada babam pikap alacakmış bana annemden öğrendim, eski kafa ama hoşuma
gitti. Değişmiyor adam her sene antika
eşyalar alıyor.”
Aklım
karışıyor aniden. Duraksıyorum. Telefonu elimden usulca bırakıyorum. Ağzım yarı
açık kalıyor. Ayağa kalkıp dolabımın üzerindeki ayakkabı kutusunu indiriyorum.
Masaya koyuyor ve titreye titreye içindeki kâğıtları çıkartıyorum.
Avuçlarım
sızlıyor, kulaklarımda uğultular dolaşıyor. Aradığım kâğıdı buluyorum,
Anneannemin o temiz el yazısı karşımda duruyor.
“Biliyor
musun babam bana gramafon alacakmış öyle mesudum ki, anlatamam. Geçen sene
bozulmuştu alamamıştık yenisini.”
Ardından
dedemin günlüğüne dönüyorum. Dedemin üçüncü günlüğünde yani ölümüne ramak kala
yazdığı günlükte aldığı plaktan ve alınmayan gramafondan bahsediyor. Hediye
ettiği plağı ancak evlendiklerinde dinleyebildiklerinden ve o günün nasıl
hüzünlü, nasıl neşeli, nasıl duygusal, nasıl coşkulu geçtiğinden bahsediyor.
Önce defteri masaya bırakıyorum ardından
pusulalar elimden ağaçtan kopan sonbahar yaprakları gibi kopup masaya
dökülüyor. Kalbim sıkışıyor, bedenim heyecandan ha patladı ha patlayacak
vaziyette hazırlanıyor. Aklımda, dilimde, gözlerimde hep aynı soru dolaşıyor. Elimde
Aslı’ya hediye olarak aldığım plak, hafif tebessüm, yoğun heyecanla Pervaz
Bar’a aynı soruyu tekrarlayarak giriyorum.
“Ya
o pikabı almazsa?”
Fotoğraf:http://www.yutmografim.com/2013/05/