Bir
süre önce Küçüktük Büyüdük adlı paylaşımımızda zamanın su gibi aktığından
bahsettik, öyle, durduramıyoruz. O yayınımıza benzer bir çalışmayı bu kez Irina Werning adlı potoğrafçı gerçekleştirmiş. Yenir yutulur gibi değil, insan
yedisinde neyse yetmişinde de o olabiliyor ya da konsept bu şekilde. İyi eğlenceler! (üzerine tıklayınca büyüyorlar)
gösterime giren filmler | 1 haziran
yazan: tunalızade gürkan efendi
tarih: 6/02/2012 06:49:00 ÖS
etiket: gösterime giren filmler
yorum:
Hiç yorum yok
Prometheus
Yönetmen:
Ridley Scott
Senaryo:
Jon Spaihts, Damon Lindelof
Oyuncular:
Noomi Rapace, Logan Marshall-Green, Michael Fassbender
Yapım:
2012 / ABD / 124 dk.
Prenses
ve Avcı (Snow White and the Huntsman)
Yönetmen:
Rupert Sanders
Senaryo:
Evan Daugherty, John Lee Hancock, Hossein Amini
Oyuncular:
Kristen Stewart, Chris Hemsworth, Charlize Theron
Yapım:
2012 / ABD / 127 dk.
Arıza
Aşk (Bellflower)
Yönetmen:
Evan Glodell
Senaryo:
Evan Glodell
Oyuncular:
Evan Glodell, Tyler Dawson, Jessie Wiseman
Yapım:
2011 / ABD / 106 dk.
Aramızda
Bebek Var (Un heureux événement)
Yönetmen:
Rémi Bezançon
Senaryo:
Eliette Abecassis (roman), Rémi Bezançon, Vanessa Portal
Oyunculuk:
Louise Bourgoin, Pio Marmaï, Josiane Balasko
Yapım:
2011 / Fra-Bel. / 107 dk.
çöp kutusunun etrafında şekillenen hayatlar: the galoş
yazan: tunalızade gürkan efendi
tarih: 6/01/2012 08:46:00 ÖS
etiket: konuk yazar, titiemre, yazılar
yorum:
Hiç yorum yok
Beden
dersine girmeden önce biz erkekler sınıfta kıyafetlerimizi giyiyorduk. Çoğumuzda
spor ayakkabı yoktu. Hocamız bize parmak arası terlik giyebileceğimizi
söylemişti. Ama biz bu iğrençliğe karşı çıkıp eşofmanın altına burnu sivri
havaya kalkan kundura ya da köşeli kundura giyme teklifinde bulunmuştuk. Hocamız
da kabul etmişti.''La oğlum kapıyı açıp açıp durma, biri görcek rezil olcaz.''
demişti Mümtaz. ''Olum bişi olmaz giy hadi de çıkak'' demişti Tahsin. Ben ve
Fırat kıyafetlerimizi giymiş onları bekliyorduk. Herkes kıyafetlerini giyince
koşarak solana yol almıştık. Hocalar koridorlarda koştuğumuz için bize tebeşir
atıyor ama biz kıvrak hareketlerle tebeşirlerden kurtuluyorduk. Asena'ya taş
çıkarıyorduk. Toplam 6 sınıf 300 öğrenici hocaların gelmesini bekliyorduk. Bu
bekleme seansı çok özeldi çünkü salon ter kokmuyordu. ''Sağa dön, sola dön, ikili
sıra ol bir de oryantal yapın. Tamam serbestsiniz'' demişti beden hocamız. Bizim
grup dışarıda toplanmış devlet sorunlarını tartışıyor, bu konudan sıkılıp
Aleks'in iyi bir topçu olduğunu ama koşmadığı fikrinde buluşup, Ancelina
Coli'nin dudakları ile de muhabbetimizi sonlandırıyorduk. Biz 4 erkeğin yanında
bir de Oya vardı. Oya her okulda bulunan, kızlarla takılmayı sevmeyen, futbol
muhabbeti yapan, makyajın ne olduğunu sorduğumuzda bir futbolcu olduğunu
söyleyen bir kızdı. Bu kızlar genelde çirkin olurdu ama Oya'nın süpersonik bir
suratı ve fiziği vardı. Beyaz tenli, orijinal sarışın olması ve yeşil gözlü
olması onun Viktoryia Sıkrıt kızı olmak için yapılan VS sınavlarına girmeden
kazanacağının kanıtıydı. Herkes ondan hoşlanıyordu. Bende ona karşı minicik bir
duygu besliyordum. Hatta bu minicik duygu osuruk bile olabilirdi.
5 imizin hayatı bu noktadan sonra değişmişti.
Daha doğrusu Oya'nın doğum gününden sonra değişmişti. Doğum gününe biz 4 erkeği
çağırmıştı sadece. Oya zengin bir kızdı. Hediye konusunda yaratıcı olamamıştık.
Daha doğrusu paramız yetmemişti. Fırat çorap almış, Tahsin ve Mümtaz ise diş
macunu ve fırçası almıştı. Ben ise 0.5 uç almıştım. Sınıfta istediğinde
kimseden bulamıyordu, gerekli bir hediyeydi yani.
Pastayı yedikten sonra Oya bizi garaja
götürmüştü. Basgitar, Elektrogitar, Bateri ve Piyanonun olduğu bir garajdı bu. ''Hadi
biraz müzik yapalım'' dediydi Oya. Hepimiz bir enstrümana oturmuş bir şeyler
çalmayı deniyorduk. Oya, bu enstrümanların nasıl çalındığını bize
öğretebileceğini söylemiş bizde hemen kabul etmiştik. Hızlandırılmış dersler
alarak aletleri nasıl çalacağımızı 1 günde öğrenmiştik. Dersi derste dinleyip
bir gün de öğrenmiştik her şeyi. O gün Oya'nın evinde yine müzik yapıyorduk. Aletleri
nasıl çalacağımızı bildiğimiz için Oya şarkı söyleme kısmına geçelim demişti. Vega'dan
Hafif Müzik parçasını söylüyor bizde çalıyorduk. Ertesi gün okulda 5 imiz
sınıfın içindeki çöp kutusunun etrafında kalemlerimizi açarken Oya şarkı
söyleyelim diye ısrar etmişti. Bizde okul çıkışı Oya'lara gidip yine Vega'dan
Hafif Müzik'i çalmıştık. Bu sefer hatalar daha az, ses ise daha güzel çıkıyordu.
''Oğlum oğlum…Oğlummm, oğlum kalk dışarıda
birileri seni soruyo hadi'' demişti anam. Ağzımın etrafındaki salya izlerini
silmeye çalışırken kapıda bizimkileri görmüştüm. Hepsinin ağzı kulaklarına
girmiş bir şekilde bana sırıtıyordu. ''Olum Oya bizim şarkının videosunu çekmiş
internete koymuş. 1 milyon insan layklamış. Ünlü olduk olum ünlü'' demişti
Tahsin. Kapıyı suratlarına kapatıp yatağıma yatmaya gitmiştim. Jeton sonradan
düşmüştü. Hemen kapıyı açıp ''Olum bak git. Doğru mu bu Oya'' demiştim. Oya göz
kırparak onaylamıştı. ''Bekleyin burada üstümü giyip dışarıda bunu kutlayalım''
demiştim. Kutlama biraz gecikmişti. Annem ekmek almak için beni BİM'e
gönderirken karşı komşu ve 1. kattaki Murtaza abi içinde farklı dükkânlara
gitmek zorundaydım. Apartmandan çıkarken mahallemizin bakkalı Erdal abi BİM'den
iki ekmek almamı istemişti.''Erdal abi sen zaten ekmek satmıyon mu, uğraştırma
beni yav''demiştim. ''Olum ben 750 bine satıyorum BİM 400 bine. Orası daha
ucuz. Hadi git de gel. Paranın üstüde senin olur hem çakal'' demişti Erdal abi.
İki ekmek için bana 850 bin vermişti. İçimden Erdal abiye sövmüştüm.
Eve geldiğimde bizimkilerle dışarıda kutlama
yapmıştık. Kutlama dediğimde milletin ziline basıp kaçmak ve adam başı iki
meybuzdu. ''Eee şimdi bizden imza falan mı alcak insanlar? '' demişti Tahsin. ''Hayır.
O seviyeye gelebilmemiz için televizyona çıkmak gerek'' demişti Fırat. Ertesi
gün beklenen olmuştu. Saba Tümer'in programından teklif almıştık. Programa
çıkıp çıkmayacağımızı okul çıkışı sınıftaki çöp kutusunun etrafından tartışmıştık.
Bizimkiler çok istekliydi. Ama ben o programı hiç sevmediğim için
gelemeyeceğimi söyledim. Önce itiraz ettiler sonra daha az yol parası
ödeyecekleri için hemen kabul ettiler. Namızsızlar.
O ün okula gitmeyip hayatımda ilk kez Saba
Tümer'in programını izlemiştim. Bizim şarkımız çaldığında bizimkiler tek tek
masanın etrafına gelmişti. Saba Tümer benim nerede olduğumu sorduğunda ise
bizimkiler Basurlu kabız olduğumu söylemişlerdi. Yeni bir hastalık üretmişlerdi
heyecandan. O an karnım ağrımaya başlamıştı işte... Saba Tümer'in programı tüm
yılışıklığıyla devam ediyordu. Çok güzel çaldığımızı ve çok başarılı
olacağımızı söylemişti. Son anlara doğru grubun ismini sormuş, bizimkiler
birbirlerinin suratlarına bakmaya başlamıştı. İçimden defalarca ''Galoş''
lafını geçirmiştim. Oya sonunda bir şeyler söylemişti. ''Galoş''... Sevinçten
kanepenin üzerinde takla attığımda annem mutfaktan kafama doğru falsolu bir
şekilde terlik atmış, beni kafamdan vurmuştu. Programdan sonra toplantı için
yine sınıftaki çöp kutusunun etrafında buluşmuştuk. ''Bence daha dikkat çekici
bir şarkı söyleyip, Okan'ın programına konuk olmalıyız'' demişti Oya. ''Şebnem
Ferah'' demiştim ben de. Herkes yutkunmuş, sesi kısık bir şekilde ''Saçmalama''
demişti. Ben Oya'ya baktım Oya bana. Ben O'na baktım o bana. Ben ona yine
bakarken gözünün hemen altında bir kirpik vardı. Aldım onu alt mı üst mü diye
sordum. Dilek tuttu ve üst dedi. Üst çıktı. Biz 4 erkek hep bir ağızdan ''ne
tuttunn'' diye bağırdık o ise ''Hadi müzik yapalım demişti. Tam kutunun oradan
ayrılırken Tahsin ''beni bırakın burda, ucum kırıldı yine, bensiz dönün
sıralarımıza'' demiş bizi iyice duygulandırmıştı.
Şebnem Ferah'ın Hoşçakal şarkısını
cover'lıyorduk. Bizim için çok zordu. Ama sonunda başarmış, videoyu internete
koymuştuk. Büyük gün gelmişti. Okan Bayülgen Şebnem Ferah'ın da konuk olduğu
programa bizi çağırmıştı. Oya ve ben soğukkanlılığımızla bilinen insanlarken,
Okan'ın teklifi sonrası önce kolbastı oynamış sonra Harran Ovasından figürler
sergileyip bir de Ege yöresinden oynamıştık... Yine sınıftaki çöp kutusunun
etrafında toplanmış, programa nasıl gideceğimizi düşünüyorduk. Oya'nın babası
bizi bırakabileceğini söylemişti ama biz kabul etmemiştik. Büyük gün gelmişti. Metrobüs
durağında metrobüs beklerken aramızda oluşan aile bağı bizi birbirimize iyice
bağlamıştı. Metrobüs sonunda gelmişti. Çok şaşkındık. Metrobüs bomboştu. ''Olum
boş metrobüse binilmez, gelin inelim. Koltuk altı kokusu bile yok olum burda''
demişti Tahsin. ''La gelin şuraya belki bizim için özel tutulmuştur bu
metrobüs'' derken neden boş olduğunu anlamıştım. Vatan Şaşmaz ön taraflarda
oturuyor, millete sırıtıyordu... Okan Bayülgen'in programına vardığımızda saat
henüz 10 du. Sabah 10. Geç kalmamak için çokça erken gelmiştik. Zaman geçmiş
program başlamıştı. Şebnem Ferah tüm güzelliği ile oradaydı. Hepimiz kıyafetlerimizi
giymiş, şarkımızı söylemeyi bekliyorduk. Oya bir kaç dakika sonra gelmişti. Muhteşem
bir elbise ile inanılmaz derecede çekici görünüyordu. Sanırsam içimdeki o
minicik duygu kocaman bir ergen olmuştu... Reyhan bize zaten playbek
söyleyeceğimizi bu yüzden heyecanlanmamız gerektiğini söylemişti. Önce şaşırmış
sonra da karşı çıkmıştık.''Hayırr biz canlı söylicez kadınn!'' dediğimizde ise
bize kızmıştı. Reklama gidildiğinde Okan ile konuşmuş, o da bunun mümkün
olmadığını söylemişti. Tek çare olarak Şebnem'in yanına gitmiş saatlerce
yalvarıp bacaklarına sarılmıştık ama işe yaramamıştı. Son olarak ''The
Galoş''un imzalı fotoğrafını verdiğimizde ise Okan ile konuşmaya gitmişti.
Ve sıra bize gelmişti.
Hııhımm...Mmmııhh..Hıhıhhımm..Seniiii
ararken kendimiiiiii kayyyybetmekten yoruldum...
Oya harika söylemiş, biz harika çalmış, herkes
bize hayran kalmıştı. Okan Bayülgen ilk kez bir şarkıyı bu kadar beğendiğini
söylemesi yetmezmiş gibi Şebnem Ferah'da düet teklifinde bulunmuştu. Çok
şaşkındık. O gün bütün Türkiye bizden konuşuyordu. Cuma günüydü. Twitter'da çok
fazla konuşuluyorduk. Ekşi sözlükte ise gelmiş geçmiş en çok entry girilen konu
olmuştuk bir anda. ''Yaaa siz nasıll bişisiniz böyleee yaaa ? Hiiiiihh. Aaaaa. Reyahn,
çok fena değil mi bunlar ya ? '' demişti. Okan Bayülgen. ''Sizin adınız ne peki
diye de eklemişti. ''Galoş'' demiştik. ''Taaamammmm. Taaammaamm. Kesin
alkışlamayı... Albümünüzün bütün masrafları benden demişti bir de Okan'cığım.
1 hafta sonra albümü yapmıştık. Şarkıların
hepsi cover'dı. Albüm yurt dışına da yayılmıştı. Türkiye'de bir numaraydık. 1
ay sonra Jastin Bibır'ın yerine bizim şarkılarımız youtube de 55 milyon
layklanmıştı. Avrupa'da turnelere başlamıştık. Her ünlü insan gibi bizde
bağımlı olmuştuk. Biz sigaraya, uyuşturucuya, alkole bağımlı değildik. Jelibon'a
bağımlı olmuştuk. Bütün paramızı jelibona yatırıyor, tüm ülkelerde bize ait
jelibon fabrikaları kuruyorduk. Hatta yaptığımız 5. albümün adı da jelibon
olmuştu. Paramız azalıyor, aramızdaki arkadaşlık sönüp gidiyordu... Irak'ta
yaptığımız bir konserde ise ben arkadaşlarımı kaybetmiştim. Irak'ta kimse beni
tanımıyordu. Bu yüzden Türkiye'ye dönmem 1 ayımı almıştı. Döndüğümde ise eskisi
kadar ünlü değildim. Piyasa Demet Akalın'a, Serdar Ortaç'a, Halil Sezai'ye
kalmıştı. Türkiye'ye geldikten 3 hafta sonra arkadaşlarımı aramış ama bir türlü
bulamamıştım. Fakirleşiyordum iyice. Sonunda ana ocağına dönmüştüm. 2 ay sonra
arkadaşlarımı bulmaya yine devam ediyordum. Sonunda bu işten umudumu
kesmiştim...
Eski okulumun önünden geçerken sınıfıma, çöp
kutusunun oraya gitmiştim. Koridorda Oya'nın berrak sesi yankılanıyordu. Fırat'ın
ağlamaklı sesi, Mümtaz'ın ortama yaydığı koku ve Tahsin' nin suskunluğunu
hissedebiliyordum. Koşarak yanlarına gitmiştim. Jelibon çekiyorlardı yine
namızsızlar. Arkadaşlarımı çöp kutusunun orada bulmak benim için çok güzel bir
şeydi. Önce sarıldık, sonra da ağlaştık. Geçen yıllar hakkında konuşmuştuk. Sonra
arayı açmamak dileğiyle birbirimizden ayrılmıştık... Ben ise çöp kutusunun
içindekileri konteynıra boşalttıktan sonra çöp kutumuza sarılıp onun içine
galoş koymuştum. O gün onun içinde uyumuştum.
-titiemre
Diğer yazıları için tıklayın.
Görsel: Umut Sarıkaya
(siz de yazı/fikir/görsel/liste/deneme göndermek istiyorsanız iletişim bölümüne uğrayınız)
2012: ocak-mayıs analizi
yazan: tunalızade gürkan efendi
tarih: 5/31/2012 11:58:00 ÖS
etiket: albüm, andrew bird, aykut imer, blunderbuss, break it yourself, damon albarn, daniel rossen, dr. dee, first aid kit, in the belly of a brazen bull, jack white, konuk yazar, lion's roar, tennis, the cribs
yorum:
1 yorum
Normalde
sene sonunda topluca bir yazı yazarım ama hem boşluk hem de 2012 in daha ilk
yarısında çıkan olağanüstü albümler bizi bu yazıya yöneltti efendim. Şahsi
zevklerime göre (her zamanki gibi, altını çizerek) 2012 nin Mayısa kadar olan
ilk yarısında çıkan dikkat çekici işler:
Lion's
Roar - First Aid Kit (Wichita)
İsveçli
folk ikilisi hep işaret ettikleri Amerikan folk/country kültüründen aldıkları
ilhamı Avrupai bir dokunuşla harmanlayınca sonuç inanılmaz olmuş. Geçmişe
saygıyı esirgemeden progresif olabilmek belkide en zor şey günümüzün müziğinde,
ve folk (zaman zaman country) gibi belli dönemlere atfedilen bir müzik türüne
teknoloji çağında modern bir yorum katabilmek oldukça etkileyici. Country
müzikte artık unutulmaya yüz tutmuş karanlık temaları işleyen Lion's Roar
zengin enstrüman aranjmanları ile de dikkat çekiyor. Avrupai kökleri de albümün
her köşesindeki müzikal detaylarda bulmak mümkün..
Young
& Old - Tennis (Fat Possum)
Soğuk
Şubat günlerinde piyasaya çıkmasına rağmen Young & Old deyim yerindeyse
"easy listening/feel good" tadında, tam bir yaz albümü. Reggae ye
yaptığı ince dokunuşlar ve 'reverb' e bulanmış pop 'sound' uyla zaman zaman
2011 de çıkış yapan Cults'u da andırıyor Tennis 2. albümünde. Şahsen ilk
dinleyişten itibaren samimiyetine bayıldığım bu albümü ben güneşli yaz günleri
için dolapta tutuyordum bir süredir, şimdi tam zamanıdır, önümüzdeki bir kaç
ayın soundtrack i olmaya aday, eğlenceli bir albüm.
Silent
Hour/Golden Mile - Daniel Rossen (Warp)
Şanlı
Grizzly Bear'imizin üyesi, kendine has tarzıyla günümüzün önde gelen
gitaristlerinden Daniel Rossen, Grizzly Bear in 2012 sonunda beklenen yeni
albümünden önce ilk solo çalışması olan Silent Hour/Golden Mile ı çıkardı. 5
şarkıdan oluşan EP bu haliyle bile 2012 in en kaliteli müzikal çalışmalarından
biri olmaya aday. Bu EP nin internet üzerinde çeşitli sitelerde
karşılaşabileceğiniz analizleri (ki genelde aldığı yorumların çoğu övgülerle
dolu) hep Rossen'i bir nevi 70 lerin pop müziğini canlandırmaya çalışan modern
bir George Harrison olarak etiketlemeye çalışıyor. George Harrison etkileşimi -özellikle
'Silent Hour' da- çok açık olsada, Rossen i ve müziğini başka şeylere
benzetmeye çalışmak iyi anlamda olsa bile haksızlık olur. Bu EP yi ilk
dinleyşinizden itibaren anlayacaksınız, jenerasyonumuzun en etkili şarkı
yazarlarından biriyle karşı karşıya olduğunuzu. Adeta nefes alan, acelesi
olmadan örülen bir birine giren ama bütünlüğü sağlayan armoniler, yalın zaman
zaman abstrakt ama yürek burkan bir söz yazımı, ve duyduğunuz anda bu Daniel
Rossen diyebileceğiniz bir gitar tekniği.. Her anı kulaklar için bir şölen,
özellikle şarkıları cilalayan sonik detayları takip etmekten hoşlanıyorsanız..
Çıktığı gün dinleyebildiğim için kendimi şanslı hissettiğim, yaşasın 2012
dedirten bir albüm. Sağol var ol Daniel Rossen, yarattığın için, gerçek
anlamda.
Break
It Yourself - Andrew Bird (Bella Union)
Andrew
Bird hayran bırakmaya devam ediyor. Break It Yourself yavaşça gelişen
hikayeleri, geniş bir sonik kadraja yayılan atmosferi ve içgüdüsel bir şekilde
şekillenen temaları ile minimalizm le 'ambient' suların kıyılarında geziniyor.
Bu yönden punk'ın içgüdüsel, primitif yaklaşımını folk paletinde yorumlayan
Yann Tiersen'in 2010 çıkışlı Dust Lane ini de hatırlatıyor. 1 saati aşkın
süresiyle modern müzikte uzun soluklu sayılabilecek bir yapıya sahip olan Break
It Yourself, Bird ün acelesi olmadığını gösteriyor. Her yönüyle Amerikan
müziğinde folklör-ozan sinerjisini en etkili şekilde 2000 li yıllara taşıyan
sanatçı rolünü daha da pekiştiriyor Andrew Bird. 2009 un Noble Beast'ine göre
kesinilkle daha minimal, sade kurallar temel alınıyor. Sözler le doğru orantılı
olarak bahsettiği sahneleri enstrümanlarla neredeyse teatral bir ruhla
canlandırması, belkide Anrew Bird ün klasik eğitimine karşı bir saygı duruşu
yorumunu da yapabiliriz. Belli şarkılarda Bird ün daha önceki albümlerine
nazaran, Güney ABD nin müzik kültürüyle daha detaylı bir ilişki görmek de
mümkün.
Blunderbuss
- Jack White (Third Man / Columbia)
Blunderbuss,
son 20 yılda gerçek rock müziği ayakta tutan sayılı isimlerden Jack White'ın
kariyeri boyunca parçası olduğu projelerden tatlar sunmasının yanında,
sanatçının daha önce hiç görmediğimiz yanlarınıda paylaşıyor. White'ın
alışılmış kan ağlayan gitarlarının yanında, blues (ama old-school blues)
öğelerinin belli şarkılarda neredeyse takıntılı (iyi anlamda) bir şekilde takip
edilmesine White'ın hafiften retro prodüksiyon seçimleri eklenince ortaya
enteresan sonuçlar çıkıyor. Aynı zamanda burda Jack White'ı orkestrasyonu ve
aranjmanları yönetirken görmekte ayrı bir zevk: kendi yarattığı nostaljik
müzikal dünyada daha önce hiç olmadığı kadar ayrıntılara dikkat eder ve kişisel
buluyoruz White ı. Nashville, Tennessee de kaydedilen albüm bölgenin müzikal kültürü,
Chet Atkins, Johnny Cash gibi figürlerin meşalesini bir nevi taşıma görevini
üstlenirken, modern zamanlarda da bu kültürü geleceğe taşıyacak bir köprü
olarak da duruyor. Ama günün sonunda bu albümü açıklayacak tek şey: kelimenin
tam anlamıyla, rock'n roll.
Dr.
Dee - Damon Albarn (Parlophone)
Blur,
Gorillaz, The Good, The Bad & The Queen. Britpop, trip-hop, dünya müziği,
rock müzik, elektronik müzik. Müziğe bu kadar farklı kollardan inanılmaz sayıda
değerli eser bırakmış Damon Albarn, 2011'de sahnelenen, Ulusal İngiltere
Opera'sı tarafından komisyonu yapılan Dr. Dee ile klasik müziğe de adım attı.
Yaklaşık bir sene sonra ise Dr. Dee Operası'nın soundtracki, yani ana aria
ların daha sade stüdyo kayıtlarının bulunduğu bu albüm çıktı. Özellikle Henry
Purcell ve Handel in romantizminin izlerinin de görüldüğü klasik müziğin
yanında, İngiliz-folk türünün kaliteli bir örneği Dr. Dee. Damon Albarn'ın
'Apple Carts' da etkileyici bir şekilde enstrümentasyon a dahil ettiği ney
gibi, bazı parçalarda doğu elementlerinin cesur kullanımıda ('The Moon Exalted'
daki kanun) Albarn'ın geniş müzikal yelpazesini ustaca kullandığını gösteriyor.
Opera şan sanatçılarının yanında Albarn ın sigaradan pürüzlü bas sesini
duymakta hoş. 'Saturn' gibi bazı parçalarda Albarn'ın klasik müziğin
sınırlarınıda progresif bir yaklaşımla sorgulaması gerçekten gerçek
yaratıcılığı takdir eden müzik severleri heyecanlandıracak türden bir hareket.
Damon Albarn, Dr. Dee ile müzik dünyasına artık kalıcı izini bırmıştır
diyebilirz. 2012 nin Mart'ında çıkan bir başka albümde ise Albarn'ın iki diğer
efsane, Tonny Allen ve Flea ile birlikte Rocket Juice & the Moon adı
altında kaydettiği albüm yayınlandı. Adam durmuyor.
In
The Belly Of A Brazen Bull - The Cribs (Wichita)
Wakefield'lı
kardeşlerin senelerdir varmaları beklenen noktaydı bu. Potansiyelleri altın da
ezilen grupları çok gördük - özellikle 2002-2009 arası ingiliz rock ında- ama
sonunda bir grubun büyürken gelecek vaad eden statüsünden çıkıp vaad ettiği
büyüklüğü yaşayıp yaşattığını görmek, işte bu eğer senelerdir takip ettiğiniz
bir grupsa oldukça zevkli bir şey. İlk 2 albümü lo-fi garaj tınılarıyla geçirdi
Cribs. 3. albümde prodüktörlük koltuğuna oturan Alex Kapranos Jarman
kardeşlerden bir Franz Ferdinand yaratmaya çalıştı, 4. albüm Ignore the
Ignorant ise bir indie şaheseriydi ancak bu albüm sürecinde tarihin en iyi rock
gitaristlerinden efsanevi Johnny Marr'ın 4. eleman olarak gruba katılması yine
gerçek Cribs ruhunu perdeleyen bir faktördü. Geriye baktığımızda kötü bir albüm
yok, ancak In the Belly of a Brazen Bull, 3 kardeşi gerçek kimliklerini,
oldukça kaliteli bir prodüksiyonla bulurken yansıtıyor. Olgunluk dönemindeki
Cribs eskisi gibi sert hatta daha sert, sahaya hala ölüm-kalım mentalitesiyle
çıkıp kulaklarda marş tadında yankılanan oldukça fiziksel melodiler
bırakıyorlar. Ancak farklı olan, şarkı formlarındaki olgun seçimler,
melodilerde takip edilen yenilikçi yollar, ve artık hiç bir Cribs şarkısının
"daha önce bir yerlerden duymuştum" etkisi yaratmaması. The Cribs in
şu ana kadarki en sert albümü diyebiliriz. Ve her şeyden önce bu bir punk
albümü, vasat Amerikan sanatçıların tekeline düşen bir türün İngilterede
canlanmasına tanık oluyoruz.
Aykut İmer
(siz
de yazı/fikir/görsel/liste/deneme göndermek istiyorsanız iletişim bölümüne uğrayınız)
100 yıllık kamera david lynch'e verilirse | lumiere
yazan: tunalızade gürkan efendi
tarih: 5/30/2012 12:01:00 ÖS
etiket: david lynch, kısa film, lumiere
yorum:
Hiç yorum yok
Lumiere
Kardeşlerden kalma kamera, 95 yılında 41 sinemacıya verilmiş ve film çekmeleri
istenmiş. Bahsi geçen kamera yüz küsür yıllık ve sinema tarihinin ilk kamerası.
Filmi çekenlere ise üç kural konmuş, 52 saniyelik makaranın dışında başka başka
bir film kullanılmayacak, senkronize ses olmayacak ve sadece üç çekim hakkı.
Şimdi
bu sinemacılardan biri David Lynch olunca 52 saniyelik filmini paylaşmak
istedik. Bas bas “Ben Lynch filmiyim” diye bağırmıyor mu?
İyi
seyirler.
a therapy
yazan: tunalızade gürkan efendi
tarih: 5/30/2012 11:49:00 ÖÖ
etiket: a therapy, ben kingsley, helena bonham carter, kısa film, roman polanski
yorum:
Hiç yorum yok
Helena
Bonham Carter ve Ben Kingsley’in oynadığı kısa film aslında Prada’nın bir
reklamı. Yönetmen koltuğunda ise Roman Polanski oturunca ilgi çekmeyeceğini
düşünmedik.
İyi
seyirler.
cannes film festival 2012 ödül sahipleri
yazan: tunalızade gürkan efendi
tarih: 5/27/2012 10:29:00 ÖS
etiket: cannes film festival, film festivali, haber
yorum:
1 yorum
Dünyanın
önde gelen film festivallerinden Cannes, 16 Mayıs’ta başlamıştı. Bu akşam (27
Mayıs) biten festivalde ödüller de sahiplerini buldu.
Kısa
filmde Türkiye ödül sahibi olurken festivalin büyük ödülü Haneke’ye verildi.
Michael Haneke The White Ribbon ile
Palme d’Or almıştı, bu ikinci Palme d’Or’u oldu.
Kazanan
isimler ise şu şekilde:
Palme
d'Or
AMOUR
(LOVE) Yönetmen: Michael HANEKE
Grand
Prix
REALITY
Yönetmen: Matteo GARRONE
Camera
d’Or
BEASTS
OF THE SOUTHERN WILD Yönetmen: Benh ZEITLIN
En
İyi Yönetmen
Carlos
REYGADAS - POST TENEBRAS LUX
En
İyi Senaryo
Cristian
MUNGIU - DUPÃ DEALURI (BEYOND THE HILLS)
En
İyi Kadın Oyuncu
Cristina
FLUTUR
Film:
DUPÃ DEALURI (BEYOND THE HILLS) Yönetmen: Cristian MUNGIU
Cosmina
STRATAN
Film:
DUPÃ DEALURI (BEYOND THE HILLS) Yönetmen: Cristian MUNGIU
En
İyi Erkek Oyuncu
Mads
MIKKELSEN in JAGTEN (THE HUNT) Yönetmen: Thomas VINTERBERG
Juri
Özel Ödülü
THE
ANGELS' SHARE Yönetmen: Ken LOACH
Palme
d'Or - Kısa Film
SESSIZ-BE
DENG (SILENT) Yönetmen: L.Rezan YEŞİLBAŞ
valtari | sigur rós
yazan: tunalızade gürkan efendi
tarih: 5/27/2012 05:43:00 ÖS
etiket: albüm, sigur ros, valtari
yorum:
Hiç yorum yok
“I
love Sigur Rós but occasionally they do sound like two cats fucking beside a
very encouraging orchestra” yazan tweeti retweet yapan ve bu hareketiyle
aslında yaptığı işte kendilerine ne kadar güvendiğini gösteren İzlandalı
post-rock grubu Sigur Rós, uzun bir aradan sonra hayranlarına yeni bir albüm
sundu.
Her
albümüyle büyük ilgi toplayan grubun son albümü Valtari, kendi içlerinde birer
başyapıt olarak sıfatlandırabileceğimiz albümlerinde olduğu gibi farklı bir
türe kendi çizgilerinden hiç sapmadan yoğunlaşıldığının kanıtı.
Ambient
müziğe yeni bir ifade katan grup, diğer albümlerinde olduğu gibi klasik ve
minimal öğeleriyle atmosferin durağanlığında her tınının yedirilerek
benimsetildiği bir iş ortaya çıkarmış.
Sert
tonları beklemediğimiz gruptan bu kez olabildiğince ağır hareketlerle ilerleyen
bir albümün gelmesi değişik yorumların yapılmasına neden olabilir. Çünkü diğer
albümlerine göre ciddi anlamda “yavaş” bir albüm Valtari. Tabii bu durum
albümün kalitesini çok etkiler mi, pek öyle olacağını düşünmüyoruz.
Daha
önce Sigur Ros parçalarını çok dinlememiş kişiler bu albümden muhakkak uzak
duracaklardır lakin grubu benimsemiş ve üzerine de ambient müzikten hoşlananlar
albümü taçlandıracaklardır.
Albüm
Ég Anda ile başlıyor. Fjögur Píanó ile bitene kadar da
temposundan hiçbir şey kaybetmeden ilerliyor. Albümde yer alan parçaların kendi
başlarına bir şeyler ifade etmesinden çok sanki tüm albüm bir bütünmüş gibi
belirli bir olayı anlatıyormuşçasına ilerliyor.
Tabii
yine de en beğenilen yahut “buradayım” diyen parçalar sorulacak olursa da Varúð, Dauðalogn, Varðeldur
söylenebilir.
Albümde
yer alan parçalar şu şekilde:
1.
Ég Anda
2.
Ekki Múkk
3.
Varúð
4.
Rembihnútur
5.
Dauðalogn
6.
Varðeldur
7.
Valtari
8.
Fjögur Píanó
Nefes
almanın öneminin vurgulandığı bir klip de aşağıda:
gösterime giren filmler | 25 mayıs
Kan
ve Aşk (In The Land of Blood and Honey)
Yönetmen:
Angelina Jolie
Senaryo:
Angelina Jolie
Oyuncular:
Zana Marjanovic, Goran Kostic, Rade Serbedzija
Yapım:
2011 / ABD / 127 dk.
Moonrise
Kingdom
Yönetmen:
Wes Anderson
Senaryo:
Wes Anderson, Roman Coppola
Oyuncular:
Jared Gilman, Kara Hayward, Bruce Willis
2012
/ ABD / 94 dk.
Siyah
Giyen Adamlar 3 (Men in Black III)
Yönetmen:
Barry Sonnenfeld
Senaryo:
Etan Cohen, Lowell Cunningham, David Koepp
Oyuncular:
Will Smith, Tommy Lee Jones, Josh Brolin
Yapım:
2012 / ABD / 103 dk.
Canavarlar
Sofrası
Yönetmen:
Ramin Matin
Senaryo:
Kamdine Khosrowkhavar
Oyuncular:
Gizem Erem, İbrahim Selim
Yapım:
2011 / Türkiye / 85 dk.
Edepsiz
Kız (Dirty Girl)
Yönetmen:
Abe Sylvia
Senaryo:
Abe Sylvia
Oyuncular:
Juno Temple, Jeremy Dozier, Milla Jovovich
Yapım:
2010 / ABD / 90 dk.
Sevimli
Kedi İş Başında (Don Gato y su pandilla)
Yönetmen:
Alberto Mar
Senaryo:
Kevin Seccia, Timothy McKeon
Oyuncular:
Rául Anaya, Jorge Arvizu, Mario Castañeda
Yapım:
2011 / Meks-Arj-BK / 90 dk.
Şeytanın
Yüzü (Le moine)
Yönetmen:
Dominik Moll
Senaryo:
Matthew Lewis, Dominik Moll, Anne-Louise Trividic
Oyuncular:
Vincent Cassel, Déborah François, Joséphine Japy
Yapım:
2011 / İspanya-Fransa / 101 dk.
adalar: büyük ada'nın sırrı, bölüm: 1, kısım: bölüm 1'in başlangıcı
yazan: tunalızade gürkan efendi
tarih: 5/25/2012 06:51:00 ÖS
etiket: konuk yazar, titiemre, yazılar
yorum:
Hiç yorum yok
Bağcılar-Kabataş
tramvay hattına binip oradan da vapurla büyük adaya gidecektik. Pazar günüydü. Güneşli
ve güzel bir hava. Sevdiğim kıza açılabilmek için süpersonik bir ortam
olacaktı. Sınıfça gideceğimiz bir geziydi. Bu yüzden boş anımız hiç
olmayabilirdi. Ama umutluydum. En güzel kıyafetlerimi giymek için halıyı açtım.
Altında temiz iki tane çorabım vardı. Kıyafetim falan yoktu anlayacağınız. Çaresizdim.
Hem parasız hem de kıyafetlerini halının altında saklayan biriydim. Pencereden
insanlara bakıp onları kıskanmaya başlamıştım. Kıyafetleri pahalı ve markaydı. Geziye
gidemeyeceğim için üzgündüm. Gözümden bir damla yaş düşmüştü. O damla, tam
ayağımın altında ki karınca yuvasına düşmüştü. 1 kaç saniye sonra yuvadan
çatıya uzanan bir sarmaşık ortaya çıkmıştı. Sarmaşık tavanı delemediği için
duvarda ki soba borusu deliğinden yan odaya oradan da delik kapıdan çatıya
ulaşmayı başarmıştı. Olanlara anlam verememiştim. ''Nereye gidiyo ulen bu
sarmaşık'' diyerekten otu takip edip çatıya çıkmıştım. Sarmaşığın tepesinde
1.60 boyunda, lise üniforması giymiş genç bir nene vardı. Sarmaşıktan uçarak
yanıma inmişti. Şaşkındım. Elinde bir çubuk vardı. Çubuğun üstünde de bir
yıldız. ''Bana 70 lik rakı, beyaz peynir ve iki paket sigara bulursan seni
büyük adaya en güzel kıyafetlerle gönderirim'' dedi. Şaşkındım. Benim büyük adaya
gideceğimi nereden biliyordu? Neden liseli forması giymişti? Genç kalmayı nasıl
başarmıştı? Böyle pasta yapmayı nereden öğrenmişti?
Soruların
cevapları önemli değildi. İstediği şeyleri almak için tekele gitmiştim. Veresiye
yapamayacaktım. Ama istenilen malzemeleri almak zorundaydım. Tekel sahibi Meriç
dedeye ''Meriç abi üst sokakta su borusu patlamış! Kepçeler her yeri kazıcak. Kepçe
yarışları var yukarıda, koş koş yarış!'' demiştim. Meriç dede Türkiye'nin ilk
Meriç'iydi. Meriç dede yaşının tam tersine çok hızlı bir şekilde dükkanı terk
etmişti. Zamanım kısıtlıydı. Malzemeleri alıp fazladan da bir çikilita
almıştım. Son olarak da veresiye defterinden kendime ayrılmış 4 sayfayı yırtıp
evimin yolunu tutmuştum. Yaşlı teyze malzemeleri görünce sihirli değneğini
kulağıma ve burnuma sokup ardından kafama vurmuştu. 2 saniye içinde kendi
pisliğim ile çok şık olmuştum. Bana bir tane de içinde 50 dolar olan bir akbil
vermişti. ''Oğlum sana yaptığım bu iyiliklerin değerini bil. Kızı sevdiğini
söyle. Ayrıca akşam namazından önce evde ol'' dedi. ''Gece yarısından önce
değil mi o ?'' dedim bende. ''Hayır. Ben Türkiye'de çalışıyorum. Avrupa da
öyle. Haydi uç git buralardan.'' dedi. ''Unutma akşam namazından önce burda ol
ol ol ol lol lol...'' diye de ekledi.
Okulda
buluşacaktık sınıf olarak. Okula varmadan önce ona nasıl açılacağımı hayal
ediyordum. Yolda onu görmüştüm. Ne kadar şık olduğumu söyleyince popom
kalkmıştı. Havalara girmiştim. Okula varana kadar çok güzel bir şekilde
muhabbet etmiştik. Okula vardığımız da çoğu kişi gelmiş ve 15 dakika sonra yola
çıkmıştık. Tramvayda yanına oturmayı planlıyordum. Ama olaylar istediğim gibi
şekillenmemişti. Tramvayda çok sayıda insan az sayıda oturacak yer vardı. Neyse
ki boş bir yer bulmuş, yanıma gelmesini beklemiştim. Ama birden bir şey beynimi
kemirmeye başlamıştı. ''Kalk oradan dan dan dan...'' Birisi beynime girmişti
sanki. Etrafıma bakıp olanları anlamaya çalıştım. Bir sürü bana bakan yaşlı
insan gözüyle karşılaşmıştım. O kadar çoktular ve etkili bakıyorlardı ki
beynime girmeyi başarmışlardı. Sonunda oradan kalkmış, bütün yolu ayakta
geçirmiştim. Tramvay yolculuğum bittikten sonra vapur maceram başlamıştı. Param
vardı ama simit almamıştım. Bunun yerine vapuru didik didik edip yarısı yenmiş
simitler arıyordum. Simitler taş gibiydi, simitler ıspanak rengindeydi. Martılara
simit atıyor hepsinin ölümüne neden oluyordum. Simitler adeta nükleer bir silah
haline gelmişti. Denize attığımda ise kısa süreli bir yeşillik etrafı kaplıyor
ardından balıkların hepsi yüzeye çıkıyor daha doğrusu ölüyordu...
Sonunda
büyük adaya ulaşmıştık. Her yer insanla kaynıyordu. Çoğu da turistti. Üzerimdeki
şıklığın etkisinden mi bilinmez hemen insanların bol olduğu yerlere koşmuştum.
Hocam arkamdan ''oğlum gel buraya yok yazarım seni'' demişti. Yerde duran bir
bisikleti alıp hemen pedal çevirmeye başlamış adayı keşfetmeye çalışıyordum. 20
dakika sonra açlıktan midemde ki senfoni orkestrasını durdurmak adına bir
kuyrukta beklemeye karar vermiştim. İnsanların neyi beklediğini bilmiyordum. Etrafımda
bakkal falan da yoktu. Sıra elektrik faturasını ödeyenlerin beklediği sıraydı.
Tekrar bisikletime binip yokuş aşağı sürmeye devam etmiştim. Bilmediğim yerlere
giriyordum. İnsanlar git gide azalıyordu. 20 dakika sonra kendimi bir kumsalda
bulmuştum. Bu kumsal Sörveyvır'ın çekimlerinin yapıldığı kumsaldı. Açtım, yemek
bulmam gerekiyordu. ''Oyunlara katılmak istiyorum Acun Beyy '' diye
çemkirmiştim. Acun yanıma gelip beni süzdükten sonra oyunlara katılmama izin
vermişti. İlk oyunun ödülü tuvalet kâğıdıydı. Boşuna kazanmıştım. İkinci oyunda
ise tükenmez kalem vermişlerdi. Yine boşuna kazanmıştım. Son oyunda ise bir
dana vermişlerdi. Yine boşuna kazanmıştım. Danayla bir şey yapabilirdim. Onunla
bir şey yapmalıydım. Dana ile göz göze gelmiştik. Benden kaçmıştı ama sonra onu
yakalamıştım. Ona ne yapacağımı anlamıştı herhalde. Çok açtım...
Bisikletimle
birlikte tekrar dananın üzerinde insanların olduğu yerlere dönüyorduk. Ayaklarım
ağrıdığı için dananın üzerinden seyahat ediyordum. Sonunda bir bakkal
bulmuştum. Karnımı iyice doyurduktan sonra bir şey yapmayı unuttuğumu fark
ettim. O'na açılmayı bırak yanında bile olamamıştım 5 saattir. Hemen
sınıftakileri bulmaya çalıştım ama sonuç hüsrandı. İskelenin orada beklemeye
karar verdim. Buraya geleceklerdi. Yarım saat sonra sınıfça iskeledeydiler. Hocam
sürekli nerede olduğumu sorup duruyordu ama zamanım azdı. Onu bulup açılmam
gerekiyordu. Ama vapurun kalkış saati gelmişti. Vapurun içi tıklım tıklımdı. Sınıfça
boş bir yer bulup orada pineklemeye başlamıştık. Bizimkiler yavaş yavaş
martılara simit atmaya gidiyordu. Az kişi kalmıştı. ''Dolaşsak mı biraz?''
demiştim. Kafa sallamıştı. Merdivenden inmiş, oraya buraya girmiş ama bir türlü
sessiz bir yer bulamamıştık. Sonunda kaptanın odasına girmiştik ama kaptanın
kendisi yoktu. Vapur kendi kendine gidiyordu anlaşılan. Bunu sorun etmemiştik
nedense. ''Ee naptın bugün, hiç gözükmedin?'' dedi. ''Benn şey yaptım, yarışma
vardı ona katıldım'' dedim. ''Ciddi misin ''demişti. ''Hee'' diye yanıtlamıştım
ben de. Uzatmaya gerek yoktu. ''Ben seni çok sev...'' TAKKK!!! Bir şeye
çarpmıştık. Hemen dışarıya baktım ki önümüzde kocaman bir gemi vardı. Çarpmak
üzereydik. Hemen rotayı sağa çevirmeliydim. Dümeni aradım yoktu. Onun yerine
iki tuş vardı. Bir çarpma anında sağa kayma diğeri ise çarpma anında yolculara
'ölüyoruz' ikazında bulunan düğmeydi. Yanlış düğmeye bastığımda insanların bağrışmaları
ve küfürleşmeleri hoşuma gitmişti. Sonra doğru düğmeye basarak vapuru
çarpmaktan kurtarmıştım. O boynuma atlayıp ''Kahramanım'' diye bağırdı. Kısa
bir sessizlik olmuştu. ''Bir şey söylüyordun'' diye ekledi sonra. ''Seviyorum
seni'' dediğim anda akşam namazı okunmaya başlanmış kıyafetlerim kaybolmaya
başlamıştı. Altımda bana ait içlik olmasa rezil olurdum. Yine rezil oluyordum
gerçi.
Beni
böyle görünce yavaş yavaş uzaklaşmaya başlamıştı. ''Gitme'' diye çemkirdim.'' Sana
bir şiir yazdım.'' dedim. ''Söyle'' dedi.
Sen ayda ki ışık
Ben elinde ki kaşık
Bak ne kadar olmuştum şık
Oldum sana aşık!
Tekrar
boynuma sarıldı yine tek ayak havada ''Kahramanım'' dedi. İskeleye yanaştığımız
da bir an için yanımdan ayrılmıştı. Takip ettim. Korktuğum şey başıma gelmişti.
Kaptana vurulmuştu. İskeleye onu beklemeye döndüm. Yanıma geldiğinde suratına
gülümseyip onu denize atmıştım. Herkes şaşkın şaşkın bana bakıyordu. Ben ise beyaz
içliğimle olay yerinden topuklarımı kıçıma vura vura kaçıyordum.