kahrolası kırmızı


Kalabalığın içinde kendimizi yalnız hissediyoruz kimi zaman; uzun vakitlerin geçmesini dilerken ağırlaşan yelkovan hareketleri, acılarımız önünde diz çökedursun biz kendi benliğimizden bir şeyler eksiltmemek için acılarımızın üzerine tuz basıyoruz.
Unutulmuş yarınların yokluğunu dünden kalan kırıntılarla beslemeye çalıştıkça yitip gidiyor gözyaşları. Biz çoktan yok olduğumuzu kabullenmek yerine bir defa daha şans veriyoruz. Oynadığımız eli kazanma ihtimalini düşünmeden sürüyoruz tüm varlığımızı masanın ortasına, küçük çentikler atıyoruz bazen her biten gün için, çoğu zaman da umduğumuz başımıza gelsin diye gece yatarken aklımıza gelen tanrıya dua ediyoruz.
Saat tiktakları gibi sürüklenen sularda vakit artık çok geç olmuşken bir kez daha, yeniden şükrediyoruz ettiğimiz küfürler için af diledikten sonra. Acımız bir başkasının çilesi yanında gözümüze ufacık geliyor.
Şayet kalbimiz çırpınmak yerine durmayı tercih etseydi, gözümüzü pencereden uzaklara dikip beklemek zorunda kalmaz, yeni doğan gün için gereksiz yere boş hayaller kurmaya devam etmezdik. Jiletin eti kesmesinden de korkuyoruz tabii. Oysa her şey biraz kırmızıya biraz da cesarete bakıyor.
Gardını almış atağa geçmek için bekleyen eski çağ savaşçısı değiliz biz. Aksine kendimizi savunmak için elimizde tutacağımız bir dayanağımız bile yok. Bunların hepsini başkalarının üzerine atıp suçu kabullenmemek düşmüşlerin yapacağı iş diyebiliriz kolay yoldan fakat bunu bile bilmek çoğu zaman fayda etmiyor.
Hep, yeşil kırların ortasında elimizde sıcacık çayımızla, huzur dolu bir nefes çektiğimizi hayal ediyoruz ciğerlerimize fakat yorgun şehrin bıkkın insan kalabalığında yaktığımız tütün bile rahatlatabiliyor bünyemizi.
Dünya çoktan başkalarının eline geçti, durup birilerinin yardım elini uzatmasını bekliyoruz çaresiz, biz hep böyleydik, yarın da çareyi başkalarından bekleyeceğiz.
İnsan sürüsünün monoton adımlarını bizden ayıran camekanın yanında, masamızın üzerinde yenmeyi bekleyen etin soğukluğu, bıçak ve çatalın yeni yıkanmış parlak yüzü ve titremesini önleyemediğimiz ellerimizle birlikte, düzenin içinde akseden sesleri duymayan kulaklarımızla başbaşayız. Bıçağın porselene sürtme sesinden duyduğumuz rahatsızlığı önleyebilmek için dudaklarımızı aralayıp bir gözümüzü kapatıyoruz. Yediğimiz etin bayatlığı, kendi ruhumuzun umursamazlığıyla yok oluyor, karşımızda oturan hayali arkadaşımız bile halimize güldüğüne göre komik durumumuza pek de söylenecek laf yok. Biz, aynanın karşısına geçip kendi suretimize bakamayan varlıklarız.
Çok geçmeden uykuya dalıyoruz. Dünya, bizim yardımımız olmadan da dönebiliyor. Acımız ne dünden eksik ne de birileri bize elini uzatıyor.
Zaman geçiyor.
Uykumuz kırmızıya bulanıyor.

paylaş:

0 YORUM:

Yorum Gönder