Çünkü Bu Ben de Seni Seviyorum Demek

Dudaklarını çekme benimkilerin üzerinden. Zamanı unutup kal öyle, bu ben de seni seviyorum demek… Hiç dinlemediğim şarkılar dinlet bana, hiç duymadığım şarkılar söyle. Parmak uçların elmacık kemiklerimin üzerinde gezinsin ve benim aklımda sadece mavi kalsın. İçinde sarı haleler olan mavilerden değil ama, biraz gri biraz mavi. Mavilerinle geldiğinde çok güvendiğim şiirlerimi anlamsız bırak, elimden düşür şiir kitaplarımı. Dudaklarım aralansın ama çıkmasın ağzımdan sana söyleyeceğim şiir dizeleri. Söyleyemediğim sözcüklerimi anla sesimden* ve dudaklarınla dokunduğunda dudaklarıma her şey anlamını yitirsin çünkü bu ben de seni seviyorum demek. Söyleyeceklerime ihtiyacımız kalmasın böyle olunca.
Ben uyurken duymadığımı farz ederek kulağıma fısılda söyleyemediklerini, uyandığımda bana rüya gördüğümü söyle. İkimiz de bilelim rüya olmadığını ama üzerinde durmayalım. Çünkü aslında sen de benim her şeyimsin.
Geçmiş diye tanımladığımız şeyler şu anki hayatımızdan çok uzaklarda başka yaşanmışlıklarda kalsın, bahsettiğimizde bize bile uzak gelsin. “Sahi ne zamandı bunlar?” diye soralım birbirimize. Sanki o geçmiş boyunca hep bir yerlerde sen varmışsın gibi, hani içten içe bağımsız isimsiz birini değil de yüzünü görerek mavi olduğunu bilerek kokunu duyarak ve özellikle onu arayarak seni beklemişim gibi. Adanan adaklar gerçek oluyormuş, dualar içten ve çok edilince kabul ediliyormuş, yukarıdaki beni de seviyormuş gibi olsun şu hayat.
Ne zaman seni karşılamak için çıksam kapıya, yüzünü gördüğüm an ah bir bilsen nasıl özledim diyeyim sana ve dudaklarına dokunduğunda dudaklarım sen de şiirin devamını hatırla: ah bir birsen nasıl özledim / nasıl nasıl nasıl özledim platin dudaklarını! / o mecburi dudaklarını! / salkımsöğüt dudaklarını! / aşktan incinmiş çok kalın hüzzam dudaklarını! / gözlerinden zam isteyen dudaklarını! / gövdeni!. gövdenin törenlerini özledim! Bekledim seni**, çünkü bu ben de seni seviyorum demek.
Elektrikler kesilip de mumları yaktığımızda kapımız çalana kadar anlamayalım elektriklerin geri geldiğini. Yüzlerimiz birbirine dönük, ellerim ellerinin içinde uyuyakalalım. Uyanıp da kitaplarınla ilgilenmen gerektiğinde kahve yapayım sana, üşüme diye omuzlarının üstüne bir battaniye bırakayım, alnının üst köşesinden öpeyim. Çünkü bu ben de seni seviyorum demek.
Ve giderken, son kez olmayacak bir gidişe başlarken, sayısını bile unutacağım vedalarımdan birini ederken sana, önce yanaklarımdan sonra alnımdan öp beni. Genç kız hayalleri kurarken tarif ettiğimiz gibi hani en yakın dostumla. Olur da biri görür diye kapıda dudaklarıma dokunamazken dudakların, biliyorum ben bu da ben de seni seviyorum demek…
*Cemal Süreya – 8.10 Vapuru
** küçük iskender – serseri prens introsu
paylaş:

Bu Sabah


Bu sabah yine sordum bu soruyu kendime. Kalbim seni beklemekten ne zaman vazgeçecek? Kafanı her çevirdiğinde bana bakmanı beklemekten ne zaman bıkacak!? Ne zaman özgür olacak yeniden? Zamanında çok güldüğüm, türlü türlü yakıştırmalar yapıp, sahip olanları küçümsediğim şu kalp ağrısı denilen şey ne zaman geçecek? Seni görmezden gelmeyi bir kenara bırakıp ne zaman gerçekten yanımdan geçip gittiğini görmeyeceğim?
Bu sabah uyandığımda okula gitmeden önce lenslerimi gözüme takarken, aynadaki görüntümden kaçamadığım o tek anda yine sordum ben bu soruları kendime. Midem bulanırken kalbime de bir ağrı saplandı yine metrodan inip de o merdivenleri çıkıp okulun kapısından girdiğimde seni görebileceğimi hatırlayınca. Bu gece uyumadan önce müzik dinledim yine, Beşevler sokaklarında beraber söylediğimiz şu şarkıyı. Seni gördüğümde bu sefer olayların farklı olacağına dair hayaller kurarak, farklı sahneleri, ayrı diyalogları kafamda tekrar ederek uykuya daldım. İçten içe düşündüklerimin hiç gerçek olmayacağını bilerek acıttım kendimi tam uykuya dalmadan önce. Yine uyandım. Uyanmak istemeden uyuduğum şu uykudan, kahretsin tekrar uyandım. Her sabah aynı soruyu sordum kendime, “ne zaman?”. Her sabahtan farklı olarak cevap verdim bugün kendime; “Uyanır uyanmaz onu hatırlamayı unuttuğunda…”
Bu sabah yırttığımı söylediğim kırmızı kazaklı fotoğrafına baktım yine. Kırmızı tırnaklarım yüzünün etrafında gezdi. Kırmızı olup olmadığını merak ettiğim sesini hala hatırlamadığımı ama ev arkadaşının sesini hala unutmadığımı fark ettim. Sinestezik insanları merak ettim tekrar. Harfleri renkli görmek, sesleri renklendirmek duyguların müziğini duymak istedim, bana hep böyle hissettirdiğini bilinçaltıma gömmeye çalışırken. Herkesin eleştirdiği senin içinde ‘benim gördüğüm sen’i özledim her sabahki gibi.
Yine de bütün bunlara rağmen hiç keşke demediğimi fark ettim. ‘Hayal ettiğim sen’i hayal etmeye devam ederken hep şiddetle eleştirdiğim Mecnun’u anladım ben bu sabah, Leyla’nın “Beni Mecnun’un gözleriyle görebilseydiniz bu soruyu sormazdınız.” derken ne dediğini senin bir türlü anlamadığını da anladım. Bu sabah gözlerinden öperek uyandırdım seni, sen niye uyandığını anlamazken… Ya da sen fark etmedin ben uyanışını hayal ettim, bizi hep hayal edişim gibi. Kalbimde yer açtığım her erkeği bir sabah gözlerinden öperek uğurlamak zorunda kalışım gibi seni de uğurladım.
Bu sabah o kadar zaman sonra seni ilk kez gerçekten görmeden yanından geçip gidecekken “Günaydın” dedin bana. Şaşırdım. Otomatik olarak günaydın deyip geçip gidecekken birden aklıma şu dizeler geldi:
Çocuk, sil yüzünden tüm yalanlarını bu şehrin / Topla kalbini / Cadde cadde / Sokak sokak / Kazı ayak izlerini birer birer gri kaldırımlarından / Bakma yüzlerine hiç / Görme onları / Çocuk, bu kez ağlama / Bu kez git.
Çocuk / Her vedanın ardında bir bekleyeni vardır kimsenin bilmediği / Ve her gözyaşının altında bir dua, kimsenin duymadığı / Çevir gökyüzüne başını / Bakma arkana / Daha sert basa basa, daha güçlü / Anlat bu kara şehrin yollarına ak adımlarınla / Gitmek yenilmek değil kazanmakta / Gitmek gitmektir işte, hepsi bu…*
Ben de gitmek gitmektir işte, hepsi bu diye cevap verdim sana. Günaydın kelimesi çıkmadı ağzımdan ve sen anlamadın beni yine. Her sabahki gibi… Önce senin yüzüne baktım, sonra kendi ellerime. Ellerim kıpkırmızı kandı. Tyler Durden’ı** hatırladım, onun ölüşü gibi, ‘hayal ettiğim sen’i de öldürdüm bu sabah o cümleyle. Sen boş boş baktın ardımdan. Ben ellerimden kırmızı kanlar damlarken, içimden “Teşekkürler Cem.” diyerek sınıfın kapısından içeri girdim.

*Cem Adrian – Nereye Gidiyorsun?
**Chuck Palahniuk – Dövüş Klübü
paylaş:

zaman torbasında çocuklar


Çocukluğumuza dönebilseydik keşke, dumanlardan uzak küçücük bir köyde evcilikler oynayabilsek, verandanın yaz sıcağında sivrisineklerle cebelleşsek, kumdan kalelerin üzerine bir kova suyu dökebilen arkadaşlarımızla laf dalaşına girip salçalı ekmek yiyebilseydik acıktığımızda, küçük aklımızla büyük dünyalara yol alabilseydik dereye bıraktığımız kâğıttan gemilerin üzerinde ve bir de saf duygularımızı çekinmeden gösterebilseydik.
Koskocaman açılan kollarımızla sarılabilseydik annemize yeniden, saçımızı okşasaydı biz uyuklarken, ninniler mırıldansaydı kulağımıza, yeniden ‘anne’ diyebilseydik. Yanaklarından büyük büyük öpebilseydik, sarılabilseydik boynuna sımsıkı, koşarak atlayabilseydik iyi geçen yazılıların ardından, uzun cümleler kurmak yerine sadece ‘ben seni neden bu kadar çok seviyorum anne?’ sorusunu sorabilseydik çocukluk saflığımızla, pak duygularımızı yeniden vurabilseydik dışarıya da ‘bilmem neden bu kadar çok seviyorsun?’ sorusunu alsaydık cevap olarak.
Çimdikleyebilseydik durmadan yanaklarını, dizimiz kanadığında göğsüne bastırıp yüzümüzü hüngür hüngür ağlayabilseydik, sümüğümüzün tuzunu tadabilseydik tekrardan, üzüldüğünü gördüğümüzde ‘çok acımadı anne’ diyebilseydik.
Kendimizden büyük kendimizden ağır çantamızla okula gidebilsek de öğretmen gelene kadar konuşadursa, konuşanlar listesine adımızı yazsalar, tekrardan azar işitebilseydik. Küçük olmanın güzelliğini anlamadan her söze karışsak, anlamasak da konuşulanları sıkılmadan oturup kafa yorabilsek.
Yeniden yerden yüksek oynayabilsek, annemiz çağırana kadar eve gitmesek, tek derdimiz koşmaktan yorulmak olsa, keşke büyümek istediğimiz yaşlara yeniden dönebilsek.
Ataride tetris oynasak, çizgi film kuşağını hiç kaçırmasak, gece uyumak bilmesek, pazar banyolarından nefret etsek, andımızı söylesek yeniden, teneffüslerde tüm arkadaşlarla beraber tuvalete gitsek, ağzımızı dayayıp çeşmeye kana kana su içsek.
Yapabilseydik bunların hepsini, olmak istediğimiz yaşa gidebilseydik, gülmekten karnımıza ağrılar girseydi, dünyanın varlığını unutup patates kızartmasıyla köfte yesek, bıyık yapan bol köpüklü ayran içebilseydik, keşke yeniden çocuk olabilseydik.
Ağlayabilseydik, sokak aralarında koşabilseydik, elim sende oynayabilseydik güneş batarken, dere kenarında kurbağa yavrularını balık sanabilseydik.
Belki mutlu olurduk, en azından mutlu olduğumuzu düşünüp kendimizi kandırmazdık. Tükürmezdik, küfretmezdik, gocunmazdık, kin tutmazdık, başımız ağrıyana kadar düşünmezdik.
Hem bu sefer üzmezdik annemizi, sütümüzü içer erkenden yatardık, geç olmadan eve döner, tabağımızda hiçbir şey bırakmaz, pazar günleri banyoya ilk biz girer, büyüyünce ‘keşke’ dememek için daha çok uğraşırdık.
Şimdi yatalım, uyuyalım, sabah olsun, kalkalım, çocuk olalım…
paylaş:

aman, cıs, kaka, pis


Ağarıyor sokakları eskitmek adına güneş kaldırımlarda, gümbür gümbür şarkılar çalınıyor eksik kalmış tütün dumanlarında yalnız ve duymamak için kulaklarını, görmemek için gözlerini kapayanlar, yürüyor başları eğik.
Kımıldanıyor caddelerde ta eskilerden kalma yaprak kurusu, bilmeden geçmişini biri üzerine basana kadar anımsıyor dakikaları.
Gümbür gümbür çalmasına çalıyor da dinleyen kim?
Ben de yazardım, bir de güzel kapatırdım sayfaları, utanmadan yırtardım da kimsenin ruhu duymazdı.
Acı denen kıldan ince bir boyun, tutmuşuz birinin elini, tutturmuşuz mazgallarda yağmurlar, kuruyana dek yorgan niyetine yapraklar örterdi oysa karıncaların üzerini, kuzeye sırt çevirmişti bir de bunların yuvaları.
Aman tanrım, ne diyorum ben, sıkılmadan bir de sigara mı içiyorum, aman, cıs, kaka, vallahi ben yapmadım.
Sokaklar kimsesiz kalıyor, biz ölümlüler, ölüme terk ediyoruz ölümüne kalkan bakışlarımızı kaçırarak, tırnaklarımızı yemeği de unutmuyoruz, milyonlarca yazık bize.
Koşarak yağan yağmurun altında, yüzümüzün yıkandığının farkına varsak, uçup gidecek soğuyan çay tadında acılar, durup su birikintisinde aksimizi göreceğiz, kendi halimize güleceğiz.
Siz tartışadurun kimin babası kiminkini döver, ben yalnızlığımdan dem vurup yollardayım gece gündüz, aşk molaları veriyorum her durakta, oysa denizlerde yürümüyorum, göğün aksini inciten gemim de yok, bir sigara, bir otostop macerası ve bir de şans delik cebimde, suskunluğumu yedim tuzlayıp.
Yollarda çocuklar, yılan bulmuşlar ölü, yollarda kamyonlar, toza dumana katıyor dünyayı, yollarda bilyeler, içinde maviler, beyazlar, kırmızılar… Hayatımız yangın merdivenlerinden farksız.
Bir masa, üç sandalye, oturmuşum sandalyenin birine keyif çalıyorum, hava mis, yemekler nefis. Kafa şişiriyorum, var mı benim gibi hisseden?
İçiyorum. Soluklana soluklana koymuşum dibine bardağın dünyayı, ulaşmak için ona durmadan içiyorum.
Yapmama izin vermezler bunları, yapsam da kötü kötü bakarlar bakışlarını devirerek. Kim olduğumuzu unutup başkalarının hükmünü başımızda şapkalaştırdığımız vakit, yapamadıklarımızın hepsi ‘aman, cıs, kaka, pis’.




paylaş:

kahrolası kusursuz

Tek dilenen daha fazla his, daha fazla korku… Yapabileceklerime kulak asmadan… İnadına kırmızı… Durup soluklanalım, susayalım… İçmek şarapları… Bacaklardan süzülen terler ve... Neden olmasın?
Küçük bir sürtük yatağımdaki… A, yapma ama… Bunu söylemeyecektin… Bildiğini bilmiyordum…
Kusursuz bir beden, kusursuz bir ten, kusursuz bir ruh, kahrolası kusursuz…
Elime geçen bir kalp olmalı; sıktığımda parmak aramdan fışkırmalı, elime gelen göğüsler olmalı; sıktığımda portakal gibi patlamalı, pürüzsüz olmalı, güzel koklamalı, diriliği gözleri doldurmalı, sapık ruhumu susturmalı, gitgide yaklaşmalı, ışık huzmelerini kıskandıran bacakları olmalı; üzerine düşen kuş tüyleri düşmeli aşağılara, her açılıp kapanmalarda sulanmalı dudaklar, yapışkanlık kaldırmalı uykusundan uyanmak isteyeni, kaynatmalı fokur fokur bademleri, dikilmeli capcanlı ölüler gibi gecelerde, bilinmeyenleri ayak izlerine döndürmeli çöllerde yanarken, aktığında ölmemek için savaşa katılanları içmeli, yalamalı adeta, kıvrılan bir dil; damarlarında kalp atışlarının ritmi gezinir, yalamalar, tükürük bulamaçlarına karışan lapalar ve yutkunmalara dayanan soluk alışlarda devrilmeler geriye doğru, aşağılara indikçe inip kalkan bir uzuv, canlılığını kazanma çabası güderken oynadığı çobancılıkta, yaşlanmaya direnen bedenin yetmişine geçmesiyle biten süt kıvamlı, bir de yitip giden mücadele, olurdu bunlar, mükemmel bir ruh; içini doldurduğu kılıfının şeklinden sapan, ateşler içine düşse zevkten kuduran, ağzı yalamaya alışkın, kulakları kör, gözleri duymaz…
Sıktığımda ayrılan bir dudak ve çapraşık yaşanmış sıvısal duygular, eller titrerken her dokunuşta, inlemelere karışan acılar.
Ele gelen körpeliğinde bir uzuv, sıktıkça şişmeye doymuyor. Altta iki balon patlayacak, her yer bulamaç, her yer kırmızı. Diriliği gözleri dolduran, her deliğe uymayan ve bir de yok olup gitmeler var hislerin, ölümler var uzuvlarda, bükülmeler var, küçülmeler var.
Hisler var daha fazla dilenen, her korkunun arkasına gizlenmiş, ulaşılması güç köprülerden atlamak gerek, kimseye karışmadan, sokak aralarında bile, kulak asmadan ve kırmızı ışıklar yanarken lambalarda, trafik durmuşken kıvrılmaktan kuduran yolların üzerinde, soluklanmak, susamak için duralım, akan kırmızılıkta, kadehlerin içinde bulanırken şaraplara, terler boşanırken bacaklarımızda ve… Neden olmasın? Yatağa atılan sürtüğün yaşına bakmadan, katil damgası yememek için kendini zor tutmalar ve sapıkça ruhun bedeni okşamasını yenmeler dakikalarda, zorluklara karşı hoplayan göğüslerin diriliği… A, yapma ama… Bu kadar da kötü olamaz, hemen sorgulamalar, işaret parmağını göze sokmalar başlamasın. Dünyevi mutluluğumuzda cehennemi hatırlamadan yapılanın kötülüğünü sorgulamak sana kalmadı, unutma bunu. Ama yine de bunu söylemeyecektin, utangaçlık denen pelerin sarmış çoktan bedenini, itiraf ediyorum, bildiğini bilmiyordum…
Karşımda duran bacak arasını açmış kusursuz bir beden…
Her an tırnaklarını bedenime geçirecekmiş gibi duran, yağ gibi, kusursuz bir ten…
Kılıfına sığmayan, duman tadında, tütün ve kusursuz bir ruh…
Kahrolası kusursuz!


paylaş:

bay aklı-apış-arasında



Yaktığı iki sigaranın birini C.C.’ye verdi.
‘Böğürtlen’ dedi Chris içinden. Kaygan ve tatlı rujun dilinde bıraktığı ulaşılmaz haz, ciğerlerine doldurduğu dumanla beynine ulaştı. Kapkaranlık ortamı aydınlatan saniyede bir flaşlar; yüzlerce içkinin içinden geçerken sarhoş olan ışık huzmeleri, omuzlarda, boyunlarda alınan soluklar; nefes alışları, nefes verişleri. Bacak aralarında gezinen bakışlar ve hoplayan göğüsler eşliğinde boşalan bir müzik. Yoğun dumanın içinde mideye inen onlarca sıvı, çökmüş göz kapakları, iğne izleriyle dolu kollar, birbirini bulan dudaklar, kırmızı, boya, topuklar ve bacaklar. Bir ortamda bulunan nesneleşmiş varlıklar. Konsepti oluşturan biblolardan farksız yavaşça salınan kızlar.
Buzlu bardağın içinde içilmeyi bekleyen bir İskoç viskisi, kıvamsal yapıtaşlarından ayrılmayı bekleyen alkol ve hazzı dorukla taşıyan aromalar. Morumsu dudakların üzerinden ıslak dilin üzerinden süzülen bir sıvı.
“Hey, yavaş ol Minerva...” dedi C.C. kızın kolunu tutarak “…süt içmiyorsun güzelim.”
“Karışma bana!” dedi kolunu çekiştirirken “Oturmaya gelmedik buraya.”
Bilmiş bakışlarını kızın göğüslerine dikmiş vaziyette “Ne için geldik?” diye sordu.
“Ah Chris, yanından geçen kızların kıçlarını nasıl süzdüğünü görmek için gelmedim…” dedi gözlerini göğüslerine dikmiş olan C.C.’ye “…hele hele bütün gece göğüslerime bakıp, eve dönünce beni düşünerek boşalasın diye de gelmedim. Eğlenelim bu gece Chris, hayat çok kısa, baksana.”
Bakışlarını loplardan kızın gözlerine kaldıran C.C. “Her zaman bu kadar seksi olmak zorunda mısın?” diye sordu kızın beline dolanırken. “Bu gece sana neler yapabileceğimin farkında bile değilsin.”
“Piçten başka bir bok değilsin Chris Cave. Kıçını kurtarmak için bana yalvaracaksın bu gece.” dedi Minerva, C.C.’in bacak arasını yoklarken.
“Bakın burada kimler varmış?” dedi Marla. “Bay aklı-apış-arasında ve bayan tuzağa-düşmüş-keklik”
Dudaklarını Minerva’nın ağzından çıkaran C.C. karşısında duran sütun bacaklara “Bu ne şeref Marla.” dedi ve içkisinden bir yudumu midesine indirdi.
“Kim bu sürtük?” diye sordu Minerva C.C’in kulağına fısıltıyla.
“Anlaşılıyor ki bu gece de yatak gıcırtısından uyuyamayacağız.” dedi Marla, sırıtarak.
“Tanıştırayım, Marla…” dedi Minerva’ya, “…ve bu bayan da…” derken Marla C.C.’in sözünü kesti.
“Bayan keklik, neyse Chris, seni görmek çok güzeldi dememi beklemiyorsun sanırım, ben gidiyorum, ortam beni hiç sarmadı.” dedi ve gitti.
“Kim bu kendini beğenmiş sürtük ve bana neden keklik dedi?”
“Kendisi komşum olur ve boş ver. Dediğin gibi kendini beğenmişin tekidir.”
“Neyse, hadi sana gidelim bebeğim, yapacak daha çok işimiz var.”
‘Marla, gece düşlerimin başkarakteri, kasıklarımın ateşi…’ diye düşündü C.C. kabaran hatıralarıyla. ‘… baş ağrılarım, sızılarım. Bunların tek sebebi bacakların olmasa gerek, göğüslerin, gözlerinin içi, boyalı dudakların ve her an sırtıma geçirecekmişsin gibi duran tırnakların. Bir gün gelecek ve yatağımda bana eşlik edeceksin, sigaramı sen yakacak ve kucağımda sen oturacaksın. O gün geldiğinde, tüm benliğimde toplanan hisler vücuduna fışkıracak. Evet, bunu biliyorum, tanrıyla yüzleşeceğim gün o gün olacak!’
Anahtar deliğe girmeden öpüşmeye başladılar. “Piç herif!” dedi Minerva, “Zıplat beni.”
Dilleri birbirine dolanırken aklından Marla’yı defetmeye çalışan C.C. kasıklarındaki ateşi küle çevirmek için anı yaşamaktan başka bir çarenin olmadığını fark etti ve kendini gecenin pistine bıraktı.
Barda Marla’nın söyledikleri ve bakışları ve bacakları ve dudakları aklına geldikçe daha da hızlanıyordu. Şehvetle acının karışımı çığlıklar atan Minerva’nın hoplamalarına karışan yatak gıcırtısının sesini duydukça daha da kuvvetleniyor, rötar yapmış uçağın sabırsızlığıyla kendinden geçiyor, hırıltılarına ohlamalar karışıyordu.
Alt katta sinirden geberen Marla’nın surat ifadesini görmek için kıçını bile açardı sokakta.
Elinde sigarası gürültüleri duymamaya çalışan alt kat komşusu Marla’nın, sinirleri en zirvelerde kayak yapmaya başladığında ağzından püsküren sözleri şuydu: “Bir kızı düzerken bu kadar zıplamana gerek yok Chris Cave!”
Bunları duymuş gibi C.C. daha çok bağırmaya ve zıplamaya başladı. ‘Seni de böyle düzeceğim Marla!’ diye geçirdi içinden...


uslu bir çocuk olup buraya tıklarsan Chris Cave'in diğer maceralarını bile okuyabilirsin.
fotoğraf buradan alınmıştır.


paylaş:

çöp kutusuna attığımız oyuncaktır hayat

Sobanın üzerindeki kestaneleri ev bireylerine emekleyerek taşımaktan diz yapmış eşofman. Aslında sıcak olan ne soba ne de kestane. Aile denen kavram içimizi ısıtan.
Dışarıda kar tanelerinin savaşı sürüyor sokak lambası meydanında. Koşturdukça hızlanıyorlar. Eve tıkılıp kalan çocuklar, bir an önce kartopu oynama isteğine bürünmüşler.
Sarı lamba gözümü kamaştırıyor. Biraz daha baksam gözümden yaşlar süzülecek. Yazları komşu hanımın bahçesi. Çocukluk heyecanlarla hırsızlık yaptığımız meyve bahçesi. Dirseklere kadar süzülmüş karpuz suyu, yağmurun altında oynanan oyunlar, yerden yüksek, ortada sıçan, siyah beyaz ekranda kara şimşek.
Gökkuşağını yakalama merakı, koştukça senden kaçmacalar. Bilmeden kirlettiğimiz paçalarımız ve eve elince işitilen bir ton azar. Sırt çantamız elimizde, elim sende oyunu, ebe kişinin isyanı, kahkahalarda boğulmalar.
İnsan ne garip bir varlık. Küçükken büyümek istiyor, büyükken küçük olmak.
Ne de güzel yaşardık oysa. Tek derdimiz pazar banyolarıydı. Ütülü mavi önlüklerimiz ve bir de beyaz yakalıklarımız vardı. Gri pantolonun içinde memleketi kurtarırdık. Yalan denen şey henüz girmemişti hayatımıza, biz daha henüz kimseyi üzmemiştik. Kırık kalp olayını bilmezdik, ödev yapmaktan nefret eder, okuldayken sevdiğimiz tek şey teneffüslerdi. Zil çaldı mı birbirimizi ezerdik. Birdir birler başlıyor.
Okulda en korktuğumuz şey bitlenmekti. Saçına gaz sürenler bile vardı ve onlarla dalga geçerdik, alev alacak diye de fazla yaklaşmazdık yanlarına. Sıra sopası denen kavram vardı bir de. Eller açılmış, sıranın bir an önce size gelmesini,  kurtulmayı dilerdiniz. Tahtaya konuşanlar yazılırdı, azar üzerine azar işitirdiniz. Başkan yardımcısının koltuk kavgası da bırakmazdı yakanızı.
Taso biriktirmeye bayılırdık, dedelerden alınan harçlık çereze giderdi, mahalle arası mücadele ederdik.
Müşterinin üzerine bir kova su döken berber fil vardı, hayatı tek çizgilerle yaşardık.
“seni öretmene dicem”  nefret dolu bir laftı, en sevilen laf da “benim babam senin babanı döver”.
Çocukluğa duyulan özlem bu, babaların kavga edeceğinden değil de, çocuk saflığında pamuk şeker, pembesinden. Şimdiki zamanda çöp kutusuna atılan bir oyuncak, hayat. Bilerek bozduğumuz.

paylaş:

Bu kadar mı dünya?


Çok da sıradan bir gün değildi aslında. 2 yıldır göremediğim ama onu görmeyi aradığım biriydi karşımdaki. Arkadaşlığın değerini görüşmelerin sıklığı değil, görüşmelerin arası açıldıkça değişen samimiyet belirler, biz ne zaman görüşsek aynı olurdu her şey. 2 yıl ya da 2 gün ile samimiyetin değişmemesinden belliydi arkadaşlığımızın değeri. Üstelik görücüye çıkıyorduk, arkadaşın sevgilisi de ben de. O sevgiliyle birbirimize karşı hislerimiz bizi çok zor durumlara da sokabilirdi, arkadaşımı çok mutlu da edebilirdi. İnsan arkadaşlarıyla sevgilisi iyi anlaşsın ister, tercih yapmak zorunda kalmak zordur insanlar arasında. Şanslıydık çünkü birbirimizden hoşlandık, arkadaşım zor durumda kalmadı biz de eğlenceli bir akşam geçirdik. Aslında önemli olan bu değildi o gece benim fark ettiklerimdi, boşa mücadele vermediğimi görmekti önemli olan.
Ben insanları pek anlamam, anlamlandıramam davranışlarını. Yani aslında şöyle, neden tepki verdiğini niye kızdığını niye sevindiğini anlarım insanların ama nedense kızdıkları şey, sevindikleri şey bana mantıklı gelmez. Belki benim yapım yanlıştır, belki kimse kimseyle benzer şeyler hissetmek zorunda değildir, orasını bilemem. Her ne kadar değişmeye çalışsam da yapım böyle. Tabi ben böyleyim diye işin içinden çıkmak kolaydır, söylemeye çalıştığım şey bu değil, kendimi de yargılıyorum, yani yargılamaya çalışıyorum en azından. Ama işin içinden çıkamadığımda durumu bu özelliğime bağlayarak insanları rahat bırakmaya çalışırım hep. Senden bazı şeyleri bekleyip de alamadığımda, kırıldığımda hep buna bağladım ben durumu.
Belki de bir erkekten senden istediklerimi beklemek bir erkeğe haksızlık etmek dedim hep kendime. Tabi ki eşitlikten yanayım, tabi ki erkeğin ya da kadının üstün bir yanı yok ama kabul edilmeli farklı yanları var. Beyin yapısının, hormonların (erkeğin tek bir cinsiyet hormonu varken kadınların 4 tane olması bile büyük bir fark), fiziksel yapının farkı hepimizi ayrı düşünmeye itiyor buna itiraz ediyor değilim. Ama bu sadece erkek-kadın arasındaki farkı oluşturmuyor, bütün insanların birbirinden bu kadar farklı olmasını açıklıyor bana göre. Neyse, aslında anlatmaya çalıştığım şuydu, ben bir erkekten verebileceğinden fazlasını istediğime inandım senin yanında olduğum sürece. Bana göre çok şey değildi istediğim ama erkeklerin kızların isteklerinden ettikleri şikâyetleri dinledikçe, bahsedilen kızların isteklerinin bana ne kadar normal geldiğini ama erkekleri de anladığımı ve arada kaldığımı hatırladıkça sustum ve iç hesaplaşmalara girdim sana belli etmeden. Kendimi yargıladım, seni yargıladım, bizi yargıladım ve bir sonuca varamadım. Defalarca yaptım bunu ve gelemedim bir yere.
Bu kadar ısrarla itiraz ettiğine göre çok şey istiyorum dedim, istediklerim olmadan mutsuz olacağımı anladığımda bitti aramızdakiler. Kötü düşünmedim senin hakkında, olmadı bitti dedik. Bir kitapta* da dediği gibi köprüyü kurmaya yetmedi göze aldıklarımız. Ağlamadım hiç, üzülmedim dersem yalan olur, ama evet, tek bir gözyaşı damlamadı gözümden. Böyle olması gerekiyordu, yeteri kadar ağlamıştım beraber olduğumuz süre boyunca artık gerek yoktu gözyaşlarına. Üzüldüm, kendimce yas tuttum, artık gerçek ilişkilere olan inancımı kaybettiğimi, babamın bile beni aldattığını, çevremdeki bütün erkeklerin yalan söylediğini düşünmemeye çalıştım. Umutsuzluğa kapılmak beni üzmekten başka işe yaramazdı çünkü. Romantik filmler izlemedim, aşktan bahsedebilecek bir kitap okumadım o günden beri.
Sonra o geceye geldi sıra, her şeyi fark ettiğim zamana… Çok iyi tanıdığım bir erkek ve hiç tanımadığım bir kızın karşısında oturdum bütün gece. Çok eğlendim, arkadaşım adına mutlu oldum ardından sevgilisi adına daha da mutlu oldum. Hayır, mükemmel çift değildi onlar, sıradan hepimizin bildiği çiftlerdendi işte ama bir erkeğin yapmasının mümkün olmadığına inandığım şeyleri bir erkek yapıyordu karşımda. Hani şu rahatsız edici vıcık vıcık çiftlerden de değildiler. Sadece bir erkeğin sevdiği kadına verdiği değer gözlerinden okunuyordu, kendi aralarında küçük kaprisleri ufak gülümseme sebepleri vardı, ne birbirlerinden kopuyorlardı ne de benden. Mümkündü yani bir erkeğin bir kadını el üstünde taşıması, onu düşünmesi, onun için güzel şeyler yapmaya onu korumaya çalışması. Bir erkeğin bir kadına kendini özel hissettirmesi mümkündü.
Ben o an anladım seni affedemeyeceğimi… Her şeyin suçlusu ben olamazdım, bütün bunları hak etmiş olamazdım. Yine korkan bir erkeğe denk gelmiş olamazdım ben. Bu kadar cesarete bu kadar korkaklığı hak ediyor olamazdım, buna inanamazdım. Birisini bana değer vermediği için affetmeme hakkına sahip miyim diye soran olursa, evet sahiptim! Üzülen ben olurdum, canı yanan ben olurdum evet, ama affetmeme hakkı bende saklıydı. O hakkı da bir güzel kullanır, üye sayısı 1 olan affedilmeyecek insanlar listeme birini daha eklerdim istersem! Sana değer veriyorum diyen insan bunu ne yapar eder davranışlarıyla gösterirdi, benim de kendimi tekrar tekrar yargılamama gerek kalmazdı. Ben seni hiç affetmeyecektim, sen beni hiç umursamayacaktın. Bir daha bahar geldiğinde küresel ısınma etkilerini bozacaktı ben bahar geldiğini artık hiç anlamayacaktım ve bir de seni affetmeyecektim…
* Annesi, babası, çocuğu, sevgilisi, arkadaşı, kim olursa olsun, bir insan, öbürüne ulaşmak için göze aldıklarıyla sevilir. Öbürüne ulaşmak yürek ister. Göze alabilmek ister. Bir insandan bir başkasına geçmek, emek ister, sevgi ister, yürek ister. Bunlar bile köprüleri kurmaya yetmez bazen… (İki Yeşil Susamuru – Buket Uzuner)
paylaş:

bir katilin ölümü

Öldürdüğüm herkes için tek tek odunlarımı sayacağım cehennemde. Her biri için bir tane atacağım ateşime ve kor oldukça bir yenisini daha. Adı ölüme bu kadar yakışan ben bile ölüm aklıma gelince korkusundan uyuyamıyorum.

Üç geceden beri hissizim, kulaklarımda garip bir çınlama. Her defasında öldürdüğüm kişilerin çığlıklarıyla uyanıyorum yattığım yerden. Ayaklarıma buz çekilmiş gibi avuçlarımla ısıtmaya çalışıyorum parmaklarımı, faydasını gösterene kadar da yorganın içinde soluk alıyorum. Ortalık karanlıktan çok, soğuk, dizlerim karnımda, ayaklarımı ovuşturuyorum, sanki bana dokunuyorlarmış gibi geliyor, arkamı döndüğümde küçücük bir bedenle karşılaşacakmışım gibi, tüylerim dikiliyor. Kalp atışlarımı kontrol edemiyorum bazen, hemen önümden geçiyormuşlar, beni fark ettiklerinde durup bana gülüyormuşlar hissine kapılıyorum.

Çoğu zaman da kulağıma ölürkenki çığlıkları atıyorlar. Gırtlaklarındaki yırtılmanın sesini duyuyorum adeta. Kan fışkırması, can çekiş. Sıvının etten ayrılırkenki o ses ve boğaz boşluğuna kanın dolması, köpürmesi.

Gerici bir düşünce çemberinin içindeyim ve her saniye birileri çemberin içine giriyor. Her anım dalıyor. Her yanım seslerin hükümdarlığında. Kulaklarım, bıraksam düşecek, beynimde bir zonklama. Her defasında daha şiddetli bir ses var arkamda, kulak mememde soluklarını hissediyorum. Sokak lambasının pencereme yansımasıyla gölgeler meydana geliyor. Korkuyorum.

Kendilerini unutturmamak için ellerinden geleni yapıyorlar. Göz kapaklarım ağırlaşıyor git gide. Boynumu tutamaz oluyorum. Bir sandalyenin üzerinde oturur vaziyette buluyorum kendimi. Göz rengim koyulaşıyor git gide. Kulaklarımdaki sesler tanrılaşıyorlar birden. Öfkelerini benim üzerime kusuyorlar. Beynimde bir köpürme. Avuç içime alsam patlayacakmış gibi bir hisse kapılıyorum. Kafatasım basınç uyguluyor, çatlayacak diye korkuyorum.

Sandalyenin üzerinden üzerime yukarılardan ışık huzmeleri dökülüyor. Masanın üzerinde toz partikülleri ve bir bıçak. Elime aldığımda yansımamı görüyorum. Beyni boşalmış, göz çukurlarında mavilik. Uyku beni çoktan terk etti.

Bazen uzun uzun düşünüyorum. Milyon tane haber gördüm gazetelerde, hepsi benimle alakalı ve hepsi benden alakasız. Yazılan hiçbir şeye bürünemedim, bedenimi o hizaya sokamadım yıllardır. Ben sadece ben oldum. Durup durup başka şeyler uydurdular benim için. Öldürme gerekçemi sundular boş beyinlere. Ve arkasından gittiler yıllarca kendi savlarının. Ben, bir defalığına bile olsun neden öldürdüğümü sormazken kendime, onlar milyon defa bu soruyu soradurdular. Hala da soruyorlar ve ben kendimde hiçbir cevap bulamıyorum. Keyiften diyelim olsun bitsin. Şimdi onlar musallat oldular beynime, hani çıkmak da bilmiyorlar oradan. Yakadurmuşum tüm anlarımı, geriye koşan kangurulara benzetiyorum kendimi, her dakikam sarpa sarıyor, kendimden vazgeçmiş benliğim bulanıklaşıyor yüzeylerde, sadece ben olduğumun farkına varmadan kafamdakileri boşaltma çabası içerisindeyim yapamayacağımı bildiğim halde ve ben kötüyüm ve ben deliyim ve ben kahramanım ve ben suçluyum ve ben ölecek olanım.

Sesler. Beni rahatsız ediyorlar. Normal insanın duyduğundan fazlasını duyuyorum, kalp atışları hemen yanımda, gitmek-bitmek bilmeyen saniyelerin saliselerinden dem vuruyorum, gözlerim kapanınca koyulaşıveriyor her defasında dünya, kan kokusu midemi bulandırıyor. Utanmadan, sıkılmadan, pişmanlık duymadan öldürdüm onları. Kanlarının bedenlerinden çıkışını izledim, elime verdiği kayganlıkta sarhoş oldum, kırmızılığını gözbebeklerimde hissettim ve beynime resimler çizdim kırmızılığından, koyuluğundan. Her defasında yeni yeni sesler keşfettim farklı bedenlerde ve her defasında farklı yalvarmalar. Kim bilirdi ki yolumu bulacaklarını.

Ellerini sırtıma dokundurup çekiyorlar, her irkilmemde daha da mutlu oluyorlar, bedenlerinden fışkıran kan gibi her seferinde içlerinde kalmış nefreti suratıma kusuyorlar.

Pişmanlık denen kavramın ne anlama geldiğini hala öğrenemeyen ben, korkularımdan karanlığın asaletini unutur oldum, oysa siyah en sevdiğim renkti.

Nefes alışları ürkütüyor, geceleri bağıran baykuşlardan farksız, tükendiğimi gördükçe daha da yaklaşıyorlar, kendimi kaybediyorum.

Yansımamın aksedildiği bıçağa bakıyorum. Sesler artık ölümüme sebep olacak. Kulaklarımı tıkıyorum, faydasız. Göbek deliğimden bağırsaklarım akacakmış gibi hissediyorum. Yardım edecek birileri olsa ne olurdu diye de merak ediyorum. Bu kadar caniliğin arasında çığlıklara karışırdı onlar da. Kulağımı tutuyorum. Metalin kıkırdağa sürtme sesi ve kesilme sesini diğer kulağımda bile hissederken kesilen kulağımdaki acının etkisiyle çığlıklarımı dolduruyorum odaya diğerlerinin çığlıkları yok olana kadar. Saklanmışlar kuytu köşeye, hamam böceklerinden farksızlar. Daha neler yapabileceğimin farkına varmadıklarından gidip gidip geliyorlar beynime. Uğrak noktalarından biri seçilmiş gibi beynim, sulanmaya yüz tutmuş, kendi ağırlığını taşımayan kafamın içinde sıkışmış gibi patlamaya hazır bekliyor.

Bedenimden süzülen yapışkan kana baktıkça öldürdüğüm bedenlerin ten renkleri geliyor aklıma. Ve tenlerinde kanın ulaşılması güç renkleri. Sussalar, nefeslerine bile karışırdı çığlıklarım. Diğer kulağımı da kesiyorum. Tüm sesler matlaşıyor. Yerimden kalkıyorum. Elimden düşen bıçağın zemine çarpma sesi gibi bir şey duymuyorum, adımlarımın sesini, kalbimi duyamıyorum. Ortalıkta boşlukta gibi hissediyorum kendimi. Boynumdan şah damarımın üzerinde kan toplanmış, her kalp atışımda inip inip kalkıyor.

Aynanın karşısında bedenimi ve bedenimi bulayan kanın ritmine bakıyorum. Uyum içinde kıvrılan yolcukları görüyorum. Yavaş yavaş ayak bileklerime ulaşan kanın ahengiyle kendimden geçiyorum. Uzaklarda bir şeyler var. Bana yaklaştıklarını hissediyorum. Duymaya çalışıyorum ama olmuyor. Her denememde sanki daha çok kanıyor hissene kapılıyorum. Vaktin uzamasını yaşıyorum âdete ve kendi ölümümü izliyorum aynanın karşısında. Tam öbür tarafta soluk benizli uzun saçlı insanları görüyorum. Boyunlarından aşağıya süzülen kan ilk günkünden farksız. Aynı kırmızılık, aynı parlaklık ve aynı akışkanlık. Beynimin duraklamasından öte bir şey.

Uzun tırnaklı ellerini uzatıyorlar bana doğru. Acınacak gibi bir halim varmış gibi yüzümü okşuyorlar. Kulaklarımdan akan kanı suratıma bulaştırıyorlar. Bilmeden, şefkat denen kavramı azıcık da olsa alabiliyorum. Parmaklarını kulak boşluğumdan içeri soktuklarında dayanılmaz bir acıyla çığlık atıyorum ama nafile. Her denememde farklı bir barikat geçiyormuş gibi karşıma, sesin beni tek ettiğini anlıyorum. Beni aynanın diğer tarafına çekiyorlar.

Ben, hiç olmadığım kadar benim. Farksızım. Ölüyüm. 


fotoğraf buradan.
paylaş:

kalmak için fesleğen


Bir tür fesleğen manyaklığından öte gidemiyor hayatımız. Boşa geçirilen onca vakitten sonra elde tutulur bir şeylerin olmayışı kaderimizi seçemememizden kaynaklanıyor belki. Kimi valizini toplayıp gitmek istiyor buralardan, kimi kendine inat sıcaklarla yüzleşmek. Harcanan yarınların doygunluğunda dünden kısa zamanların yok oluşu, beynimizi yiyip bitiren dertlerin başta geleni.
Dertler var, evet. Fesleğene dokunan kırmızı ojeli tırnakların sahipleri eller var bir de. Korkup da yüzüne bile bakamadığım bir kız, önümde oturan. Sağ bacağını sol bacağının üzerine atmış, beyaz tenli, hayatından vazgeçmiş. Dışlanmış duygularına yenik, bir ömür bulutlu bakışlara sahip.
Oturmuşum balkonlardan birine, o ağacın nasıl bu kadar yaprağa sahip olduğunu düşünüyorum. Tek dert bu şu an. Aklımdan gerisini atıverdim, sanki bir an sonra geri gelmeyeceklermiş gibi. Aylar önce kupkuruydu, bahara yenik düşenlerden biri o da.
Yüzüne baksam dudaklarında narçiçeği renginde ruj olacak muhtemelen ve lekeli bir izmarit bulunacak siyah renkli porselen tablanın içinde. Gözleri milyonlarca yeşil yaprağa inat gene yeşil olacak. Korkmadan bakabilsem suratına yanındaki sandalyeyi itip oturmamı söyleyecek. Tahtanın üzerine düşen kemik zarların çıkardığı sesle havada süzülerek ve kafamdaki bütün dertleri hatırlayarak oturacağım yanına. Koyu bir sohbet başlayacak anlamadan, gideceğini söyleyecek, bu hayattan kaçmak istediğini ve çoğu zaman da sustuğunu. Ben, neden bu kadar sessiz kaldığını soracağım, bir tane sigara yakacak ve ciğerlerini dumanla doldururken dudaklarının girdiği şekle bakacağım. Gelecek zamanlarda hikâyelere karışacağız, zaman su gibi akıp gidecek tortuları toplayarak. Ellerindeki fesleğen kokusunu bile duyacağım uzaklardan.
Hep geriye ittiğimiz hayatımızdan uzaklaşma ihtimalimizi sorguluyorum, yüzünü bile görmediğim birine bakarak. İncecik parmaklarını fesleğene daldırırken bir gülümseme yerleşiyor suratıma. Elinden tutup Karanfil Sokak’ında insanlara çarparak koşasım geliyor. Mutluluğumu keşfediyorum o an. Küçücük oluşlarla, kırıntı kadar yer ettiğim şu dünyada, kocaman dertlerimi unutup, sadece kendi varlığımın değerini anlayarak gülümseyebildiğimin farkına varıyorum.
Ben de gitmek istiyorum, korkumu yenip yanına otursam muhtemelen o da isteyecek. Gitmek. Bırakmanın, vazgeçmenin, yenilginin diğer adı oluveriyor düşününce. Ve bir de dalga geçen bakışlar var yüzüme doğru hareket etmeyi bekleyen. Elimle siper ediyorum. Acınacak halim yok. Oturmuşum balkonun birine, o ağacın nasıl bu kadar yeşillenebildiğini düşünüyorum. Küçücük hayaller kurmak acınacak bir durumsa gelin atın beni balkondan uçabildiğimi göstereyim. Ölebilirim, aksini iddia etmiyorum. Söyleyeceğim şu ki, ben gitmeden de mutlu olabiliyorum, siz kendi derdinize yanın.
paylaş:

gitmek


Çok çok uzun süredir istememiştim bunu... Telefonumu bile yanıma almadan, 2 tişört, 1 şort, her ihtimale karşı yanına bir bikini, birkaç yedek iç çamaşırı bir de diş fırçamdan oluşan bir çantayı sırtıma atıp koşarak gitmek bildiğim, tanıdığım yerlerden. Daha önce hiç görmediğim sokaklar görmek, gördüğüm yeni yüzleri ise hatırlamayı bırak algılamaya tenezzül etmediğim bir yerlerde gezinmekti istediğim. Nasıl göründüğümü de umursamadan sadece öyle zamanın geçmesini beklemek tanımadığım yerlerde. Tek kişilik yemeğimi hazırlamak için marketten aldıklarımla eve dönerken farkında olmadan düşündüğüm şey buydu.
Deniz görmek istemiştim biraz, biraz yalnız kalmak. Daha önce hiç karşılaşmadığım manzaralarla karşılaşmak ki eskilere aklım gitmesin. Geçmişim olmasın, hatırlamayayım hatırlanmaması gereken zamanları. Bütün sorumluluklarımı unutayım, uzak olayım her şeyden. Tek bağım sırt çantam, önemsediğim tek şey dayanamadığım güneşi uzakta tutan gözlüğüm olsun bir de kendimi dış dünyadan soyutlamamın vazgeçilmez parçası olan müzik çalarım.
Uyandığım saat, uyuduğum saat, yediğim yemek kimsenin umurunda olmasın. Bıraksınlar beni tek başıma kalayım, görünmez olayım, görmesinler… Ve sen, özellikle sen, hiç var olmamışsın gibi olsun. Ben hiç inanmamış olayım, tekrar “bu sefer farklı” demeyeyim, hadi dedim inanmayayım buna! Öğreneyim artık hiçbir zaman farklı olmaz, bütün hikâyeler birbirine benzer. Her hikâyenin sonu tahmin edilebilir, bazı hikâyeleri çok sevmemiz anlatıcıdan kaynaklanır hikâyenin kendisinden ya da farkından değil. Hepsi aynı biter, hadi biri farklı diyelim, farklı olsa da biter…
Seni seviyormuşum… Bırak seveyim, ne fark eder ki? Sen beni seviyormuşsun, sev, ne fark eder ki? Bitmeyecek miyiz? Sona koşar adımlarla yaklaşmıyor muyuz? Göze aldıklarımızı değil, alamadıklarımızı hatırlatıp durmuyor muyuz birbirimize? Hani der ya Nazım, en güzel söz henüz söylemediğimdir diye, biz de ah ne güzel ne romantik deriz… Değil efendim, güzel de değil romantik de değil! Şair bayrağa seslenmiş sanki, hepimiz “Okuduğumuzu Anladık mı?” kısmındaki soruyu aynı cevaplamalıymışız gibi aynı sonuca varmışız aynı şiirden… Hiçbir yapılan hiçbir söylenen yeterli değil ilerde daha fazlasını yapacağın için beklentimi yükselttikçe yükselteceğim ve eninde sonunda bana yetmeyeceksin mutsuz olacağım demek bu! Hep daha iyisi olacağına inanacağız çünkü. Romantik değil yani, güzel de değil. Hem terk etmedi mi Piraye’yi… Ellerinde bir tek tahta bavulda saklanan mektuplar kaldı.
Üstelik denizi de seviyorum ben ama Ankara’da yaşıyorum. Yani sevmek değiştirmiyor olacakları bazen. Küçüklüğünü bandırma sahillerinde her gün deniz kıyısında geçirmiş olan ben nasıl Ankara’da deniz olmadan yaşayabiliyorsam sensiz de yaşayabilirim. Kaçıp gidebilirim, tek bir sırt çantasıyla. Anneme bile haber vermeden kendimi hiç tanımadığım bir şehirde bulabilirim. Hafızamı kaybettiğimi iddia edebilirim kolaylıkla… Ama dur, önce eve gidip yemek yiyeyim tek başıma, sonra kardeşim gelecek merak etmesinler beni, sonra giderim. Hem belki arayacaksın beni birkaç gün sonra, telefonumu yanımdan ayırmamalıyım, belki her şeyi anladığını söyleyeceksin, mutlu olacağız tekrar.
Gitmek mi diyordum ben? Ben mi bahsediyordum gitmekten! Sesinizi duyar gibiyim: “Sen mi gideceksin, her şeyi bırakıp gideceksin üstelik? Dön ve aynaya bak! Kabullen sen bir korkaksın, gidemezsin…” Evet, böyle dediğinizi duyar gibiyim. Savunmamı mı bekliyorsunuz? Söyleyecek şeyim yok, ben artık susmayı öğrendim. Susmayı ve çekip gitmeyi…




paylaş:

uçmak

Sırf bunların sebebi ben değilmişim gibi oturup bir de ağlayasım geliyor. Hiçbir zaman tuhaf olduğumu düşünmedim, kendime ucubeliği konduramadım bile. Nasıl olur da gözlerim sulanır anlam veremiyorum. Her tarafımı saran korkulukların arasında kendimi kargaya benzetiyorum. Gece olmadan güne geceyi getiren bir varlıkmışım gibi tanrının yokluğunda gözüm kapalı tanrılaşıvermişim ve yok etmenin bu kadar kolay bir şey olduğu aklıma dank ettiğinde düşünmeden yok etmişim, sanki var eden benmişim gibi.
Kimseye sormadım. Hiçbir zaman da cevap alamadım. Dumandan boğulurken yaktığım sigaranın üzerine ikincisini yaktım ve üçüncüsünü. Ayıp denileni yaptım ben, kuralların kim tarafından konulduğunu öğrenmek için tanrımdan vazgeçip bir de kafa tuttum ona. Kendimi affettirebilmek için yapacağım hiçbir şey yok artık.
Bunalım denen kavram suratımı yalıyor. Düşüyorum durmadan kâbuslarımda. Elini uzatanı hiç görmedim.
Ben de koşardım oysa. Yağmur yağdığında sırtımda çantam, gölcüklerin üzerinde zıplar, paçalarım çamurla yıkanana kadar da durmazdım. Gökyüzünden benim için meleklerin indiğine inanırdım, göremesem de. Geceleri uyumadan önce dualar ederdim. Başıboş kaldığımın farkına varır varmaz birisi elimi tutar evcilik oynardık. Yazın sıcağında fıskiyelerin altına girmeye bayılırdım. Ve balonların içinde gökyüzüne doğru yükselirdim rüyalarımda.
Sanmıyorum. Ben ölmeden dünyanın batmayacağını düşünemiyorum. Belki de artık pes etmişlerin yanına gitmeliyim. Yaşadıkları her saniye yaptıklarından biraz daha pişmanlık duyan, beyinlerini tuzlayıp ekmeklerine katık edenlerin yanına. Gitmeliyim. Arkama döndüğümde vazgeçeceğimi biliyorum. Ben, çoktan vazgeçtim.
Göz kapaklarım mı kapanıyor yoksa ışıklar mı sönüyor. Var denen yok olmuş. Onun için artık ‘vardı’ kullanılmalı. Kimse yok demiyor zaten. Işıklar gözlerimin içinde sönüyor.
Anlam verilemeyen tutarsızlığımdan bitkin düşüyorum dizlerimin üzerinde. Kollarımı açmışım, bedenimden çıkmayı bekliyorum. Vahşetin kucağına oturmaya az kaldı. Ya onun olacaktım ya yok olacak. Seçimim ona göre en iyisiydi. Artık af dilemeye yüzüm kalmadı. Cesaretim de yok tu zaten. Bu dünya ben ölmeden batmayacak bu doğru. Bunu biliyorum, çünkü fısıltısını duyuyorum. Bana öfkeli, kendini zor tutuyor. Ama birileri çoktan anladı, hatta suratındaki gülümsemeyi hissedebiliyorum. Acıyanlar bizlere, onlar için artık yeni bir dünya gerekli.
Üşüyorum ve gözbebeklerim küçülüyor, görmekte zorlanıyorum. İncecik şeyin içinden geçen sıvı beni oradan oraya savuracak ve uçuracak. Siz de hiç istemediniz mi uçmayı. Hep dilerdim küçükken kanatlarımın olmasını, gökten inen meleklere eşlik etmek isterdim. Ve ağlardım da gittiklerinde.
İlk önce yanma ve görüyorum, gözbebeklerim büyüyor. Ensem kafamı tutmaktan yorgun düşmüş, seriliveriyorum yere. Hiçbir şey bu kadar haz veremez bana. Seçimimi yaptım çoktan. Kanatlarım var ve gökyüzündeyim çoktan. Size yukarıdan bakıyorum. Üstelik burada elimi tutanlar var. Bana acıyorsunuz, hissediyorum. Ama ben ölmeden dünya düşmeyecek, bunu bilin.


paylaş:

edepsiz portakal


Hadi utanmadan bir de üstüne basa basa uçuyorum de, yalan söyle, kimin umurunda? Bu dünyanın sahibi biz olalım bir geceliğine, parçalara bölelim bedenlerimizi yeryüzüne süzülüverelim, tanrı ne arkadaştır ne sevgili. Yalnızlığımızla uğraşalım, kendimizle dalga geçelim. Hadi düşüyorum de, doğruyu söyle, kıvrılalım yataklarda, yeminler edelim birbirimize, açalım kanatlarımızı anası olalım şehrin, gecelerde yıkıverelim gökdelenleri ve bir de haykıralım tüm kinimizi. Adı konulmayan esrik bakışlarımıza mayhoş bir gülümsemeyi bulaştıralım çekinmeden. Köpekler gibi içelim, gelen geçen gülsün halimize.
Bu gece sadece biz istiyoruz diye yalanlar söyleyelim kendimize, kimsenin hüküm sürmediği devletlerin yaralı çocukları oluverelim, bilmeden gururlanalım düşüncelerimizle ve bir de portakal yiyelim portakal rengi gökyüzüne inat, edepsizliğimiz portakaldan olsun, sen bana şarkılar söyle, ben dumanında boğulayım.
Midye yiyelim inci çıkacak umuduyla, kandıralım kendimizi bir kereliğine ve sırf göze batmak için parmak kaldıralım akıl yürütemediğimiz tartışmalarda, kendimize dinleyenleri hayran bırakalım. Farklı olabilmek için değil biz istiyoruz diye kırmızı ışık yeşile dönene kadar oturup gazete kâğıdının üzerine kitap okuyalım caddenin birinde, karanfil satan çocuklara selam çekelim ve kornaları duyana kadar kalkmayalım yerimizden. Alkış denen kavramın beynimizi yeme çilesinde kırıntı misali dalalım ormanın birine ve kaybolalım yolumuzu bildiğimiz halde, küçücük yaprakların hışırtısını ayakaltlarımızda hissedelim ve dolduralım vücudumuzu enjekte edermişçesine kokuyla. Koparak bedenimizden umursamazca yükselelim yükselebildiğimiz kadar ve leylekleri gördüğümüzde saçımızı tutalım alışılagelmiş adetlerimizi hatırlayarak, küçük olduğumuzu zannedip kumdan kaleler yapalım bir de denizin birinin yanında, dalgalara bakıp bir de çişimiz geldiğinde altımıza kaçıralım. Suratımıza çarpan rüzgârı bir esir gibi sokalım göğüs kafesimize, yaparız biz, kendi soyunu kafeslere sokan hayvanlarız.
Hadi birden yüze kadar sayalım ikişer ikişer ve bilmişliğimizi takınıp alay edelim sayamayanlarla, bakkal hesabını bakkalcıdan öğrenmenin yollarını ararken saçımız beyazlasın ve koşalım sokaklarda, şemsiyelerimizi de açalım, her rüzgâr çıkışında bir adım daha yaklaşalım yarınlara.
Hadi yalan söyle, utanmadan mutluluğunu haykır dünyaya ve portakal kabuklarını koy sobanın üzerine, tütsülenmiş hayallerimizde kekremsiliği bulalım. Spagettinin bir ucundan sen başla diğer ucundan ben çekeyim içime, bir burun kıvırması ve ruj izleri suratımda.
Üçe kadar sayalım ve kendimizi dünyaya bırakalım, ben şemsiyemi açtım bayanlar önden, koş bakalım.


Fotoğraf buradan alınmıştır.
paylaş:

İyi Çocuklar ve Kötü Hikayelere Dair

Günlerce sızlanıp durdum. Şöyle diyerek:

''seni anlatabilsem seni,
iyi çocuklara, kahramanlara.''

Sonra şikâyet etmekle olmaz, anladım. Başladım anlatmaya.İyi çocukların korkudan ödleri patladı, öyle çok ağladılar ki. İşin fena yanı, korkularını yenmek için kötü olmaya karar verdiler. İyilikten vazgeçtiler.

Sıra geldi kahramanlara. Bizim hikâyemiz hiç mutlu etmedi onları. Hikâyeleme yeteneğimin gücünden mi yoksa yaşadıklarımızın absürtlüğünden mi bilmem, onlar da kahraman olmaktan vazgeçtiler. İnsanlığın buna değmeyeceğini söylediler üstelik bana. Yani ne gereği vardı ki canavarlarla savaşmanın, bombaları son saniyede imha etmenin, kötüleri bile kurtarmak için hayatlarını tehlikeye atmalarının? En büyük acıları birbirlerine yaşatmakta ısrarlıydı insanlar.

Anlattıklarımın iyiler ve kahramanlar üzerindeki olumsuz etkilerini görünce ,ben de başkalarına yöneldim haliyle. Anlatmalıydım seni, dipsiz kuyulara haykırmalıydım illa.Gittim namussuza, halden bilmeze, kahpe yalana. Burası artık böyle dediler, ne varmış ki bu kadar üzülecek bunda.

Vazgeçtim anlatmaktan, vazgeçtim işte.

Oysa çocukken bile büyüyünce prensle evleneceğime inanacak kadar ahmak değildim. Fakat büyüyünce bir şey oluyor insanlara.

Kim deli değil ki? Neden itiraf edemiyoruz ruh sağlığı denen şeyin kocaman bir saçmalık olduğunu kendimize bile? Din felsefesi dersini kocaman okuldan sadece iki kişinin seçtiği bir dünyada nasıl delirmememi bekleyebilirsiniz? Nerden gelip nereye gittiğiyle ilgili tatmin edici cevapları olmadan, burada ne yaptıklarını bilmeden yıllarca yaşayabilen biz insanlar mı doğanın en zeki yaratıklarıyız?

Hayvan olmadığımıza dair en sağlam temelimiz bu mu?

Hayır, güzel kız. Sen buraya beğendiğin tüm ayakkabıları alabilmek için gelmedin. Küçük çocuk, dünyada var olan tüm çikolataları yeme hayalin bir kaç yıl sonra seni hayata bağlamaya yetmeyecek. Tonton amcam benim, sen emekli olunca geleceği yok güzel günlerin. Hem aynı hataya evlendikten, karın doğum yaptıktan, çocukların da evlendikten vs. sonraları için de düşmedin mi? Hey sen çekici oğlan! Uzun bacaklı tüm kızlarla yatmaya yetmez ömrün. Yarına tutunabilmek için başka bir sebebi olmalı insanoğlunun.

Ve benim payıma düşen zaman da, sorularımı cevaplandırmaya yetmez; farkındayım.
Bizi çıldırtan, soru sormak yerine saçmalıklara inanmak aslında; farkına varın!
paylaş:

Überman Sevgilim

Ve çıktın sahneye
Adın ... senin.
Yemeye doymadığım şey kelektir benim.
Kafiyeli ve uyduruk bir şiirle
Seni irrite etmek değil inan niyetim.
Sen ki her halinle Überman'sın sevgilim.

Moliere'den yok eksiğin.
Belki de bir Sheakespeare'sin.
Üretmene gerek yok,
Varlığınla şahesersin.
Öte yandan (Herkesi kıskandıracak kadar da)
Zekisin.
Pekiyidir tüm derslerin.
Bilsen ne parlaktır kariyerin.
Tabula rassalara sığmaz CV'n.
Araya atmasyon sözler katsan da
Dillere destandır felsefe bilgin.
Büyülüyor herkesi entelektüelliğin.
Sen ki her halinle Überman'sın sevgilim.

Herkesin bilmediği şeyler vardır cicim.
Bu korkudan mıdır yanımdayken apolitikliğin?
Oysa Msn'de gerçek bir siyaset bilimcisin.
Sanırım Vikipedia'dır kaynağı e-politikliğinin.
Yine de bu küçük ayrıntılar, küçük komplekslerin
Ya da kibrin, çok bilmişliğin
Mükemmelliğini zedeleyemez senin.
Mizah dünyası için bir devrim
Sıradan insanların anlayamamasıyla övündüğün esprilerin.
Öndeki çürük dişine rağmen
Gülüşün ne karizmatik ve seksi sevgilim.
Hele bir de o şarkı söyleyişin!
Hayranlık uyandırıyor tizden pestenkeraniye geçişin.
Elit edebiyat anlayışın bu benzetmeyi klişe bulacak ama
İnan bülbülleri kıskandırır sesin.
Sen ki her halinle Überman'sın sevgilim.

Hem kültürlü hem zenginsin.
Kocaman bir holdingin biricik varisisin.
Gözleri kör olmalı sana çirkin diyenlerin,
Benim için dünyanın en güzelisin.
Beyaz atın yoksa da üzülme.
(Vardan yoktan anlamalı kadın dediğin.)
Sen benim beklediğim prenssin.
Erdemli bir insansın olmasa da imanın, dinin.
Elbette vardır tanrıya inanmamak için nedenin
Hem kendini hem de bizi tanrının ta kendisi olduğuna ikna ettin sevgilim.
Ah unutmadan!
Narsistlik de başka bir meziyetin.
Fakat seni ayıplamaya varmaz dilim.
Ben ki İtalya'yı çizme sanan türdenim.
Geçtim yaz tatilini Avrupa turuyla değerlendirmeyi,
Pasaport çıkarmak için bile yok meteliğim.
Sense ezbere bilirsin coğrafya ve tarihlerini tüm memleketlerin.
Opera, golf, piyano çalmak, yatla denize açılmak senin hobilerin
E bu kadar burjuvayken hiç gereği yok mütevaziliğin.
Sen ki her halinle,
Hem de hem de her halinle,
Überman'sın sevgilim.
paylaş:

Gidelim Buralardan


Yollar yolculukları çağırdı önce ve bana gitmek düştü. Kolaydı her şey, düşünmek düşünürken yapılacakları sıralayıp yarını güzel umut etmek. Yaşanılacaktı görülecekti, yeni yollar yeni kentlere salacaktı anlam arayan bedenimi. Ve sonra yeni insanlar ve umutlar girecekti hayatıma. Bunca yıldır topallayan hayatım tekdüzeliğinden arınıp yeniden can bulacaktı. Öyleydi, öyle olmalıydı. Umut etmek insanı girdabından çıkarıp yeni mutluluklara sevkediyordu. Yollar aşıldı, yolculuklar
tamamlandı. Gelinen kentlerde sonuç hep aynıydı. Yeni insanlar yeni sokaklar, yeni bir hayat.. bu beklenendi, ya ötesi? Yenilikler yeniği getirmemişti ki hayatıma. Ben yine bilinen o eski topal martı yine aynı şarkılarla ağlıyor ve yine aynı nedenden kadeh kaldırıyordum hayata. Hayat geçmiş ve gelecek arasındaydı. Bugüne yer yoktu. Yarından tezi yok düne geçmeliyim, dün yaşanmış ve bitmişse geleceği ümit etmeliyim, ya da dünü özlemle anarken geleceği kurgulamalıyım. Allahın cezası bugün yok işte... Ne satırlarımda, ne dinlediğim şarkılarda, ne tanıdığım insanlarda ne bu kentte, ne de yalnızlığımda. Bugündü beni yalnızlaştıran, olamayan bugünler yaşayıp kendimden yalnızlaşıyordum. Olmamış günlere hayaller kurarken bugünü düşüncelerimde hapsediyordum. Ne öteye gidebiliyordum ne de geçmişe tutunabiliyordum. Yaptığım şey yalnızca sendelemekti. Biraz olsun kurtulmak niyetiyle sarıp sarmalıyordum başka yaşamları. Beraber gülünüp beraber ağlanan sofralardan bir başıma ayrılıyordum. Payıma hep yalnızlık düşüyordu. Suskunluk yalnızlıkla bütünleşince çekilmez bir hal alıyordu. Orada olunamayan yerlerde orada onlarla olmak istediğim insanlar yarım bıraktıklarımdı, düzmece yaşamlarından bir solukta okunacak kadar ustaca yalanlar türeten o insanlardı. Ben hep yarını düşlerken, inanırken, ağlarken, şarkılar söylerken, yeminler ederken, düşerken, tutunacak bir el ararken yalnız bırakıldım...
paylaş:

Melankolik Kusmuklar

Ben aşık oldum. Hiçbir şey ifade etmiyor aslında şimdilerde bu cümle. Herkesin melankoli kustuğu bir dünyada benim aşık olmam sevdiğim adam da dahil olmak üzere kimi ilgilendirir ki! Gördüğüm kadarıyla herkes yapıyor zaten bu işi. Evet, iş! Hollywood imalatı filmlerden, o filmlerden esinlenerek yazılmış ithal romanlardan, ucuz kafiyelerle bezenmiş oynak ve popüler yaz şarkılarından dolayı, iş edindik kendimize aşık olmayı.

Ama ben ilk defa ‘Aşık oldum.’ diyorum. Aslında bu da klişe, bu da milenyum insanının geliştirdiği başka bir yalan. Her yeni ilişkide ‘Aşk buymuş meğer.’ deyip, geçmişimizi inkar etmiyor muyuz sanki? Geçmişle birlikte gidenler bizi duyup canları acıyacakmış gibi… Hatta bazen bu tür ufak tatmin olma oyunları için bile değil, sırf yalan söylemenin verdiği hazza erişmek için karşımızdakini ilk aşkımızın o olduğuna ikna etmek için de kullanmıyor muyuz bu cümleyi?

Ekolojik felaketler, gürültü kirliliği, dahası gündem kirliliği vs. derken bir de başımıza bu belayı açtık işte: Duygu kirliliği! Şimdi bu karmaşa ve kuru gürültü arasından duyur sesini duyurabilirsen.

Zamanında aşkı ağzına alanlara hak ettikleri cevabı vermediğimizden, aşık olma trendine modaya uyum sağlamak için kapılıp gittiğimizden, sevgililerine dair hayal kırıklığına uğrayıp derbeder pozlarına girmiş dostlarımızı laf olsun diye teselli ettiğimizden hak ettik belki de biz bunu. İşte bu yüzden eğreti duruyor artık ağzımızda en güzel şiirler. Seni seviyorum derken birine, sahici gelmiyor söylediklerimiz. Sanırım kendimizi hep bir film ya da roman kahramanı olarak düşlediğimizden… Bu azaptan ya da bizi dört yanımızdan kuşatmış sıkışmışlık hissinden kurtulmak için daha fazla saldırıyoruz sevda sözlerine. Daha çok dilimize doluyoruz, kelimelerin eksikleri doldurma, palavraları gerçek kılma gücü olduğuna inanarak.

Peki inanıyor muyuz söylediklerimize? Söylenenlere? Bize artık kimsenin inanmaması mı canımızı bu denli acıtan? Sanrılarımıza ya da yaldızlı düşlerimize rağmen mi yüzümüze çarpıyor yedi milyar insanın yaşadığı şu dünyada ne yaparsak yapalım gerçekten sevmeye değer birini bulamadığımız gerçeği? Bir şeyler yaparak aşka sahip olabileceğimiz masalını bize ilk anlatan kimdi ki? Karşı cinsi elde etmenin on altın kuralı, erkekleri-kadınları baştan çıkarma kılavuzu vs. kitaplarıyla beynimizi ve dahası ruhlarımızı yıkayanlar kimlerdi?

Ben aşık oldum. İlk defa. Bildiğim taktikler, kurallar, başkalarından dinlediğim tecrübeler, kendi yaşanmışlıklarım, ezberlediğim Nazım şiirleri, izlediğim filmler yetmiyor. Kendimi ifade edememenin verdiği çaresizlik değil hissettiklerimin aşk olduğuna beni inandıran. İmkansız aşklar oldum olası ilgimi çekmedi. İmkansızlık sadece başlamaya yarar. Heves de öyle. Tutku da öyle. Heyecan da öyle. Ama ya gerisi? Gerisini getirmek için fazlası lazım. Nereden öğrendim bunları bilmiyorum, ama biliyorum. İşte böyle sinir bozucu paradoksal bir durum.

Bana farklı, size aynı; benim için sıra dışı, sizin içinse alışılmış olan bu durumu tiksindiğim bayağılıklara düşmeden anlatabilmek isterdim. Kendi cümlelerimle olması şart değil. Ama bu tür durumlar için söylenenlerin bu kadar çok kullanılmış olması ve kullanıldıkça yaratıcılarının onlara yüklediği anlamların böylesine hoyratça çalınmış olması canımı sıkıyor. Çünkü ben de sizin gibi, dağarcığımdaki tüm güzel şarkı ve şiirleri her sevgilime okuyup, sonrasında hepsinin tepkisini, yüz ifadesini birbirleriyle kıyaslayanlardanım. Bir de gelmiş ilk defa aşık oluşumun şerefine ilk defa okuyacağım bir şiir bulamadığım için yakınıyorum. Üstelik tılsımını yitirmiş kelimeleri ve aşkla geviş getiren insanoğlunu suçluyorum. Ama…

‘‘Bu kadar sevgiyi tek başıma ne diye içimde tutayım, ‘Al az kenarından da sen tut.’ demek istiyorum. Herkes içini, yalnız içine dökmez ne de olsa. İşbu sebepten, içimi ortalığa sere serpe dökmek istiyorum işte.

Ah, lafı uzattıkça uzattım. Akıl ve ruh proletaryasının akılsız bir neferiyim işte.
Kelimeler, albayım, bazı anlamlara gelmiyor.’’
paylaş:

trajikomik vaka

“Rüyadayken yüksek bir yerden düşmek gibi bir his var içimde, ben buyum diyebiliyorum kendime. Ben buyum, kahrolasıca, gerektiğinde utanmadan düşebildiğimi söyleyebilen, idealleri doğrultusunda laf dalaşına girip savımın doğruluğunu kanıtlayana kadar dilimdeki tüyleri hatta kıçımdakileri bile bitiren biri. Mutluyum, gözümde yaşlar, gibi bunalım takılıp da hissetmedikleri doğrultusunda küçücük hayatlarını harcayaduran insanların da ciğerini sökesim gelir…”
Onun adı Chris Cave, ve bir yarışmaya katılıp, yağlı saçlarını geriye doğru taramış sunucu ona “Eğer büyük ödülü kazanırsanız Bay Cave, ne yaparsınız?” diye sorsa bu cevabı verir ve şöyle devam ederdi: “…ki zaten hiç yapmadığım bir şey değil. İşte büyük ödülü kazanırsam da kazandığım paranın bir kısmını bu gibi kişilerin deliklerine sokacağım.” Bunu söyler söylemez de para verip, bilet almış ve sırf televizyon furyasında silinmez sayfalara kazınmak için daracık kırmızı koltuklarda oturan ve kamerayı gördüğünde el sallama gibi bilinç dışı hareketlerde bulunan izleyiciler, ilk önce suratlarındaki donukluğun farkına varmadan bir dakika boyunca mala bağlayacak ve küçük beyinlerinde köşeli jetonlar ulaşması gereken yere ulaştığında da küçük bir tebessümle sırıtacak ve dudaklarıyla kulakları arasındaki o uçsuz bucaksız mesafe giderek azalacaktı.
Ama büyük ödülü kazanmamıştı çünkü yarışmaya katılmamıştı, katılabilitesi yüksek olmasına rağmen yatağının kenarına oturmuş, elinde sigarası, birasını yudumlarken yatağının tam karşısındaki elektrik faturalarının sebebi televizyona gözlerini dikmiş, ‘bu salaklar ne yapıyor?’ diye içinden geçiriyordu. Zevk verici bir şey bulana kadar Marla’nın yeni ağdalanmış bacaklarını düşünedurmuş, medya denen hedenin dibine vurmak için o hiçbir zaman basılmaması gereken, üzerinde bir daire ve dairenin içinde düz bir çizginin bulunduğu düğmeye basıvermişti. Elinde tuttuğu uzaktan kumandadan çıkan ışınlar televizyonun bilimum bilmem kaç yerindeki sensörler tarafından algılanmış ve dikdörtgen kutunun içine, kim kime ne yapmış, nerde yapmış, çok mu acımış, sorularının döndüğü dünya bir anda batıdan doğan ay gibi gömülüvermişti. İlk önce her zaman olduğu gibi podyumda frikik veren hatunları aramakla geçmiş fakat ‘hatunların artık yatma vakti gelmiştir’ diye düşündüğü için garip reklamlarla dolu bu yarışma programına kendini kaptırıvermişti.
‘İnsanlar ne garip…’ diye düşünmüştü. ‘…kim köpeğine kemik şeklinde makarna alır ki?’
Evet, neden insanlar köpeklerine kemik şeklinde makarna alırdı ki? İnsanlar neden köpeklerine makarna alır? Kemik şeklinde olması köpekler için savunma mekanizması kırıcı özellik göstermesi için midir? Köpekler salak mıdır? Yoksa insan postuna bürünmüş köpekler midir makarnaya kemiş şeklini veren?
Bunların hepsini sigara dumanıyla falloş olmuş beynine soran C.C. birasında kocaman bir yudumu midesine indirirken zapladığı bir kanaldaki sorulan soruları duyunca, zaten yeterince pis olan halısının üzerine kusarcasına böğürdü. Neydi bu olanlar? Yoksa bu televizyon denen şey vizyonluktan vazgeçip telekızlığa mı soyunmuştu?
“Hera’nın annesi kocasının rızasıyla striptiz barda bacaklarına kıllı erkeklerin dokunmasına izin verirken, tüm yaptıklarının geçip derdinden kaynaklanan bir sorun olduğunu düşünmüş ve ‘madem ben bacaklarımı kıllı erkeklere elletiyorum sen de kıçını ibneler elleteceksin’ diyerek kocasının kalp krizinden ölümüne sebep olmuştur. Hera da bu sırada babasız kalmanın verdiği mutlulukla erkek arkadaşını evine almış, sabaha kadar avazı çıka çıka kendini erkek arkadaşına düzdürmüştü. Sabah, gecenin verdiği yorgunlukla bir gözü kapalı uyanan Hera’nın annesi kızının okula geç kaldığını düşünmüş ve uyandırmak için onun odasına doğru yönelmişti. Kapıyı açar açmaz gözleri fal taşı gibi açılmış ve merhum kocasının silahını almak için yatak odasına gitmişti. Odaya vardığında yatağın içinde yatan birini fark etmiş ve dün gece onu eve bırakan adamın koynuna girdiği gerçeği kafasına dank etmişti. Eline aldığı silahla daha uyanmamış ama muhtemelen gece onu düzen adamı bir kurşunla öldürmüştü. Silahın sesine koşarak gelen kızı ve onu düzen sevgilisini karşısında gören anne, hiç düşünmeden kızını düzen çocuğu iki kurşunda öldürmüştü. Annesinin yaptığına akıl erdiremeyen Hera, olduğu yerde kalakalmış ve cinnet geçirmişti. Akıl sağlığını yitiren Hera şu anda meşhur bir akıl hastanesinde yaşam mücadelesi vermekte, anne meşhur bir ceza evinde yaşam mücadelesi vermekte, Hera’nın annesini eve bırakan ve düzen adam, Hera’nın babasının ölümüne sevinip eve davet ettiği ve bir gece boyunca kendini düzdürttüğü çocuk ve merhum baba, meşhur bir mezarlıkta kabir azabı görmektedir.
Yukarıda verilen trajikomik vaka hakkında aşağıdaki savlardan hangisi yada hangileri doğrudur?
i.                     Vaka sırasında toplam üç el ateş edilmiştir.
ii.                   Vakada en az suçlu olan Hera’yı düzen çocuktur.
iii.                  Hera’nın babasında göt korkusu vardır.
iv.                 Hera’nın annesinde selülit yoktur.
v.                   Hera, sırf annesi onu da öldürmesin diye deli taklidi yapmaktadır.
vi.                 Vaka’nın sonu boka sarmıştır.”
Bu soruyu gören, hayatında başına gelmedik bir olay kalmamış, gerektiğinde korkak gibi topuklayıp bir de bunu ulu orta yerde komik bir olaymış gibi anlatan Chris Cave, şunu diyebildi: “Tanrım!”
Sorunun doğru cevabını merak etmesine rağmen içinin geçmesiyle yataktan, tereyağından kayarmış gibi kaydı ve garip dünyanın garip rüyalarını görmek ve düşmek hissini yaşayabilmek için gözlerini yumdu.


chris cave'in diğer maceraları için burayı tıklayabilirsin.
fotoğraf buradan alınmıştır.


paylaş:

Sıkılan Kulun Duası

Çok Sevgili Tanrım;

Şu an dünyadaki pek çok insan sana sesleniyor olmalı. Ben bir değişiklik yapıp yazarak sesleneyim dedim. Umarım çoğunluk dikkate alındığında farklı olan bu değişik hitap biçimi hoşuna gitmiştir. Hoşuma giden şeylerden bahsetmeyeceğim için, sana da bulaştıracağım can sıkınıtısını asgari düzeye indirgemek adına, bu yolu uygun gördüm aslında.

‘Sorunun ne ey kulum?!’ mu dedin, bana mı öyle geldi tanrım?

Ortalık bu denli kalabalıkken hemen cevaplıyorum sorunumu tanrım: Sıkıldım. Beni kurtar. Amin.

‘İyi ama neden sıkıldın?’ mı dedin, bana mı öyle geldi tanrım?

Peki ortalık hala çok kalabalık, kulların senden bir sürü şey istiyor. Ama madem uzun zaman sonra ben mecbur kaldığımdan da olsa sana geldim ve sen bir değişiklik yapıp benimle ilgilendin, hemen sıralıyorum nelerden sıkıldığımı.

Şu an milyonlarca insan birilerini arıyor, birbiriyle konuşuyorken onun beni aramamasından sıkıldım.

Mucize denilemeyecek kadar sıradan şeyler için günlerce sana yalvarmaktan ve boş yere beklemekten sıkıldım.

Yeni anayasa tasarısı, hapse atılan çocuklar, BP’nin Meksika Körfezi’nde neden olduğu felaket, bu yıl buğday veriminin az olması, tüm mücadeleme rağmen her yanımı ısırmaya devam eden ölümsüz sivrisinekler vs. gibi üzülmeye değer onca sorun varken; kendimi sürekli onun için üzülürken bulmaktan sıkıldım.

Herkesin mutluluğun ve mutsuzluğun merkezine aşk dedikleri bir şeyleri koymasına içten içe öfkelenirken, bu güruha dahil olmamak için harcadığım çabaların boşa gitmesinden de sıkıldım.

Şimdi bana içinden ‘Hadi len!’ diyeceksin belki ama Tutunamayanlar’ı okumaktan bile sıkıldım.

Ayna karşısında çalışılarak edinilmiş pozlardan sıkıldım.

Olay akışı klişe hikayelerden sıkıldım.

Mutlu son saçmalığından sıkıldım.

Hayat derslerine dair nutuklardan sıkıldım.

Tecrübelerimizden yola çıkıp kendimize sınırlar, tanımlar ve staratejiler belirleyip; sonrasında ‘Ben feleğin çemberinden geçtim.’ edasıyla kendi yanlışlarımızı/doğrularımızı başkalarına anlatmalarımızdan sıkıldım.

Kullarının hayata dair bir bok bilmediklerini kabul edecek cesarete sahip olamamasından sıkıldım.

Ninemin duymayan kulaklarından sıkıldım.

Babamın doymayan karnından sıkıldım.

Kardeşimin yaptığımız güreş turnuvalarında her defasında beni yenmesinden sıkıldım.

Pembe dizilere taş çıkartacak cinsten bol atraksiyonlu günlerden sonra tek heyecanımın sigara içerken babama yakalanmak olmasından sıkıldım.

Astım krizlerinden sıkıldım.

Ayrılık tiradlarından sıkıldım.

Hobi olsun diye mutsuz olan insanlardan sıkıldım.

En büyük acı benim acım sendromundan sıkıldım.

Esas oğlan-esas kız ikilisinden sıkıldım.

Herkes yakınırken onlardan beni ayıracak bir yol bulamamaktan sıkıldım.

Narsistçe gelecek ama kendimden bile sıkıldım.

Gel gör ki; onu özlemekten sıkılmadım.

Acilen şaşırmaya ihtiyacım var tanrım.
Amin.
paylaş:

Çay Tabağı

Biliyordum, beni seviyordun. Biliyordum, sevildiğimi fark ediyordum. Üstelik hepsini nazar boncuklu bir çay tabağından anlamıştım. Tam sevdiğim gibiydi çay, yeni demlenmiş, biraz çiğ, iki şekerli. “Kuzum, hadi bana da bir çay getir.” demiştim sadece. Oysa ben senden bir şeyler istemezdim. Cümlemin karşılığı ise bir gülümseme ve bir bardak çaydı işte.
Bilmediğin şey, daha doğrusu insanların anlamadığı şey buydu işte. Bir çay tabağı, nazar boncuklu. Sana dönüp deseydim ki çay tabağı, sana dönüp deseydim ki çay tabağı ne kadar güzelmiş, anlayacaktın sevildiğimi bildiğimi. İhtiyacımız olan kelimeler değildi, bakışlarımızla anlaşırız tarzı geyikler hiç değildi bahsettiğim. Sadece bilmekti işte, ifade etme ihtiyacı hissetmemekti bunu. Belirtmemiştim o yüzden.
Benim bazı insanların birbirinden neden asla şüphe duymadığını, duymayacağını anlama biçimimdi. Tanrının varlığını bilmek gibiydi biraz da, içimizdeki şartlandırmalara rağmen. Konuşulma ihtiyacı hissedilmeden yapılmış sessiz antlaşmalara benziyordu, dedim ya sadece çay tabağındaki nazar boncuğuydu.
Şu cümlelerden sonra çoğu insanın tahmin edeceği gibi televizyon karşısında sevgilisinden çay isteyen biri değildim ben, biz duvarlarına çizilmiş resimlere bayıldığımız sahiplerini tanıdığımız, biramızı, mısırımızı arka tarafa geçip kendimiz aldığımız bir bardaydık. Ogün abi çay içerken canımız çay çekmişti sadece. Masadaki yarı dolu bira bardaklarını görmezden gelip sen de çay alıp gelivermiştin kendine, normal şartlar altında hiperaktif kelimesinin yakıştığı bir insan olan bana öyle zor öyle zor gelmişti ki yerimden kalkmak “Kuzum” diyebilmiştim sadece “hadi bana da bir çay getir.” Oysa ben senden bir şeyler istemezdim. Cümlemin karşılığı ise bir gülümseme ve bir bardak çaydı işte. Sadece oradan anlamıştım sevildiğimi…
Üstelik sen benim sevgilim bile değildin, arkadaş demeye ise bin şahit isterdi. Ayrı bir şeydin sen, hayatımın kocaman bir parçasıydın. Dedim ya sevildiğimi bilmem gibi, tanımlamaya da ihtiyaç yoktu aslında, bilen bilirdi. Hadi başkaları anlamıyor, biz bilirdik bunu ve bu hikâyeler yıllar yıllar sonra efsaneleşince şöyle tanımlardı seni anlatanlar, hikâyecinin diğeri, diğerim…

paylaş: