lars von trier'den yeni film: nymphomaniac


Cannes Film Festivalindeki sansasyonel açıklamalarından sonra “persona non grata” yani istenmeyen kişi ilan edilip festivalden çıkartılan Lars von Trier’in Nymphomaniac adlı filmi kuşkusuz 2013 yılının en merak edilenleri arasında yerini almış durumda.
Oyuncuları arasında Shia LaBeouf, Jamie Bell, Christian Slater, Connie Nielsen, Willem Dafoe, Uma Thurman, Charlotte Gainsbourg, Stellan Skarsgård gibi isimlerin yer alması bu heyecanı arttıran bir etken.
Yönetmenin birkaç filminde boy gösteren Charlotte Gainsbourg ise bu filmde erotik sahnelerle çok konuşulacağa benziyor. Yönetmenin düzene attığı ağır tokatların yanında bu film ne kadar tartışılır bilemeyiz ama bizim merak ettiğimiz Cannes Film Festivaline yönetmenin tekrar çağırılıp çağırılmayacağı. Şayet çağırılmasa bile filmin festivalde yer alacağını düşünmekteyiz.
Filmden bir kare ise şu şekilde:


paylaş:

film independent spirit awards | 2013


Bütçesi 20 milyon dolardan az filmlerin aday gösterildiği ve Oscar Töreninden bir gece önce dağıtılan Bağımsız Ruh Ödüllerinde bu yıl 21 milyon dolar bütçeli Silver Lining Playbook fazla olan 1 milyon dolar göz ardı edilerek aday gösterilmişti. Geceye damgası bekleniyordu ve beklenen oldu. Toplamda dört ödül ile gecenin galibi Silver Lining Playbook oldu.
Diğer ödüller ise şu şekilde:

En İyi Film: Silver Linings Playbook
En İyi Yönetmen: David O. Russell (Silver Linings Playbook)
En İyi Senaryo: David O. Russell (Silver Linings Playbook)
En İyi İlk Film: The Perks of Being a Wallflower (ödül yönetmen ve yapımcıya verilir)
En İyi İlk Senaryo: Safety Not Guaranteed
En İyi Kadın Oyuncu: Jennifer Lawrence (Silver Linings Playbook)
En İyi Erkek Oyuncu: John Hawkes (The Sessions)
En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Helen Hunt (The Sessions)
En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: Matthew McConaughey (Magic Mike)
En İyi Görüntü Yönetimi: Beasts of the Southern Wild
En İyi Uluslararası Film: Amour (ödül yönetmen ve yapımcıya verilir)
En İyi Belgesel: The Invisible War (ödül yönetmene verilir)
John Cassavetes Ödülü: Middle of Nowhere (ödül 500.000 dolardan az bütçeli filmlerin en iyisine verilir, filmin yönetmeni ve yapımcısı ödülü alır)
paylaş:

kahrolası kırmızı


Kalabalığın içinde kendimizi yalnız hissediyoruz kimi zaman; uzun vakitlerin geçmesini dilerken ağırlaşan yelkovan hareketleri, acılarımız önünde diz çökedursun biz kendi benliğimizden bir şeyler eksiltmemek için acılarımızın üzerine tuz basıyoruz.
Unutulmuş yarınların yokluğunu dünden kalan kırıntılarla beslemeye çalıştıkça yitip gidiyor gözyaşları. Biz çoktan yok olduğumuzu kabullenmek yerine bir defa daha şans veriyoruz. Oynadığımız eli kazanma ihtimalini düşünmeden sürüyoruz tüm varlığımızı masanın ortasına, küçük çentikler atıyoruz bazen her biten gün için, çoğu zaman da umduğumuz başımıza gelsin diye gece yatarken aklımıza gelen tanrıya dua ediyoruz.
Saat tiktakları gibi sürüklenen sularda vakit artık çok geç olmuşken bir kez daha, yeniden şükrediyoruz ettiğimiz küfürler için af diledikten sonra. Acımız bir başkasının çilesi yanında gözümüze ufacık geliyor.
Şayet kalbimiz çırpınmak yerine durmayı tercih etseydi, gözümüzü pencereden uzaklara dikip beklemek zorunda kalmaz, yeni doğan gün için gereksiz yere boş hayaller kurmaya devam etmezdik. Jiletin eti kesmesinden de korkuyoruz tabii. Oysa her şey biraz kırmızıya biraz da cesarete bakıyor.
Gardını almış atağa geçmek için bekleyen eski çağ savaşçısı değiliz biz. Aksine kendimizi savunmak için elimizde tutacağımız bir dayanağımız bile yok. Bunların hepsini başkalarının üzerine atıp suçu kabullenmemek düşmüşlerin yapacağı iş diyebiliriz kolay yoldan fakat bunu bile bilmek çoğu zaman fayda etmiyor.
Hep, yeşil kırların ortasında elimizde sıcacık çayımızla, huzur dolu bir nefes çektiğimizi hayal ediyoruz ciğerlerimize fakat yorgun şehrin bıkkın insan kalabalığında yaktığımız tütün bile rahatlatabiliyor bünyemizi.
Dünya çoktan başkalarının eline geçti, durup birilerinin yardım elini uzatmasını bekliyoruz çaresiz, biz hep böyleydik, yarın da çareyi başkalarından bekleyeceğiz.
İnsan sürüsünün monoton adımlarını bizden ayıran camekanın yanında, masamızın üzerinde yenmeyi bekleyen etin soğukluğu, bıçak ve çatalın yeni yıkanmış parlak yüzü ve titremesini önleyemediğimiz ellerimizle birlikte, düzenin içinde akseden sesleri duymayan kulaklarımızla başbaşayız. Bıçağın porselene sürtme sesinden duyduğumuz rahatsızlığı önleyebilmek için dudaklarımızı aralayıp bir gözümüzü kapatıyoruz. Yediğimiz etin bayatlığı, kendi ruhumuzun umursamazlığıyla yok oluyor, karşımızda oturan hayali arkadaşımız bile halimize güldüğüne göre komik durumumuza pek de söylenecek laf yok. Biz, aynanın karşısına geçip kendi suretimize bakamayan varlıklarız.
Çok geçmeden uykuya dalıyoruz. Dünya, bizim yardımımız olmadan da dönebiliyor. Acımız ne dünden eksik ne de birileri bize elini uzatıyor.
Zaman geçiyor.
Uykumuz kırmızıya bulanıyor.

paylaş:

BAFTA Awards | 2013




  İngilizlerin Oscar’ı olarak kabul edilen BAFTA Ödülleri'nin sahipleri belli oldu. Törende en iyi film ödülünü ‘Argo’ alırken filmin yönetmeni olan Ben Afleck ise en iyi yönetmen seçildi. Anne Hathaway ve Hugh Jackman'ı kadrosunda barındıran Les Miserables, geceden en iyi yardımcı kadın oyuncu olmak üzere toplamda 4 ödülle ayrıldı.  Diğer kazananlar ise şu şekilde:

En İyi Film: Argo
En İyi Kadın Oyuncu: Emmanuelle Riva - Amour
En İyi Erkek Oyuncu: Daniel Day-Lewis - Lincoln
En İyi Yönetmen: Ben Affleck - Argo
En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Anne Hathaway - Les Miserables
En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: Christoph Waltz - Django Unchained
En İyi Senaryo: Django Unchained
En İyi İngiliz Filmi: Skyfall
En İyi Yabancı Film: Amour
En İyi Kısa Film: Swimmer
En İyi Uyarlama Senaryo: Silver Linings Playbook
En İyi Prodüksiyon Tasarımı: Les Miserables
En İyi Görsel Efekt: Life of Pi
En İyi Makyaj ve Saç: Les Miserables
En İyi Kostüm Tasarımı: Anna Karenina
En İyi Sinematografi: Life of Pi
En İyi Montaj: Argo
En İyi Ses: Les Miserables
En İyi Müzik: Skyfall
En İyi Belgesel: Searching For Sugar Man
En İyi Animasyon Filmi: Brave
En İyi Kısa Animasyon: The Making of Longbird

paylaş:

30 yaşına gelmeden önce okunması gereken 30 kitap

 divinecaroline.com isimli site 30 yaşına gelmeden önce okunması gereken 30 kitabı sıralamış. Liste şu şekilde:

1- ‘Siddhartha’ - Hermann Hesse
2- ‘Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’ - George Orwell
3- Bülbülü Öldürmek - Harper Lee
4- 'Otomatik Portakal' - Anthony Burgess
5- 'Çanlar Kimin İçin Çalıyor' - Ernest Hemingway 
6- 'Savaş ve Barış' - Lev Tolstoy
7- 'İnsan Hakları' - Thomas Paine
8- 'Toplum Sözleşmesi' - Jean Jacques Rousseau
9- 'Yüzyıllık Yalnızlık' - Gabriel Garcia Marquez
10- 'Türlerin Kökeni'- Charles Darwin
11- 'The Wisdom of the Desert' – Thomas Merton.
12- 'Kıvılcım Anı' - Malcolm Gladwell
13- 'Söğüt Ağaçlarındaki Rüzgar' - Kenneth Graham
14- 'Savaş Sanatı' - Sun Tzu
15- 'Yüzüklerin Efendisi' - J.R.R. Tolkien
16- 'David Copperfield' - Charles Dickens
17- 'Four Quartets' - T.S. Eliot
18- 'Madde 22' - Joseph Heller
19- 'Muhteşem Gatsby' - F.Scott Fitzgerald
20- 'Çavdar Tarlasında Çocuklar' - J.D. Salinger
21- 'Suç ve Ceza' - Fyodor Mihayloviç Dostoyevski
22- 'Prens' - Niccolo Machiavelli
23- 'Doğal Yaşam ve Başkaldırı' - Henry David Thoreau
24- 'Devlet' - Platon
25- 'Lolita' - Vladimir Nabokov
26- 'İş Bitirici' David Allen
27- 'Dost Kazanma ve İnsanları Etkileme Sanatı' - Dale Carneige
28- 'Sineklerin Tanrısı' - William Golding
29- 'Gazap Üzümleri' - John Steinbeck
30- 'Usta ile Margarita' - Mihail Bulgakov

paylaş:

mutsuz ve aşksız bir adamdım


   Yaşıtlarımın aksine beni anlatan kelimeler ‘’mutlu ve huzurlu, romantik aşık, düşünceli şövalye, İspanyol sör, ahahaha çok mutluyum, ay hiç güleceğim yoktu ecemsu…’’ gibi umut dolu, sevgi dolu, statü dolu kelimeler değildi. ‘’Trango’’, ‘’tırt’’, ‘’tiriviri’’ gibi bu hayatta hiçbir şeyin karşılığı olmayan kelimelerdi, beni anlatan kelimeler. Çünkü dünyadaki statümde buydu. Ben, arkadaş ortamındaki tiriviri insandım. Sınıfın en tırt insanı bendim. Trango’lukta üzerime yoktu… Daha küçük yaşlarda bir ergen olmama rağmen hayat üzerime doğru bile gelmiyor, benden fellik fellik kaçıyordu. Belki üzerime gelse bir güzel döğüşeceğiz; ama üzerime üzerime dahi gelmeyen bir hayatım vardı.
   Hayat benim üzerime gelmiyordu. Hayat; Kaan’ların, Buğra’ların, Melih’lerin üzerine geliyordu. Böylece Kaan’lar depresyona girebiliyor, insanlar onların çevresinden ayrılmıyor; ilginin, sevginin, ‘’oh, yoo, sadece başım ağrıyor Zeynepçiğim’’ diyerek Zeynep’lerin gönlünü çalabiliyordu bu şekilliler ordusu… Sorun buydu işte. Kendisi için özel olduğum birisi yoktu şu hayatta. İhtiyacım olan tek şey ilgiydi, sevgiydi… Sosyal Medya diye hitap edilen yerlerde taraflı tarafsız herkesin bu sözcüğü kullanan insana karşı yaklaşımı değişiyor, onu seviyordu. Evet dostlarım, doğru bildiniz. Bana lazım olan şey ‘’ego tatminiydi’’.
   ‘’Bir sevgilim olsundu, hiç sahip olmadığım keskin zekâm hakkında sağda solda atıp tutsundu.  Vücudumun neresinde dahi bulunduğunu bilmediğim adonislerimden bahsetsindi. Kapkara gözlerim hakkında millete ‘hüzünlenince yeşile çalıyor ama romantikleşince mavileşiyor, düşünceli olduğu zamanlardaysa elalaşıyor’ diye bahsetsindi. Okuduğum tek yazar Umut Sarıkaya olmasına rağmen sağda solda edebiyat bilgim hakkında ‘en sevdiği yazarlar; George Orwell, Stendhal, Albert Camus, Sartre ve Yusuf Atılgan’ desindi. Sinema bilgisi sadece Recep İvedik üçlemesi üzerine kurulu bir insan olmama rağmen insanlara sinema zevkim hakkında ‘İngmar Bergman sinemasının en iyi ürünlerinden biri olan Det Sjunde İnseglet üzerine tezler hazırlamakta, arkadaşlarıyla toplanıp kritiklerini yapmakta’ desindi’’ diye düşünmüştüm, İstiklâl’e giden halk otobüsünün içinde. İçimde iflah olmaz bir ‘’hemen sevgili bul’’ hormonu yeşermiş, adeta tüm benliğimi sarmıştı. Büyük bir sevgili arayışı içersindeydim. Nereye gideyim, kimlere başvurayım, nerelere ağlayayım bilemiyordum. Beynimdeki nöronlar dahi ‘’sevgiliiğhh sevgiliiğhh’’ diye ağlıyordu resmen.
   Haftalar sonra bu uğraşımdan hiçbir sonuç çıkmayınca bende umutsuzluğa kapılmış, geç saatlere kadar sokaklarda zağar gibi sürtmeye başlamıştım. Her aşksız ve sevgisiz insan gibi benimde elimden içkiler düşmüyor, dudağımdan sigaralar eksilmiyordu. Kendime kanlı canlı bir sevgili bulamadığım her anda iyice dibe çöküyor, sigaramdan bir fırt daha çekiyordum. İşte bu sigaramdan bir fırt çekeceğim anlardan birisinde sigaram dudağımdan düşmüş ve yokuş aşşa yuvarlanmaya başlamıştı. Son sigaramdı ve yeni yakmıştım. Dengesiz dengesiz arkasından koşup sigaramı yakalamaya çalıştım. Tam sigaramı eğilip alacağım anda yerçekimi kanunu devreye giriyor, sigaramı adeta dünyanın merkezine doğru çekiyordu. Sonunda sigaramı sol ayağımla durdurabilmiştim. Sigarayı eğilip aldığımda sünger kısmında eser miktarda sakız kalıntıları, bolcana kıl, tüy ve bilumum sokak pisliğiyle karşılaşmıştım. Hava bozmaya başlamıştı. Mutsuz ve aşksız bir adamdım. Yağmur yağmaya başlayınca ‘gözyaşlarım yağmurda belli olmaz’ diyerekten hönküre hönküre ağlamaya başladım, boş sokaklarda koşarak.
   Hönküre hönküre sokaklarda koşuyordum. Başımı öne eğmiş, koşarak feryat figan ağlıyordum. İşte tam bu sırada önümdeki direği göremeyince bodoslama girdim direğe, beynimin sağ ve sol loblarının yer değiştirdiğini hissettim adeta. Bayılmadan önce gördüğüm tek şey kafası beyaz vücudu kahverengi bir güvercinin ‘’gururuk gururuk’’ diye yanıma konuşuydu…
   Nereden baksan 12 saattir boş arazide uyuyordum. Bir Allah’ın kulu gelip de uyandırmamıştı beni. Üşüyordum ve üstüm başım çamur içersinde kalmıştı. Üzerimi temizlemeye çalışırken bayılmadan önce gördüğüm kuş ‘’fata fata fata’’ diye ilerideki taşa kondu. Ağzında büyükçene bir ekmek vardı. Taştan inip kafasını ileri doğru ite ite yanıma geldi. Ekmeği ayağıma bıraktı ve ‘’gururuk gururuk’’ dedi. Etrafa bakınmaya başladı. Bu sırada ben yine ağlamaya başladım. İşte bu kuş bana gerekli olan sevgiyi verebilmişti. Bu kuş, bu güvercin beni karşılıksız seviyordu ki, bana ekmek getirmişti. İyice hönküremeye başlayınca kuş havalanıp birkaç tur attı ardından yine yanıma kondu. Gözyaşlarımı silip kuşu da yanıma alarak evimin yolunu tuttum. O artık benim kadim dostum olacaktı.
   Aradığım sevgiyi ben bu güvercinde bulmuştum dostlarım. Haftalar geçmiş ve biz her geçen gün aramızdaki dostluğu titanyumdan yapılmış kapılar gibi güçlendiriyorduk. En büyük sırlarımı güvercinime, Ercüment’ime anlatıyordum. Ercüment ismini kendiside benimsemişti. Ne zaman Ercüment desem omzumda bitiyordu. Biz çok iyi dost olma yolunda emin adımlarla ilerliyorduk.
    Yediğimiz içtiğimiz birdi. Zaten Ercüment’in öyle büyük istekleri de olmuyordu. 1 kilo pirinç koysam önüne onu da yerdi, ıslak ekmek koysam onu da yerdi. Masrafsız, on numara bir kişilikti Ercüment. Ercüment’le tanışmadan önce yaşamım Radiohead’in Exit Music isimli parçası kadar umutsuzcaydı. Şimdiyse ‘’kop kop’’ ve ‘’dıppdıss dıppdıss’’ adı altındaki bütün müzikler yaşamımı özetliyordu.
   Güvercinlerin ne kadar zeki hayvanlar oldukları anlatan bir belgesel izlerken Ercüment de bir sıkıntı sezmiştim. Ne televizyona bakıyor ne de omzuma konup kendisine ‘’mucks mucks, ercümentim benim’’ dememe izin veriyordu. Haklıydı. Kaç haftadır evden dışarı çıkmıyorduk. Hemen üzerimi giyinip Ercüment’i de yanıma alıp kendimizi dışarıya attık.
   Ercüment’in uçmayı unutmasından korkuyordum. Birkaç denemeden sonra yine uçamayınca tuttum kendisini havaya fırlattım. ‘’Kartallar yükseklerde uçar ercüüüğğ ezehehe ezehehe’’ dedim arkasından ve gazımla birlikte çanak antenlerin arasından uçmaya başladı.
   Kâh Ercüment’i izleyip uçuşuna hayran kalıyorum, kâh aramızdaki sıkı dostluğu aklıma tekrardan getirip ‘’ bundan sonra teravihleri kaçırmıycam lan’’ diyordum. Ercüment’in uçuşuna hayran kaldığım anlardan birinde bi an için Ercü’yü gözden kaçırmıştım. Birkaç melodik ıslık çalarak Ercü’ye ulaşmaya çalışıyordum. Kısık bir gururuk duymuştum. Melodik ıslığımı biraz daha uzun tutarak tekrar şansımı denedim, Ercü bir cafe’den ‘’fata fata fata’’ diye havalanıp ‘’cukss’’diye omzuma kondu. Hiç ses çıkarmadan kafasını ileri doğru itip duruyor, beni kafenin içine götürmek istiyordu. ‘’lan ercüü, kesin bana kız buldun değil mi? La şu iş bi gerçekleşsin… Hay senin daşşanı yesinler bee ercüüüüğ’’ dedim ve koşarak hayatımın aşkını bulmayı umduğum kafeye doğru gittim.
   Sonuç hüsrandı dostlarım. Kafenin içi bomboştu. İki tane tavla atan emekli memurun dışında hiçbir yaşam belirtisi yoktu. Ercü’nün beni neden buraya getirdiğini düşündüm, bir şey bulamadım. O gün kafam biraz az çalışıyordu. Tam Ercü’yle göz teması kurmak ve kendisine ‘’bugün menemen kavanozun içinde uyuyacaksın Ercü’’ bakışı atmak için omzuma bakındım ki, Ercü omzumdan havalanıp ilerdeki kafeste bulunan bir başka güvercine aşk şarkıları söylüyor, kanatlarını sonuna kadar açıp güç gösterilerinde bulunuyor; dişi güvercini etkilemek adına bir sürü şekilli şekilli hareketler yapıyordu.
   Bir koşu emekli amcaların yanına gidip olayı anlattım. Tavlada kazanan amcanın mutluluğu adeta bana da geçmiş, sırıta sırıta olayı anlatmıştım emekli amcama. Güler yüzlü bir şekilde masadan kalktık ve kafesin kapısını açtık. Gövdesindeki lekeleriyle adeta kübist bir tabloyu andıran dişi güvercin ve Ercümentçiğim birbirlerinin üzerlerinde tepiniyor, birlikte aşk şarkıları söylüyorlardı.  Hiç vedalaşmadan ve yine ağlayarak ortamı terk ettim. Ercüment hayatının aşkını bulmuştu. Artık kendisiyle serseriler gibi sokaklarda gezemeyeceğim aklıma gelince bir kez daha hönkürmeye başladım. Uzun süredir içmediğim Viceroy marka çok ucuz ve içi talaşlarla dolu sigaradan alıp evimin yolunu tuttum.
   Bakkaldan çıkmış, hüzünlü bir şekilde evime doğru giderken sigaramı yakmaya çalışıyordum. Kibriti yeniden alevlendirmeye çalışırken yeşil gözlü, sarı saçlı, çok güzel bir kızla çarpışmak üzereyken birkaç kıvrak hareketle çarpışmayı adeta iptal ettim. Önce bakıştık. Sonra gülüştük. Ardından ‘’eğer çarpışsaydık bu boyalar hep üzerime dökülecekti’’ dedi. Sonra ağzımdaki talaş dolu viceroy’u alıp attı ‘’al muratti iç’’ dedi. Güzel bir çakmak çıkartıp sigaramı da yaktı. Güzel kızdı. Artık beni anlatan kelimeler ‘’tiriviri’’ ve ‘’trango’’  gibi kelimeler değildi. Ercüment sağolsundu.

 Görseli buradan aşırdık.
   
paylaş:

İnsan Nasıl Aptallaştırıldı


   Konudan çok uzaklaşmadan kısaca insanın mitolojik tarihine, nasıl var olduğuna bir bakalım
   Dini kitaplara göre insan Tanrının meleklerden sonraki yaratısıdır. Tanrı siyah çamura şekil vermiş sonra da içine kendi ruhundan bir parça üflemiş ve kurumaya bırakmıştır. İnsanı kıskanan iblis - bu konuda meleklerin hür iradesi olup olmadığı, insanın var oluş amacının Tanrının hür iradeli bir varlık yaratma ihtiyacı olduğu konusunda çelişkiye düşülmüşse de yeterli bilgim olmadığı için bu konuyu deşmeyeyim - kurumakta olan insanın burun deliklerinden girip çıkmış, tekme atmıştır - yine bu kaynakların güvenilirliği tartışılır,Tanrının buna izin vermesi saçmadır aslında - sonuç olarak insan içinde Tanrı ruhu olan ama İblisin de ruhunu biraz da olsa barındıran bir varlık olarak var olmuştur.
Sonra Ademin yalnız kalmasından dolayı tanrı Ademin kaburga kemiğinden Havvayı yaratmıştır.
   Tasavvuf felsefesine göre ise Tanrı 3 iyi özelliğini ve bunların tam zıttı olan 3 kötü özelliğini insana üflemiştir. İnsan tasavvuf a göre de içinde çatışmalar yaşayan bir canlı olarak var olmuştur.
   Yunan mitolojisine göre ise insan Prometheus tarafından Tanrılardan öç almak için yaratılmıştır. Daha sonra Zeus insanı dizginlemek için insana benzeyen bir varlık yapmış sonra da Hermese bu varlığın içine kurnazlığı ve kindarlığı koymasını, Afrodite ise şehveti ve baştan çıkarıcılığı koymasını söylemiş ve bir kutuya koyup Prometheus un fazla zeki olmayan kardeşine yollamıştır hediye olarak. Epimetheus bu kutuyu açmıştır ve içinden ilk kadın olan Pandora çıkmıştır. Hatta Zeus şöyle der " insana öyle bir hediye vereceğim ki onlara zarar verdiğini hayatını mahvettiğini bilse de ondan vazgeçemeyecek " 
   Özet olarak çeşitli kaynaklara göre insan bu şekilde yaratılmıştır.
   Şimdi bu kaynakların doğruluğu tartışılır. Peki biraz düşünürsek insanın pek de zeki olmadığı sonucu rahatça çıkarılabilir. Peki hiç sorguladınız mı neden insan zeki olarak tasvir edilmedi? Adem neden Havvaya, Havva neden İblise kandı? Neden İblis insandan zeki gösterildi? Sen zaten böyle yaratıldın istesen de zeki olamazsın demek için, insanın bir şeyleri kabullenmesini sağlamak için olabilir mi? Çok zorlama bir mantık diye düşünebilirsiniz evet. Ama size dışarı çıkıp biraz bakınmanızı insanları dinlemenizi öneririm. Ya da çıkamayacaksanız bile biraz düşünün. İnsanın giderek aptallaşmaya başladığını göreceksiniz ve eğer beyniniz hala uyuşmadıysa neden böyle oldu diye sorgulamaya başlayacaksınız. Eğer başlamadıysanız hiç boşuna vakit kaybetmeyin. Ne yapıyorsanız onu yapmaya devam edin.
    Neden böyle oldu? Neden düşünmek yorucu bir hal aldı artık? Ne zaman düşünmekten korkar hale geldik? Ne zaman çok düşünme kafayı yersin der olduk birbirimize?
    Felsefi açıdan yaklaşmayacağım. Hem içinden çıkamayız hem de pek derinlikle bilmediğim bir konu felsefe. Ben size elimden geldiğince popüler kültürün insanı aptallaştırma öyküsünü anlatacağım.
    Hatırlamayacağınız üzere sessiz sinema döneminde yapılan filmlerin para dışında amaçları vardı. Modern Times, Gold Rush, Citizen Kane vb. sistemi eleştirmekti amaçları. Bunları yaparken de Şarloya gülüyordu insanlar. Bu filmlerden sadece gülüp çıkanlar vardı elbet ama az da olsa bazılarının aklında soru işaretleri kalıyordu. Evine gidince düşünmeye başlıyordu.
   Yıl 1975. Steven Spielberg un filmi Jaws vizyona girdi. Özel efekler havada uçuşuyor insanlar çok aşina olmadıkları bu " sanat " karşısında büyüleniyorlardı. Ama Jawsın bir özelliği daha vardı. Hiçbir şey anlatmıyordu film. Anlatmıyordudan ziyade düşündürmüyordu. Bomboş ama eğlenceyle geçen iki saat...
   Ve 8 milyon dolara mal olan film 260 milyon dolar gibi devasa bir kazanç ve şöhret getirmişti. Steven Spielberg insanın zayıf karnını, açığını bulmuştu. Beyne değil sadece göze hitap eden bir sinemacılık doğuyordu. Jawsı E.T ler, İndiana Joneslar takip etti. İnsanlar bu kolay eğlenceye tapmaya başladılar. Kolay ve eğlencelinin yanında zor ama düşündüren filmlerin tutunma şansı kalmadı. İnsan yasak elmanın tadına bakmıştı bir kere. Ve böylece popüler kültürün can damarı popüler sinema, aydınlık maskeli karanlık doğdu. Bu noktadan sonra yapılan tüm filmlerde de düşünen karakterler gereksiz ve can sıkıcı olarak gösterildi. Genellikle hippi ve kafası uçmuş komplo teorisi üretip duran karakterler olarak gözümüze sokuldu ve başlarına hep kötü şeyler geldi. Ben hatırlamıyorum ki bu tip karakterlerden biri bile mutlu sona ulaşsın. Hepsi dışlandı veya öldürüldü. Bunları ağzı açık beyni kapalı halde izleyen gençlerin de bilinçaltına düşünürseniz sonu bu olur mesajı işlendi. Sonuç ise ortada. Düşünenlerin nerd, freak olarak dışlandığı, aklını hiç kullanmayan futbol takımı kaptanının en popüler çocuk olduğu bir genç nesil...
   Aynı dönemde müzik de Jazz ve Bluesdan Rocka, Hard Rocka kaydı. Pink Floyd, Led Zeppelin, Deep Purple gibi gruplar Blues ritimlerini ve akorlarını değiştirerek yeni bir akım oluşturdular. Şarkıları bir şeyler anlatma derdindeydi. Her ne kadar hiçbir şey anlatmayan, sadece göze hitap eden Alice Cooperlar, Venomlar piyasada olsa da o dönemin zihinleri hala kullanılabilir gençleri bu grupların peşlerini bırakmadı. Ta ki düşünmekten yorulana kadar. Artık müzikal değer, anlamdan çok daha önemliydi. Çünkü bir yandan esrar içip bir yandan da sözlere kafa yoramazlardı. Ve müzik artık göze değil kulağa hitap ediyordu...
   Düşünen insanın neler yapabileceğini bilenler gençleri zehirlemeye karar verdi. Ve hala da kullanılan Sex,Drugs and Rock'n Roll furyası başlatıldı. Sinemayla zaten beyni tembelleştirilmiş genç nesil bu mottoyla bataklığın içine çekildi.
Sex beyni durduran yegane olgu, artık gençler için vazgeçilmez halini alan bir uyuşturucuya dönüştü. Uyuşturucu, azıcık da olsa kalan beyin kırıntılarını sildi süpürdü. Rock'n Roll da günah keçisi...
   Kurulan düzen hala işliyor. Yıl 2013;
   Sinema : American Pastası ve türkiye versiyonu Çılgın Dershane
   Müzik : Justin bieber, Nicki Minaj ve benzeri tekno ve pop şarkıları
   Ama neyse ki internetin icadı ile globalleşen dünya kurtarılmak isteyen,potansiyeli olan hala çürümemiş taze yerleri kalan beyinleri aydınlığa çıkarabiliyor. Her ne kadar sosyal medya denen popüler kültürün yeni kolu sinemanın, müziğin yaptığını 5 kat hızlı da yapsa hala umut var.
   Sinema : Bağımsız sinemanın yükselişi ile popüler, akılsız sinemaya karşı durulabiliyor
   Müzik : Hala Anathema, Tool gibi bir şeyler anlatmaya çalışan gruplar var
   Hala umut var. Düşünmek için. Sadece birazcık akıl. İnsan düştüğü bu bataklıktan ancak akıl yardımıyla kurtulabilir. Düşünmeye hep vakit var. 
   Sizden ricam kafeslerinizden çıkın. Dışarı çıktığınızda elinizdeki teknolojik aygıtlara bakmak yerine gökyüzüne bir bakın. Arkadaşlarınızla yüzyüze, gözlerinin içine baka baka konuşun. Havadan sudan konuşun, saçma da olsa bir şeyler anlatın. Analtılmış hikayeleri, yapılmış televizyon programlarını konuşmayın. Bir gözünüz telefonunuzda bir gözünüz arkadaşınızda olmasın. Geceleri en azından balkona çıkıp yıldızlara bakmaya çalışın. Evrenin ne kadar büyük, insanın ne kadar küçük olduğunu anlamaya çalışın. Yalvarıyorum size, kalkın artık. Bilmediğiniz sokaklarda korkusuzca yürüyün. Keşfedin. Korkarak yaşamaktansa cesurca ölün. Emin olun bu yaşamak değil. Yaşamak bunlardan çok daha falzası.
    Nasıl değil, neden diye sorun kendinize.

   Korkmayın. Kendinize yapılmasını istemediğiniz şeyi başkasına yapmayın, sizden başkasına yapılmasına da izin vermeyin, karşı çıkın. Savaşın. Çürüyoruz. Yaşam kafesi içinde ölüyoruz.
   Gökyüzüne bakın. Dünyanın döndüğünü görün. Hayatın geçtiğini anlayın.
paylaş: