küçüktük büyüdük vol. 2

Bir süre önce Küçüktük Büyüdük adlı paylaşımımızda zamanın su gibi aktığından bahsettik, öyle, durduramıyoruz. O yayınımıza benzer bir çalışmayı bu kez Irina Werning adlı potoğrafçı gerçekleştirmiş. Yenir yutulur gibi değil, insan yedisinde neyse yetmişinde de o olabiliyor ya da konsept bu şekilde. İyi eğlenceler! (üzerine tıklayınca büyüyorlar)


































paylaş:

gösterime giren filmler | 1 haziran


Prometheus

Yönetmen: Ridley Scott
Senaryo: Jon Spaihts, Damon Lindelof
Oyuncular: Noomi Rapace, Logan Marshall-Green, Michael Fassbender
Yapım: 2012 / ABD / 124 dk.

Prenses ve Avcı (Snow White and the Huntsman)
 
Yönetmen: Rupert Sanders
Senaryo: Evan Daugherty, John Lee Hancock, Hossein Amini
Oyuncular: Kristen Stewart, Chris Hemsworth, Charlize Theron
Yapım: 2012 / ABD / 127 dk.

Arıza Aşk (Bellflower)
 
Yönetmen: Evan Glodell
Senaryo: Evan Glodell
Oyuncular: Evan Glodell, Tyler Dawson, Jessie Wiseman
Yapım: 2011 / ABD / 106 dk.

Aramızda Bebek Var (Un heureux événement)
 
Yönetmen: Rémi Bezançon
Senaryo: Eliette Abecassis (roman), Rémi Bezançon, Vanessa Portal
Oyunculuk: Louise Bourgoin, Pio Marmaï, Josiane Balasko
Yapım: 2011 / Fra-Bel. / 107 dk.
paylaş:

çöp kutusunun etrafında şekillenen hayatlar: the galoş



Beden dersine girmeden önce biz erkekler sınıfta kıyafetlerimizi giyiyorduk. Çoğumuzda spor ayakkabı yoktu. Hocamız bize parmak arası terlik giyebileceğimizi söylemişti. Ama biz bu iğrençliğe karşı çıkıp eşofmanın altına burnu sivri havaya kalkan kundura ya da köşeli kundura giyme teklifinde bulunmuştuk. Hocamız da kabul etmişti.''La oğlum kapıyı açıp açıp durma, biri görcek rezil olcaz.'' demişti Mümtaz. ''Olum bişi olmaz giy hadi de çıkak'' demişti Tahsin. Ben ve Fırat kıyafetlerimizi giymiş onları bekliyorduk. Herkes kıyafetlerini giyince koşarak solana yol almıştık. Hocalar koridorlarda koştuğumuz için bize tebeşir atıyor ama biz kıvrak hareketlerle tebeşirlerden kurtuluyorduk. Asena'ya taş çıkarıyorduk. Toplam 6 sınıf 300 öğrenici hocaların gelmesini bekliyorduk. Bu bekleme seansı çok özeldi çünkü salon ter kokmuyordu. ''Sağa dön, sola dön, ikili sıra ol bir de oryantal yapın. Tamam serbestsiniz'' demişti beden hocamız. Bizim grup dışarıda toplanmış devlet sorunlarını tartışıyor, bu konudan sıkılıp Aleks'in iyi bir topçu olduğunu ama koşmadığı fikrinde buluşup, Ancelina Coli'nin dudakları ile de muhabbetimizi sonlandırıyorduk. Biz 4 erkeğin yanında bir de Oya vardı. Oya her okulda bulunan, kızlarla takılmayı sevmeyen, futbol muhabbeti yapan, makyajın ne olduğunu sorduğumuzda bir futbolcu olduğunu söyleyen bir kızdı. Bu kızlar genelde çirkin olurdu ama Oya'nın süpersonik bir suratı ve fiziği vardı. Beyaz tenli, orijinal sarışın olması ve yeşil gözlü olması onun Viktoryia Sıkrıt kızı olmak için yapılan VS sınavlarına girmeden kazanacağının kanıtıydı. Herkes ondan hoşlanıyordu. Bende ona karşı minicik bir duygu besliyordum. Hatta bu minicik duygu osuruk bile olabilirdi.
  5 imizin hayatı bu noktadan sonra değişmişti. Daha doğrusu Oya'nın doğum gününden sonra değişmişti. Doğum gününe biz 4 erkeği çağırmıştı sadece. Oya zengin bir kızdı. Hediye konusunda yaratıcı olamamıştık. Daha doğrusu paramız yetmemişti. Fırat çorap almış, Tahsin ve Mümtaz ise diş macunu ve fırçası almıştı. Ben ise 0.5 uç almıştım. Sınıfta istediğinde kimseden bulamıyordu, gerekli bir hediyeydi yani.
  Pastayı yedikten sonra Oya bizi garaja götürmüştü. Basgitar, Elektrogitar, Bateri ve Piyanonun olduğu bir garajdı bu. ''Hadi biraz müzik yapalım'' dediydi Oya. Hepimiz bir enstrümana oturmuş bir şeyler çalmayı deniyorduk. Oya, bu enstrümanların nasıl çalındığını bize öğretebileceğini söylemiş bizde hemen kabul etmiştik. Hızlandırılmış dersler alarak aletleri nasıl çalacağımızı 1 günde öğrenmiştik. Dersi derste dinleyip bir gün de öğrenmiştik her şeyi. O gün Oya'nın evinde yine müzik yapıyorduk. Aletleri nasıl çalacağımızı bildiğimiz için Oya şarkı söyleme kısmına geçelim demişti. Vega'dan Hafif Müzik parçasını söylüyor bizde çalıyorduk. Ertesi gün okulda 5 imiz sınıfın içindeki çöp kutusunun etrafında kalemlerimizi açarken Oya şarkı söyleyelim diye ısrar etmişti. Bizde okul çıkışı Oya'lara gidip yine Vega'dan Hafif Müzik'i çalmıştık. Bu sefer hatalar daha az, ses ise daha güzel çıkıyordu.
  ''Oğlum oğlum…Oğlummm, oğlum kalk dışarıda birileri seni soruyo hadi'' demişti anam. Ağzımın etrafındaki salya izlerini silmeye çalışırken kapıda bizimkileri görmüştüm. Hepsinin ağzı kulaklarına girmiş bir şekilde bana sırıtıyordu. ''Olum Oya bizim şarkının videosunu çekmiş internete koymuş. 1 milyon insan layklamış. Ünlü olduk olum ünlü'' demişti Tahsin. Kapıyı suratlarına kapatıp yatağıma yatmaya gitmiştim. Jeton sonradan düşmüştü. Hemen kapıyı açıp ''Olum bak git. Doğru mu bu Oya'' demiştim. Oya göz kırparak onaylamıştı. ''Bekleyin burada üstümü giyip dışarıda bunu kutlayalım'' demiştim. Kutlama biraz gecikmişti. Annem ekmek almak için beni BİM'e gönderirken karşı komşu ve 1. kattaki Murtaza abi içinde farklı dükkânlara gitmek zorundaydım. Apartmandan çıkarken mahallemizin bakkalı Erdal abi BİM'den iki ekmek almamı istemişti.''Erdal abi sen zaten ekmek satmıyon mu, uğraştırma beni yav''demiştim. ''Olum ben 750 bine satıyorum BİM 400 bine. Orası daha ucuz. Hadi git de gel. Paranın üstüde senin olur hem çakal'' demişti Erdal abi. İki ekmek için bana 850 bin vermişti. İçimden Erdal abiye sövmüştüm.
  Eve geldiğimde bizimkilerle dışarıda kutlama yapmıştık. Kutlama dediğimde milletin ziline basıp kaçmak ve adam başı iki meybuzdu. ''Eee şimdi bizden imza falan mı alcak insanlar? '' demişti Tahsin. ''Hayır. O seviyeye gelebilmemiz için televizyona çıkmak gerek'' demişti Fırat. Ertesi gün beklenen olmuştu. Saba Tümer'in programından teklif almıştık. Programa çıkıp çıkmayacağımızı okul çıkışı sınıftaki çöp kutusunun etrafından tartışmıştık. Bizimkiler çok istekliydi. Ama ben o programı hiç sevmediğim için gelemeyeceğimi söyledim. Önce itiraz ettiler sonra daha az yol parası ödeyecekleri için hemen kabul ettiler. Namızsızlar.
  O ün okula gitmeyip hayatımda ilk kez Saba Tümer'in programını izlemiştim. Bizim şarkımız çaldığında bizimkiler tek tek masanın etrafına gelmişti. Saba Tümer benim nerede olduğumu sorduğunda ise bizimkiler Basurlu kabız olduğumu söylemişlerdi. Yeni bir hastalık üretmişlerdi heyecandan. O an karnım ağrımaya başlamıştı işte... Saba Tümer'in programı tüm yılışıklığıyla devam ediyordu. Çok güzel çaldığımızı ve çok başarılı olacağımızı söylemişti. Son anlara doğru grubun ismini sormuş, bizimkiler birbirlerinin suratlarına bakmaya başlamıştı. İçimden defalarca ''Galoş'' lafını geçirmiştim. Oya sonunda bir şeyler söylemişti. ''Galoş''... Sevinçten kanepenin üzerinde takla attığımda annem mutfaktan kafama doğru falsolu bir şekilde terlik atmış, beni kafamdan vurmuştu. Programdan sonra toplantı için yine sınıftaki çöp kutusunun etrafında buluşmuştuk. ''Bence daha dikkat çekici bir şarkı söyleyip, Okan'ın programına konuk olmalıyız'' demişti Oya. ''Şebnem Ferah'' demiştim ben de. Herkes yutkunmuş, sesi kısık bir şekilde ''Saçmalama'' demişti. Ben Oya'ya baktım Oya bana. Ben O'na baktım o bana. Ben ona yine bakarken gözünün hemen altında bir kirpik vardı. Aldım onu alt mı üst mü diye sordum. Dilek tuttu ve üst dedi. Üst çıktı. Biz 4 erkek hep bir ağızdan ''ne tuttunn'' diye bağırdık o ise ''Hadi müzik yapalım demişti. Tam kutunun oradan ayrılırken Tahsin ''beni bırakın burda, ucum kırıldı yine, bensiz dönün sıralarımıza'' demiş bizi iyice duygulandırmıştı.
   Şebnem Ferah'ın Hoşçakal şarkısını cover'lıyorduk. Bizim için çok zordu. Ama sonunda başarmış, videoyu internete koymuştuk. Büyük gün gelmişti. Okan Bayülgen Şebnem Ferah'ın da konuk olduğu programa bizi çağırmıştı. Oya ve ben soğukkanlılığımızla bilinen insanlarken, Okan'ın teklifi sonrası önce kolbastı oynamış sonra Harran Ovasından figürler sergileyip bir de Ege yöresinden oynamıştık... Yine sınıftaki çöp kutusunun etrafında toplanmış, programa nasıl gideceğimizi düşünüyorduk. Oya'nın babası bizi bırakabileceğini söylemişti ama biz kabul etmemiştik. Büyük gün gelmişti. Metrobüs durağında metrobüs beklerken aramızda oluşan aile bağı bizi birbirimize iyice bağlamıştı. Metrobüs sonunda gelmişti. Çok şaşkındık. Metrobüs bomboştu. ''Olum boş metrobüse binilmez, gelin inelim. Koltuk altı kokusu bile yok olum burda'' demişti Tahsin. ''La gelin şuraya belki bizim için özel tutulmuştur bu metrobüs'' derken neden boş olduğunu anlamıştım. Vatan Şaşmaz ön taraflarda oturuyor, millete sırıtıyordu... Okan Bayülgen'in programına vardığımızda saat henüz 10 du. Sabah 10. Geç kalmamak için çokça erken gelmiştik. Zaman geçmiş program başlamıştı. Şebnem Ferah tüm güzelliği ile oradaydı. Hepimiz kıyafetlerimizi giymiş, şarkımızı söylemeyi bekliyorduk. Oya bir kaç dakika sonra gelmişti. Muhteşem bir elbise ile inanılmaz derecede çekici görünüyordu. Sanırsam içimdeki o minicik duygu kocaman bir ergen olmuştu... Reyhan bize zaten playbek söyleyeceğimizi bu yüzden heyecanlanmamız gerektiğini söylemişti. Önce şaşırmış sonra da karşı çıkmıştık.''Hayırr biz canlı söylicez kadınn!'' dediğimizde ise bize kızmıştı. Reklama gidildiğinde Okan ile konuşmuş, o da bunun mümkün olmadığını söylemişti. Tek çare olarak Şebnem'in yanına gitmiş saatlerce yalvarıp bacaklarına sarılmıştık ama işe yaramamıştı. Son olarak ''The Galoş''un imzalı fotoğrafını verdiğimizde ise Okan ile konuşmaya gitmişti.
   Ve sıra bize gelmişti.
   Hııhımm...Mmmııhh..Hıhıhhımm..Seniiii ararken kendimiiiiii kayyyybetmekten yoruldum...
   Oya harika söylemiş, biz harika çalmış, herkes bize hayran kalmıştı. Okan Bayülgen ilk kez bir şarkıyı bu kadar beğendiğini söylemesi yetmezmiş gibi Şebnem Ferah'da düet teklifinde bulunmuştu. Çok şaşkındık. O gün bütün Türkiye bizden konuşuyordu. Cuma günüydü. Twitter'da çok fazla konuşuluyorduk. Ekşi sözlükte ise gelmiş geçmiş en çok entry girilen konu olmuştuk bir anda. ''Yaaa siz nasıll bişisiniz böyleee yaaa ? Hiiiiihh. Aaaaa. Reyahn, çok fena değil mi bunlar ya ? '' demişti. Okan Bayülgen. ''Sizin adınız ne peki diye de eklemişti. ''Galoş'' demiştik. ''Taaamammmm. Taaammaamm. Kesin alkışlamayı... Albümünüzün bütün masrafları benden demişti bir de Okan'cığım.
   1 hafta sonra albümü yapmıştık. Şarkıların hepsi cover'dı. Albüm yurt dışına da yayılmıştı. Türkiye'de bir numaraydık. 1 ay sonra Jastin Bibır'ın yerine bizim şarkılarımız youtube de 55 milyon layklanmıştı. Avrupa'da turnelere başlamıştık. Her ünlü insan gibi bizde bağımlı olmuştuk. Biz sigaraya, uyuşturucuya, alkole bağımlı değildik. Jelibon'a bağımlı olmuştuk. Bütün paramızı jelibona yatırıyor, tüm ülkelerde bize ait jelibon fabrikaları kuruyorduk. Hatta yaptığımız 5. albümün adı da jelibon olmuştu. Paramız azalıyor, aramızdaki arkadaşlık sönüp gidiyordu... Irak'ta yaptığımız bir konserde ise ben arkadaşlarımı kaybetmiştim. Irak'ta kimse beni tanımıyordu. Bu yüzden Türkiye'ye dönmem 1 ayımı almıştı. Döndüğümde ise eskisi kadar ünlü değildim. Piyasa Demet Akalın'a, Serdar Ortaç'a, Halil Sezai'ye kalmıştı. Türkiye'ye geldikten 3 hafta sonra arkadaşlarımı aramış ama bir türlü bulamamıştım. Fakirleşiyordum iyice. Sonunda ana ocağına dönmüştüm. 2 ay sonra arkadaşlarımı bulmaya yine devam ediyordum. Sonunda bu işten umudumu kesmiştim...
   Eski okulumun önünden geçerken sınıfıma, çöp kutusunun oraya gitmiştim. Koridorda Oya'nın berrak sesi yankılanıyordu. Fırat'ın ağlamaklı sesi, Mümtaz'ın ortama yaydığı koku ve Tahsin' nin suskunluğunu hissedebiliyordum. Koşarak yanlarına gitmiştim. Jelibon çekiyorlardı yine namızsızlar. Arkadaşlarımı çöp kutusunun orada bulmak benim için çok güzel bir şeydi. Önce sarıldık, sonra da ağlaştık. Geçen yıllar hakkında konuşmuştuk. Sonra arayı açmamak dileğiyle birbirimizden ayrılmıştık... Ben ise çöp kutusunun içindekileri konteynıra boşalttıktan sonra çöp kutumuza sarılıp onun içine galoş koymuştum. O gün onun içinde uyumuştum.

-titiemre
Diğer yazıları için tıklayın.
Görsel: Umut Sarıkaya

(siz de yazı/fikir/görsel/liste/deneme göndermek istiyorsanız iletişim bölümüne uğrayınız)
paylaş:

2012: ocak-mayıs analizi


Normalde sene sonunda topluca bir yazı yazarım ama hem boşluk hem de 2012 in daha ilk yarısında çıkan olağanüstü albümler bizi bu yazıya yöneltti efendim. Şahsi zevklerime göre (her zamanki gibi, altını çizerek) 2012 nin Mayısa kadar olan ilk yarısında çıkan dikkat çekici işler:

Lion's Roar - First Aid Kit (Wichita)



İsveçli folk ikilisi hep işaret ettikleri Amerikan folk/country kültüründen aldıkları ilhamı Avrupai bir dokunuşla harmanlayınca sonuç inanılmaz olmuş. Geçmişe saygıyı esirgemeden progresif olabilmek belkide en zor şey günümüzün müziğinde, ve folk (zaman zaman country) gibi belli dönemlere atfedilen bir müzik türüne teknoloji çağında modern bir yorum katabilmek oldukça etkileyici. Country müzikte artık unutulmaya yüz tutmuş karanlık temaları işleyen Lion's Roar zengin enstrüman aranjmanları ile de dikkat çekiyor. Avrupai kökleri de albümün her köşesindeki müzikal detaylarda bulmak mümkün..

Young & Old - Tennis (Fat Possum)



Soğuk Şubat günlerinde piyasaya çıkmasına rağmen Young & Old deyim yerindeyse "easy listening/feel good" tadında, tam bir yaz albümü. Reggae ye yaptığı ince dokunuşlar ve 'reverb' e bulanmış pop 'sound' uyla zaman zaman 2011 de çıkış yapan Cults'u da andırıyor Tennis 2. albümünde. Şahsen ilk dinleyişten itibaren samimiyetine bayıldığım bu albümü ben güneşli yaz günleri için dolapta tutuyordum bir süredir, şimdi tam zamanıdır, önümüzdeki bir kaç ayın soundtrack i olmaya aday, eğlenceli bir albüm.


Silent Hour/Golden Mile - Daniel Rossen (Warp)



Şanlı Grizzly Bear'imizin üyesi, kendine has tarzıyla günümüzün önde gelen gitaristlerinden Daniel Rossen, Grizzly Bear in 2012 sonunda beklenen yeni albümünden önce ilk solo çalışması olan Silent Hour/Golden Mile ı çıkardı. 5 şarkıdan oluşan EP bu haliyle bile 2012 in en kaliteli müzikal çalışmalarından biri olmaya aday. Bu EP nin internet üzerinde çeşitli sitelerde karşılaşabileceğiniz analizleri (ki genelde aldığı yorumların çoğu övgülerle dolu) hep Rossen'i bir nevi 70 lerin pop müziğini canlandırmaya çalışan modern bir George Harrison olarak etiketlemeye çalışıyor. George Harrison etkileşimi -özellikle 'Silent Hour' da- çok açık olsada, Rossen i ve müziğini başka şeylere benzetmeye çalışmak iyi anlamda olsa bile haksızlık olur. Bu EP yi ilk dinleyşinizden itibaren anlayacaksınız, jenerasyonumuzun en etkili şarkı yazarlarından biriyle karşı karşıya olduğunuzu. Adeta nefes alan, acelesi olmadan örülen bir birine giren ama bütünlüğü sağlayan armoniler, yalın zaman zaman abstrakt ama yürek burkan bir söz yazımı, ve duyduğunuz anda bu Daniel Rossen diyebileceğiniz bir gitar tekniği.. Her anı kulaklar için bir şölen, özellikle şarkıları cilalayan sonik detayları takip etmekten hoşlanıyorsanız.. Çıktığı gün dinleyebildiğim için kendimi şanslı hissettiğim, yaşasın 2012 dedirten bir albüm. Sağol var ol Daniel Rossen, yarattığın için, gerçek anlamda.


Break It Yourself - Andrew Bird (Bella Union)



Andrew Bird hayran bırakmaya devam ediyor. Break It Yourself yavaşça gelişen hikayeleri, geniş bir sonik kadraja yayılan atmosferi ve içgüdüsel bir şekilde şekillenen temaları ile minimalizm le 'ambient' suların kıyılarında geziniyor. Bu yönden punk'ın içgüdüsel, primitif yaklaşımını folk paletinde yorumlayan Yann Tiersen'in 2010 çıkışlı Dust Lane ini de hatırlatıyor. 1 saati aşkın süresiyle modern müzikte uzun soluklu sayılabilecek bir yapıya sahip olan Break It Yourself, Bird ün acelesi olmadığını gösteriyor. Her yönüyle Amerikan müziğinde folklör-ozan sinerjisini en etkili şekilde 2000 li yıllara taşıyan sanatçı rolünü daha da pekiştiriyor Andrew Bird. 2009 un Noble Beast'ine göre kesinilkle daha minimal, sade kurallar temel alınıyor. Sözler le doğru orantılı olarak bahsettiği sahneleri enstrümanlarla neredeyse teatral bir ruhla canlandırması, belkide Anrew Bird ün klasik eğitimine karşı bir saygı duruşu yorumunu da yapabiliriz. Belli şarkılarda Bird ün daha önceki albümlerine nazaran, Güney ABD nin müzik kültürüyle daha detaylı bir ilişki görmek de mümkün.



Blunderbuss - Jack White (Third Man / Columbia)




Blunderbuss, son 20 yılda gerçek rock müziği ayakta tutan sayılı isimlerden Jack White'ın kariyeri boyunca parçası olduğu projelerden tatlar sunmasının yanında, sanatçının daha önce hiç görmediğimiz yanlarınıda paylaşıyor. White'ın alışılmış kan ağlayan gitarlarının yanında, blues (ama old-school blues) öğelerinin belli şarkılarda neredeyse takıntılı (iyi anlamda) bir şekilde takip edilmesine White'ın hafiften retro prodüksiyon seçimleri eklenince ortaya enteresan sonuçlar çıkıyor. Aynı zamanda burda Jack White'ı orkestrasyonu ve aranjmanları yönetirken görmekte ayrı bir zevk: kendi yarattığı nostaljik müzikal dünyada daha önce hiç olmadığı kadar ayrıntılara dikkat eder ve kişisel buluyoruz White ı. Nashville, Tennessee de kaydedilen albüm bölgenin müzikal kültürü, Chet Atkins, Johnny Cash gibi figürlerin meşalesini bir nevi taşıma görevini üstlenirken, modern zamanlarda da bu kültürü geleceğe taşıyacak bir köprü olarak da duruyor. Ama günün sonunda bu albümü açıklayacak tek şey: kelimenin tam anlamıyla, rock'n roll.



Dr. Dee - Damon Albarn (Parlophone)



Blur, Gorillaz, The Good, The Bad & The Queen. Britpop, trip-hop, dünya müziği, rock müzik, elektronik müzik. Müziğe bu kadar farklı kollardan inanılmaz sayıda değerli eser bırakmış Damon Albarn, 2011'de sahnelenen, Ulusal İngiltere Opera'sı tarafından komisyonu yapılan Dr. Dee ile klasik müziğe de adım attı. Yaklaşık bir sene sonra ise Dr. Dee Operası'nın soundtracki, yani ana aria ların daha sade stüdyo kayıtlarının bulunduğu bu albüm çıktı. Özellikle Henry Purcell ve Handel in romantizminin izlerinin de görüldüğü klasik müziğin yanında, İngiliz-folk türünün kaliteli bir örneği Dr. Dee. Damon Albarn'ın 'Apple Carts' da etkileyici bir şekilde enstrümentasyon a dahil ettiği ney gibi, bazı parçalarda doğu elementlerinin cesur kullanımıda ('The Moon Exalted' daki kanun) Albarn'ın geniş müzikal yelpazesini ustaca kullandığını gösteriyor. Opera şan sanatçılarının yanında Albarn ın sigaradan pürüzlü bas sesini duymakta hoş. 'Saturn' gibi bazı parçalarda Albarn'ın klasik müziğin sınırlarınıda progresif bir yaklaşımla sorgulaması gerçekten gerçek yaratıcılığı takdir eden müzik severleri heyecanlandıracak türden bir hareket. Damon Albarn, Dr. Dee ile müzik dünyasına artık kalıcı izini bırmıştır diyebilirz. 2012 nin Mart'ında çıkan bir başka albümde ise Albarn'ın iki diğer efsane, Tonny Allen ve Flea ile birlikte Rocket Juice & the Moon adı altında kaydettiği albüm yayınlandı. Adam durmuyor.




In The Belly Of A Brazen Bull - The Cribs (Wichita)



Wakefield'lı kardeşlerin senelerdir varmaları beklenen noktaydı bu. Potansiyelleri altın da ezilen grupları çok gördük - özellikle 2002-2009 arası ingiliz rock ında- ama sonunda bir grubun büyürken gelecek vaad eden statüsünden çıkıp vaad ettiği büyüklüğü yaşayıp yaşattığını görmek, işte bu eğer senelerdir takip ettiğiniz bir grupsa oldukça zevkli bir şey. İlk 2 albümü lo-fi garaj tınılarıyla geçirdi Cribs. 3. albümde prodüktörlük koltuğuna oturan Alex Kapranos Jarman kardeşlerden bir Franz Ferdinand yaratmaya çalıştı, 4. albüm Ignore the Ignorant ise bir indie şaheseriydi ancak bu albüm sürecinde tarihin en iyi rock gitaristlerinden efsanevi Johnny Marr'ın 4. eleman olarak gruba katılması yine gerçek Cribs ruhunu perdeleyen bir faktördü. Geriye baktığımızda kötü bir albüm yok, ancak In the Belly of a Brazen Bull, 3 kardeşi gerçek kimliklerini, oldukça kaliteli bir prodüksiyonla bulurken yansıtıyor. Olgunluk dönemindeki Cribs eskisi gibi sert hatta daha sert, sahaya hala ölüm-kalım mentalitesiyle çıkıp kulaklarda marş tadında yankılanan oldukça fiziksel melodiler bırakıyorlar. Ancak farklı olan, şarkı formlarındaki olgun seçimler, melodilerde takip edilen yenilikçi yollar, ve artık hiç bir Cribs şarkısının "daha önce bir yerlerden duymuştum" etkisi yaratmaması. The Cribs in şu ana kadarki en sert albümü diyebiliriz. Ve her şeyden önce bu bir punk albümü, vasat Amerikan sanatçıların tekeline düşen bir türün İngilterede canlanmasına tanık oluyoruz.

Aykut İmer

(siz de yazı/fikir/görsel/liste/deneme göndermek istiyorsanız iletişim bölümüne uğrayınız)

paylaş:

100 yıllık kamera david lynch'e verilirse | lumiere


Lumiere Kardeşlerden kalma kamera, 95 yılında 41 sinemacıya verilmiş ve film çekmeleri istenmiş. Bahsi geçen kamera yüz küsür yıllık ve sinema tarihinin ilk kamerası. Filmi çekenlere ise üç kural konmuş, 52 saniyelik makaranın dışında başka başka bir film kullanılmayacak, senkronize ses olmayacak ve sadece üç çekim hakkı.
Şimdi bu sinemacılardan biri David Lynch olunca 52 saniyelik filmini paylaşmak istedik. Bas bas “Ben Lynch filmiyim” diye bağırmıyor mu?
İyi seyirler.


paylaş:

cannes film festival 2012 ödül sahipleri



Dünyanın önde gelen film festivallerinden Cannes, 16 Mayıs’ta başlamıştı. Bu akşam (27 Mayıs) biten festivalde ödüller de sahiplerini buldu.
Kısa filmde Türkiye ödül sahibi olurken festivalin büyük ödülü Haneke’ye verildi. Michael Haneke The White Ribbon ile Palme d’Or almıştı, bu ikinci Palme d’Or’u oldu.
Kazanan isimler ise şu şekilde:

Palme d'Or
AMOUR (LOVE) Yönetmen: Michael HANEKE

Grand Prix
REALITY Yönetmen: Matteo GARRONE

Camera d’Or
BEASTS OF THE SOUTHERN WILD Yönetmen: Benh ZEITLIN

En İyi Yönetmen
Carlos REYGADAS - POST TENEBRAS LUX

En İyi Senaryo
Cristian MUNGIU - DUPÃ DEALURI (BEYOND THE HILLS)

En İyi Kadın Oyuncu
Cristina FLUTUR
Film: DUPÃ DEALURI (BEYOND THE HILLS) Yönetmen: Cristian MUNGIU

Cosmina STRATAN
Film: DUPÃ DEALURI (BEYOND THE HILLS) Yönetmen: Cristian MUNGIU

En İyi Erkek Oyuncu
Mads MIKKELSEN in JAGTEN (THE HUNT) Yönetmen: Thomas VINTERBERG

Juri Özel Ödülü
THE ANGELS' SHARE Yönetmen: Ken LOACH

Palme d'Or - Kısa Film
SESSIZ-BE DENG (SILENT) Yönetmen: L.Rezan YEŞİLBAŞ
paylaş:

valtari | sigur rós



“I love Sigur Rós but occasionally they do sound like two cats fucking beside a very encouraging orchestra” yazan tweeti retweet yapan ve bu hareketiyle aslında yaptığı işte kendilerine ne kadar güvendiğini gösteren İzlandalı post-rock grubu Sigur Rós, uzun bir aradan sonra hayranlarına yeni bir albüm sundu.
Her albümüyle büyük ilgi toplayan grubun son albümü Valtari, kendi içlerinde birer başyapıt olarak sıfatlandırabileceğimiz albümlerinde olduğu gibi farklı bir türe kendi çizgilerinden hiç sapmadan yoğunlaşıldığının kanıtı.
Ambient müziğe yeni bir ifade katan grup, diğer albümlerinde olduğu gibi klasik ve minimal öğeleriyle atmosferin durağanlığında her tınının yedirilerek benimsetildiği bir iş ortaya çıkarmış.
Sert tonları beklemediğimiz gruptan bu kez olabildiğince ağır hareketlerle ilerleyen bir albümün gelmesi değişik yorumların yapılmasına neden olabilir. Çünkü diğer albümlerine göre ciddi anlamda “yavaş” bir albüm Valtari. Tabii bu durum albümün kalitesini çok etkiler mi, pek öyle olacağını düşünmüyoruz.
Daha önce Sigur Ros parçalarını çok dinlememiş kişiler bu albümden muhakkak uzak duracaklardır lakin grubu benimsemiş ve üzerine de ambient müzikten hoşlananlar albümü taçlandıracaklardır.
Albüm Ég Anda ile başlıyor. Fjögur Píanó ile bitene kadar da temposundan hiçbir şey kaybetmeden ilerliyor. Albümde yer alan parçaların kendi başlarına bir şeyler ifade etmesinden çok sanki tüm albüm bir bütünmüş gibi belirli bir olayı anlatıyormuşçasına ilerliyor.
Tabii yine de en beğenilen yahut “buradayım” diyen parçalar sorulacak olursa da Varúð, Dauðalogn, Varðeldur söylenebilir.
Albümde yer alan parçalar şu şekilde:

1. Ég Anda
2. Ekki Múkk
3. Varúð
4. Rembihnútur
5. Dauðalogn
6. Varðeldur
7. Valtari
8. Fjögur Píanó

Nefes almanın öneminin vurgulandığı bir klip de aşağıda:



paylaş:

gösterime giren filmler | 25 mayıs


Kan ve Aşk (In The Land of Blood and Honey)
 
Yönetmen: Angelina Jolie
Senaryo: Angelina Jolie
Oyuncular: Zana Marjanovic, Goran Kostic, Rade Serbedzija
Yapım: 2011 / ABD / 127 dk.

Moonrise Kingdom
 
Yönetmen: Wes Anderson
Senaryo: Wes Anderson, Roman Coppola
Oyuncular: Jared Gilman, Kara Hayward, Bruce Willis
2012 / ABD / 94 dk.

Siyah Giyen Adamlar 3 (Men in Black III)
 
Yönetmen: Barry Sonnenfeld
Senaryo: Etan Cohen, Lowell Cunningham, David Koepp
Oyuncular: Will Smith, Tommy Lee Jones, Josh Brolin
Yapım: 2012 / ABD / 103 dk.

Canavarlar Sofrası
 
Yönetmen: Ramin Matin
Senaryo: Kamdine Khosrowkhavar
Oyuncular: Gizem Erem, İbrahim Selim
Yapım: 2011 / Türkiye / 85 dk.

Edepsiz Kız (Dirty Girl)

Yönetmen: Abe Sylvia
Senaryo: Abe Sylvia
Oyuncular: Juno Temple, Jeremy Dozier, Milla Jovovich
Yapım: 2010 / ABD / 90 dk.

Sevimli Kedi İş Başında (Don Gato y su pandilla)

Yönetmen: Alberto Mar
Senaryo: Kevin Seccia, Timothy McKeon
Oyuncular: Rául Anaya, Jorge Arvizu, Mario Castañeda
Yapım: 2011 / Meks-Arj-BK / 90 dk.

Şeytanın Yüzü (Le moine)

Yönetmen: Dominik Moll
Senaryo: Matthew Lewis, Dominik Moll, Anne-Louise Trividic
Oyuncular: Vincent Cassel, Déborah François, Joséphine Japy
Yapım: 2011 / İspanya-Fransa / 101 dk.
paylaş:

adalar: büyük ada'nın sırrı, bölüm: 1, kısım: bölüm 1'in başlangıcı

Bağcılar-Kabataş tramvay hattına binip oradan da vapurla büyük adaya gidecektik. Pazar günüydü. Güneşli ve güzel bir hava. Sevdiğim kıza açılabilmek için süpersonik bir ortam olacaktı. Sınıfça gideceğimiz bir geziydi. Bu yüzden boş anımız hiç olmayabilirdi. Ama umutluydum. En güzel kıyafetlerimi giymek için halıyı açtım. Altında temiz iki tane çorabım vardı. Kıyafetim falan yoktu anlayacağınız. Çaresizdim. Hem parasız hem de kıyafetlerini halının altında saklayan biriydim. Pencereden insanlara bakıp onları kıskanmaya başlamıştım. Kıyafetleri pahalı ve markaydı. Geziye gidemeyeceğim için üzgündüm. Gözümden bir damla yaş düşmüştü. O damla, tam ayağımın altında ki karınca yuvasına düşmüştü. 1 kaç saniye sonra yuvadan çatıya uzanan bir sarmaşık ortaya çıkmıştı. Sarmaşık tavanı delemediği için duvarda ki soba borusu deliğinden yan odaya oradan da delik kapıdan çatıya ulaşmayı başarmıştı. Olanlara anlam verememiştim. ''Nereye gidiyo ulen bu sarmaşık'' diyerekten otu takip edip çatıya çıkmıştım. Sarmaşığın tepesinde 1.60 boyunda, lise üniforması giymiş genç bir nene vardı. Sarmaşıktan uçarak yanıma inmişti. Şaşkındım. Elinde bir çubuk vardı. Çubuğun üstünde de bir yıldız. ''Bana 70 lik rakı, beyaz peynir ve iki paket sigara bulursan seni büyük adaya en güzel kıyafetlerle gönderirim'' dedi. Şaşkındım. Benim büyük adaya gideceğimi nereden biliyordu? Neden liseli forması giymişti? Genç kalmayı nasıl başarmıştı? Böyle pasta yapmayı nereden öğrenmişti?
Soruların cevapları önemli değildi. İstediği şeyleri almak için tekele gitmiştim. Veresiye yapamayacaktım. Ama istenilen malzemeleri almak zorundaydım. Tekel sahibi Meriç dedeye ''Meriç abi üst sokakta su borusu patlamış! Kepçeler her yeri kazıcak. Kepçe yarışları var yukarıda, koş koş yarış!'' demiştim. Meriç dede Türkiye'nin ilk Meriç'iydi. Meriç dede yaşının tam tersine çok hızlı bir şekilde dükkanı terk etmişti. Zamanım kısıtlıydı. Malzemeleri alıp fazladan da bir çikilita almıştım. Son olarak da veresiye defterinden kendime ayrılmış 4 sayfayı yırtıp evimin yolunu tutmuştum. Yaşlı teyze malzemeleri görünce sihirli değneğini kulağıma ve burnuma sokup ardından kafama vurmuştu. 2 saniye içinde kendi pisliğim ile çok şık olmuştum. Bana bir tane de içinde 50 dolar olan bir akbil vermişti. ''Oğlum sana yaptığım bu iyiliklerin değerini bil. Kızı sevdiğini söyle. Ayrıca akşam namazından önce evde ol'' dedi. ''Gece yarısından önce değil mi o ?'' dedim bende. ''Hayır. Ben Türkiye'de çalışıyorum. Avrupa da öyle. Haydi uç git buralardan.'' dedi. ''Unutma akşam namazından önce burda ol ol ol ol lol lol...'' diye de ekledi.
Okulda buluşacaktık sınıf olarak. Okula varmadan önce ona nasıl açılacağımı hayal ediyordum. Yolda onu görmüştüm. Ne kadar şık olduğumu söyleyince popom kalkmıştı. Havalara girmiştim. Okula varana kadar çok güzel bir şekilde muhabbet etmiştik. Okula vardığımız da çoğu kişi gelmiş ve 15 dakika sonra yola çıkmıştık. Tramvayda yanına oturmayı planlıyordum. Ama olaylar istediğim gibi şekillenmemişti. Tramvayda çok sayıda insan az sayıda oturacak yer vardı. Neyse ki boş bir yer bulmuş, yanıma gelmesini beklemiştim. Ama birden bir şey beynimi kemirmeye başlamıştı. ''Kalk oradan dan dan dan...'' Birisi beynime girmişti sanki. Etrafıma bakıp olanları anlamaya çalıştım. Bir sürü bana bakan yaşlı insan gözüyle karşılaşmıştım. O kadar çoktular ve etkili bakıyorlardı ki beynime girmeyi başarmışlardı. Sonunda oradan kalkmış, bütün yolu ayakta geçirmiştim. Tramvay yolculuğum bittikten sonra vapur maceram başlamıştı. Param vardı ama simit almamıştım. Bunun yerine vapuru didik didik edip yarısı yenmiş simitler arıyordum. Simitler taş gibiydi, simitler ıspanak rengindeydi. Martılara simit atıyor hepsinin ölümüne neden oluyordum. Simitler adeta nükleer bir silah haline gelmişti. Denize attığımda ise kısa süreli bir yeşillik etrafı kaplıyor ardından balıkların hepsi yüzeye çıkıyor daha doğrusu ölüyordu...
Sonunda büyük adaya ulaşmıştık. Her yer insanla kaynıyordu. Çoğu da turistti. Üzerimdeki şıklığın etkisinden mi bilinmez hemen insanların bol olduğu yerlere koşmuştum. Hocam arkamdan ''oğlum gel buraya yok yazarım seni'' demişti. Yerde duran bir bisikleti alıp hemen pedal çevirmeye başlamış adayı keşfetmeye çalışıyordum. 20 dakika sonra açlıktan midemde ki senfoni orkestrasını durdurmak adına bir kuyrukta beklemeye karar vermiştim. İnsanların neyi beklediğini bilmiyordum. Etrafımda bakkal falan da yoktu. Sıra elektrik faturasını ödeyenlerin beklediği sıraydı. Tekrar bisikletime binip yokuş aşağı sürmeye devam etmiştim. Bilmediğim yerlere giriyordum. İnsanlar git gide azalıyordu. 20 dakika sonra kendimi bir kumsalda bulmuştum. Bu kumsal Sörveyvır'ın çekimlerinin yapıldığı kumsaldı. Açtım, yemek bulmam gerekiyordu. ''Oyunlara katılmak istiyorum Acun Beyy '' diye çemkirmiştim. Acun yanıma gelip beni süzdükten sonra oyunlara katılmama izin vermişti. İlk oyunun ödülü tuvalet kâğıdıydı. Boşuna kazanmıştım. İkinci oyunda ise tükenmez kalem vermişlerdi. Yine boşuna kazanmıştım. Son oyunda ise bir dana vermişlerdi. Yine boşuna kazanmıştım. Danayla bir şey yapabilirdim. Onunla bir şey yapmalıydım. Dana ile göz göze gelmiştik. Benden kaçmıştı ama sonra onu yakalamıştım. Ona ne yapacağımı anlamıştı herhalde. Çok açtım...
Bisikletimle birlikte tekrar dananın üzerinde insanların olduğu yerlere dönüyorduk. Ayaklarım ağrıdığı için dananın üzerinden seyahat ediyordum. Sonunda bir bakkal bulmuştum. Karnımı iyice doyurduktan sonra bir şey yapmayı unuttuğumu fark ettim. O'na açılmayı bırak yanında bile olamamıştım 5 saattir. Hemen sınıftakileri bulmaya çalıştım ama sonuç hüsrandı. İskelenin orada beklemeye karar verdim. Buraya geleceklerdi. Yarım saat sonra sınıfça iskeledeydiler. Hocam sürekli nerede olduğumu sorup duruyordu ama zamanım azdı. Onu bulup açılmam gerekiyordu. Ama vapurun kalkış saati gelmişti. Vapurun içi tıklım tıklımdı. Sınıfça boş bir yer bulup orada pineklemeye başlamıştık. Bizimkiler yavaş yavaş martılara simit atmaya gidiyordu. Az kişi kalmıştı. ''Dolaşsak mı biraz?'' demiştim. Kafa sallamıştı. Merdivenden inmiş, oraya buraya girmiş ama bir türlü sessiz bir yer bulamamıştık. Sonunda kaptanın odasına girmiştik ama kaptanın kendisi yoktu. Vapur kendi kendine gidiyordu anlaşılan. Bunu sorun etmemiştik nedense. ''Ee naptın bugün, hiç gözükmedin?'' dedi. ''Benn şey yaptım, yarışma vardı ona katıldım'' dedim. ''Ciddi misin ''demişti. ''Hee'' diye yanıtlamıştım ben de. Uzatmaya gerek yoktu. ''Ben seni çok sev...'' TAKKK!!! Bir şeye çarpmıştık. Hemen dışarıya baktım ki önümüzde kocaman bir gemi vardı. Çarpmak üzereydik. Hemen rotayı sağa çevirmeliydim. Dümeni aradım yoktu. Onun yerine iki tuş vardı. Bir çarpma anında sağa kayma diğeri ise çarpma anında yolculara 'ölüyoruz' ikazında bulunan düğmeydi. Yanlış düğmeye bastığımda insanların bağrışmaları ve küfürleşmeleri hoşuma gitmişti. Sonra doğru düğmeye basarak vapuru çarpmaktan kurtarmıştım. O boynuma atlayıp ''Kahramanım'' diye bağırdı. Kısa bir sessizlik olmuştu. ''Bir şey söylüyordun'' diye ekledi sonra. ''Seviyorum seni'' dediğim anda akşam namazı okunmaya başlanmış kıyafetlerim kaybolmaya başlamıştı. Altımda bana ait içlik olmasa rezil olurdum. Yine rezil oluyordum gerçi.
Beni böyle görünce yavaş yavaş uzaklaşmaya başlamıştı. ''Gitme'' diye çemkirdim.'' Sana bir şiir yazdım.'' dedim. ''Söyle'' dedi.
 
   Sen ayda ki ışık
   Ben elinde ki kaşık
   Bak ne kadar olmuştum şık
   Oldum sana aşık!

Tekrar boynuma sarıldı yine tek ayak havada ''Kahramanım'' dedi. İskeleye yanaştığımız da bir an için yanımdan ayrılmıştı. Takip ettim. Korktuğum şey başıma gelmişti. Kaptana vurulmuştu. İskeleye onu beklemeye döndüm. Yanıma geldiğinde suratına gülümseyip onu denize atmıştım. Herkes şaşkın şaşkın bana bakıyordu. Ben ise beyaz içliğimle olay yerinden topuklarımı kıçıma vura vura kaçıyordum.

Emre Yıldız
Diğer yazılarını okumak için tıklayın.



(siz de yazı/fikir/görsel/liste/deneme göndermek istiyorsanız iletişim bölümüne uğrayınız)
paylaş: