metabolik ihtiyar

Yeni yıkanmış ellerimden gelen kokuyu hissediyorum.
Duvarlar ve döşemelerden sızmaya çalışan müziği duyabiliyorum, orada bir yerde salınıyor, arkalarda, şuracıkta, yanımızda ya da avucumuzda, farkında bile değiliz. Elimde bir bardak içki, buzlar tüm içtenliği ve pişmanlıklarıyla eriyor, içkime karışıyor, rengi hiç olmadığı kadar saflaşıyor, koyulaşıyor buzlar ve durup dinliyorum.
Karşımda duran birileri var, adları, yaşları, ayakkabı numarası ya da sosyal sağlık sigortası numarası gibi kişisel bilgilerini bilmiyorum, cinsel hayatlarına dair bir fikir bile üretemiyorum. İçkilerini yavaş yavaş yudumlayıp etrafı izliyorlar.
Bardayım, kıçımdan küçük taburenin üzerinde rahatlamaya çalıştıkça daha çok terliyorum, sıkıntım bir o kadar artıyor.
Gençlik ne güzel şeydir öyle, gelirsin, biranı içersin, birini bulursun ve eve gidersin, sonra uyanırsın sabah, okulu asarsın, televizyon seyredersin, sigara içersin, gece olunca bara gidersin, birini seçersin ve tuvalete geçersin, sonra başka birini seçersin ve eve gidersin. Garip bir kaos yada geri dönüşüm.
Yaşlıyım, hiç olmadığım kadar ve olacağım kadar yaşlıyım, geçen her tik tak, dökülen her saç, çekilen her nefes, her salise, ölüme daha ne kadar yaklaşabilirim ki sorusunu getiriyor aklıma. Ecelimle öleceksem eğer, daha kaç içki içerim, daha kaç sigara tüttürürüm ya da kaç kişiyle yatarım.
-Saat kaç?
Saatin kaç olduğunu soran bir fıstık, yaşından biraz daha genç gösteriyor, muhtemelen 23 yaşında ya da 24 ama en fazla 22 yaşında gösteriyor, buna adım gibi eminim, ayakkabı numarası 37 fakat botlarda 38 de tercihi, saç rengi karamel fakat gerçek saç rengi koyu kahve, bu renge ulaşmak için çok da fazla para dökmemiş olsa gerek.
-Bir.
Ne olabilir, biri beş geçiyor olabilir, on iki elli sekiz olabilir ya da her neyse.
-Tam olarak kaç?
Ağız kokusundan midesinin bulandığını anlayabiliyorum, ara ara geğirmeleriyle de midesinin şu an gereğinden fazla çalıştığını da, ton balığı ve mısır yemiş olabilir.
-01:02:46.
Çoktan gece yarısı olmuş, prenses puf olmuş, balkabağı falan.
Yerimden kalkıyorum, kalbim hızlanıyor, daha çok oksijen, hücrelerin yenilenmesi, gençlik hissi, adrenalin ve beynin ulaşması, gözbebeklerinin büyümesi, karanlığa karşı savaşan çubuk-çomak hücreleri, kırılmalar, impulslar…
-----
Masmavi bir deniz, gece olsa yakamozlar sürtünürdü bedene, kumun kokusunu duyardık. Müzik yok, ateş yok. Güneş tepelerde bir yerde, saatten haberimiz yok, tanımadığım yüzler etrafta.
Kumsalda hazırlanmış bir masa, beyaz örtüler ve şarap kadehleri. Kırmızılara bürünmüş bir kadın, elinde bir bardak şarap, dudakları kırmızı, arada bir diliyle dudaklarını ıslatıyor. Gözlerinin içine bakıyorum. Bu o olmalı. Yaklaşıyor. Titremeye başlıyorum. Arka plandaki maviliğin içine gömülen kırmızılığa benziyor. Yanıma geliyor.
-Saat kaç?
----
Her camdan kent, gece lambaları yanmış şehir uyumayı bekliyor, sokaklarda çöp bidonları, kaldırım taşları ve gökte boşalmayı bekleyen bulutlar, ay yüzünü saklıyor sanki. Fonda klasik bir müzik, saksafon mu bu? Stilettoların çıkardığı sesi duyar gibiyiyim. Neredeyse ensemde hissediyorum. Nefesinin berraklığını dudaklarımda yaşatmak istiyorum, sevişmek, bacak arasını yoklamak, pürüzsüz teninde duraklamak. Omzuma dokunuyor, dönüyorum.
-Saat kaç?
----
Elimle ağzını tutmuş, çığlıklarını bastırmaya çalışıyorum, bardan gelen sesi hala duyabiliyorum, çöp kutuları ve kediler. Kaldırım taşlarına sürtünen ayakkabıları dikkatimi çeken, kırmızı elbisesine pek de uymuş, hava bulutlu, eminim yarın güneşli olacak, bir yerlerden dalgaların taşıdığı o kokular geliyor, kulağımda deniz kabuğu varmışçasına yakın hissediyorum kendimi, martılara dokunacak gibiyim.
Bacaklarını yokluyorum, elimi ısırana kadar ne kadar da cici bir kız olduğunu düşünüyorum, ama yanılmışım, bu konuda haksız çıkıyorum, yüzünün şeklini değiştirmek istemezdim, burnu kusursuzdu, dudaklarına söylenecek laf yoktu, elim acıyor, kırmızlık bulaşıyor, bilinci gidiyor.
Tadına bakıyorum. Gençlik ateşi ne de güzel bir şey, dümdüz bir beden, hiç kırışıklık yok, kalp ritmi hızlı, enerji, gülüşlerdeki ihtiraslar…
Kendine geliyor sanki, ayakkabısını elime alıyorum, incecik bir topuk, sivri ve uzun. Vuruyorum, o kalın kafasına tüm gücümle vuruyorum, her vurduğumda sertliğin ince bir şeyle ezilişini, engelden kurtulan inceliğin yumuşaklığın içine batarken çıkardığı gıcık sesini, yumuşaklıktan yayılan sıcaklığı, elimi her çekişte yapışkanlığın bulaşmasını, fışkırmaları, taze et kokusunu, sakatatları, irkilmeleri ve istemsiz kasılmaları hissediyorum. Enerjik bir gençlik, bende olmayan bir ruh. Hep isterim yeniden genç olmayı, arzularım, kıskanırım. Yüzüme sıçrayan sıcaklıkla anlıyorum bunu. Saatin kaç olduğunu bilmiyorum.
----
Tuvalet. Sistematik insanların uğrak noktası. Bir bira, çiş, tuvalet, rahatlık hissi, uyuşan bir beyin ve bir bira, çiş, tuvalet…
Ellerimi yıkıyorum, yüzüme sıçrayan kanları temizliyorum, kıyafetlerimdeki lekeler pek de belirgin değil, karanlıkta parlamadıkları sürece sorun yok gibi. Yaşlıyım, kıskancım, gençlerden nefret ediyorum. Bu belki de bundan sonra hiç onlar gibi olamayacağım içindir. Bunu dillendirdiğimde insanlar bana, vücut yaşın önemli değil, insan hangi yaşta hissediyorsa o yaştadır, diye zırvalıyorlar. Hepsi göt verenin teki. Çüklerinin kalkmayacağı yaşa geldiklerinde karşılarına geçip on sekizinde gibi hisset belki iyi gelir diyeceğim. Belki o zamana kadar ölürüm belli olmaz, eğer ecelimle ölürsem, daha çok içki içer, daha çok sigara tüttürürüm.
Kıçımdan küçük taburenin üzerinde hiçbir şeyi belli etmemeye çalışıyorum, içki içiyorum, buz eriyor, müziği duymaya çalışıyorum, yeni yıkanmış ellerimden gelen kokuyu hissediyorum.
37 numara ayakkabının sesini duyuyorum, bana yaklaşıyor.
Korkuyorum.
----
Klozetin kapağını kapamış üzeride oturuyor. Yaklaşıyorum. Ellerini belime koyuyor, okşamaya başlıyor. Gözlerini gözlerimden hiç ayırmıyor, nefes alış-verişlerindeki yırtıcılığı, öfkeyi ve şehveti duyabiliyorum. Tırnaklarını vücuduma geçirme isteği gözlerine kazınmış. Fermuarımı açıyor, elini sokuyor.
-Saat kaç?
----
Korkuyorum. Terliyorum. Aynı koku, kırmızı bir elbise, 23 yada 24 yaşında olan ama 22 gösteren bir beden. Aynısı. Karamel saç rengi, aynı ses.
-Saat kaç?

paylaş:

the departed (2006)

Fareler ve köstebekler.
Mafyanın içine sızmış bir polis, mafyaya yardım eden bir diğer polis. İkisi de birbirinden yetenekli, ikisi de çok zeki.
Martin Scorsese’nin yönettiği film, 151 dakikalık heyecan. Başrollerde ise 3 Oscar sahibi Jack Nicholson, 1 Oscar sahibi Matt Damon, 3 kez Oscar’a aday gösterilmiş Leonardo DiCaprio ve 2 kez Oscar’a aday gösterilmiş Mark Wahlberg.
Suç, dram, gizem ve gerilim öğeleri taşıyan 2006 yapımı film, 4 Oscar kazanmış. Bunun yanında 49 ödül ve 54 adaylığa da sahip. Bahsedildiğinde “Oscar” kelimesinin çok kullanılmasına sebep olan film, yaklaşık 292 bin kullanıcının oylamasıyla 8.5 IMDb puanına sahip ve bu puan filmi top 250 listesinde 58.sıraya yerleşmesini sağlıyor.
Farklı konusu ve bakış açısıyla, her dakika şaşırmanıza ve garip tepkiler vermenize sebep olacak film, bu kadar başarıyı hak etmiş.

paylaş:

mystic river (2003)

Jimmy, Dave ve Sean bir gün sokak ortasında beysbol oynarlarken topları mazgaldan aşağıya düşer, bunun üzerine kaldırımda buldukları yeni dökülmüş çimentoyu görürler ve sonsuza kadar isimleri orada kalsın diye adlarını kazımaya başlarlar. Bu sırada yoldan geçen siyah bir otomobil durur ve kamu malına zarar vermekten Dave’i arabaya bindirir. Polis olmadıkları anlaşılan adamlar tarafından kaçırılan, birkaç gün alıkonulan ve tecavüze uğrayan Dave’in hayatı o günden sonra çok farklı olacaktır. Çocuklar büyür ve 25 yıl sonrasında Jimmy’nin 19 yaşındaki kızı öldürülür. Artık polis olmuş Sean olayın izini sürmeye başlar. Fakat Jimmy polislerden bir adım önde olmak zorundadır. Çünkü onun amacı kızının katilini polislerden önce bulup onu öldürmektir.
2 Oscar, 41 farklı ödül, 64 adaylık sahibi, yaklaşık 132bin kullanıcının oylamasıyla 8.0 IMDb panına layık görülmüş Mystic River, bu puanıyla top 250 listesinde 221. sırada. Başrollerinde Sean Penn, Tim Robbins ve Kevin Bacon’u izlediğimiz filmin yönetmeni Clint Eastwood.
138 dakikalık 2003 yapımı film, suç, dram ve gizem kategorilerinde sınıflandırılabilir.



paylaş:

trainspotting (1996)

Aslında onlar c vitamini illegal olsa onu bile uyuşturucu niyetine kullanacak gençler. İskoç, pis, bağımlı, aşağılık, kendine zarar veren bir tür genç grubu onlar. Her geçen gün kendilerine zarar verdiklerini bilerek bağımlılıklarını yineleyen, bundan gocunmayan hatta devlet sorunlarına, azınlıklara bile göndermeler yapan, aklı başında değil de başka bir taraflarında olan ve ileride adam olmaya çalışan yetenekli beyinler. Onlar, Renton, Spud, Sick Boy, Tommy ve Begbie, hepsi birbirinden farklı, hepsi tıpatıp aynı.
Suç, dram, gençlik gibi kategorilere sığmayan film usta yer altı edebiyatı yazarı Irvine Welsh’in romanından uyarlama ve yönetmen koltuğunda Danny Boyle var.
Başrollerde Ewan McGregor, Ewen Bremner ve Jonny Lee Miller var. Film Oscar’a aday gösterilmiş bunun yanında 18 farklı ödül almış ve 13 adaylığı bulunuyor.
94 dakika uzunluğundaki 96 yılı yapımı film, yaklaşık 165bin kullanıcının oylamasıyla 8.2 IMDb puanına layık görülmüş ve bu puanıyla top250 listesinde 153. sırada.
Uyuşturucunun kötülüklerini anlatan filmlerden biraz daha farklı olan Trainspotting, bu farkı kesinlikle eğlenceyi de barındırmasından dolayı sağlıyor.



paylaş:

one flew over the cuckoo's nest (1975)

Ken Kesey’in çok satan romanından Milos Forman’ın yönetmenliğiyle beyaz perdeye aktarılan ve tartışmasız en iyi filmlerden biri olarak gösterilen One Flew Over the Cuckoo’s Nest, deli taklidi yapan bir suçlunun kendisini akıl hastanesine aldırmasını ve buradaki hastalar ile aralarındaki ilişkilerini anlatır. Onun için Dünya Kupası maçları oynanırken, damarlarına sakinleştirici vurularak ortalıkta bornozlarıyla gezinen, boyunları eğik ve ne yaptıklarından habersiz insanların olması savaş anlamına gelir. İnsanlar bu kadar vurdumduymaz olamaz diye düşünür. Bir şeyler yapmanın zamanı gelmiştir. Fakat onun karşısına sinema tarihinin en kötü karakterlerinden birisi çıkar. Hastanenin başhemşiresiyle uğraşmak o kadar da kolay değildir.
Kimin deli kimin akıllı olduğunu anlamamıza yardımcı olan ve asıl akıl hastalarının kimlerin bedenlerinden çıktığını anlatan film, döneminde aldığı 5 Oscar ödülü-ki bunlar da ana Akademi ödülleri, en iyi aktör, aktris, yönetmen, film ve senaryo-28 farklı ödül ve 11 adaylığıyla ne kadar iyi olduğunu kanıtlamıştır.
Başrollerde de Jack Nicholson, Louise Fletcher ve Danny DeVito gibi isimler olunca başarı kaçırılmaz oluyor.
1975 yapımı film IMDb kıstasına göre dram kategorisinde yapılmış en iyi 7.film, aldığı 8.9 puan ile top250 listesinde 9.sırada. 133 dakikalık film 133 dakikalık bir şölen.



paylaş:

snatch (2000)

Londra’da Yahudiler tarafından işletilen dünyaca ünlü elmas ticaret merkezi inanılmaz bir soygun yaşar ve 86 karat bir elmas çalınır. Elmas bir süre sonra el değiştirir ve işin içinden çıkılmaz bir durumla karşı karşıya gelinir. Olaya Yahudilerden tutun da her şeyi yutan köpek bile karışmıştır. El altından oynanan boks maçlarından, yer altı dünyalarına kadar her olay bu hırsızlığın odak noktasını oluşturmaktadır.
Kendisini  RocknRolla ve Lock, Stock and Two Smoking Barrels’tan tanıdığımız Guy Ritchie’in yönettiği ve bünyesinde Jason Statham, Brad Pitt, Benicio Del Toro, Dennis Farina ve Vinnie Jones gibi isimleri barındıran Snatch, suç temalı iyi filmlerden biri.
104 dakika uzunluğundaki film 8.3 IMDb puanıyla top250 listesinde de 131. sırada.
2000 yapımı filmin 4 ödülü ve 5 adaylığı bulunmakta.
Aksiyonu bir an olsun elden bırakmadan ilerleyişiyle izlenmeye değer bir film.



paylaş:

lock, stock and two smoking barrels (1998)

Kim kimden ne aldı, ne çaldı, neden yaptı? O diğerinin parasını çaldı, birisi birine borçlandı, silahlar vardı antika, çok para ediyordu, onları kim yürüttü, kim, kimi öldürdü, ne için öldürdü, buna değdi mi?
Enteresan bir film, komik, çekici, şımarık, aşağılık.
Talihsiz ve beklenmeyen olaylar dizisi, kurmaca, aldatmaca, olumsuzluklar ve işlenen sayısız suçlar.
Aslında olay, bir grup arkadaşın ellerindeki parayı kumarda kaybetmesi hatta 500 bin pound borçlanmasıyla başlar, 7 günleri vardır, yoksa parmaklarına veda edeceklerdir. Bundan sonrası, koşuşturmaca.
Guy Ritchie’nin yazıp yönettiği filmde Josan Flemyng, Dexter Fletcher, Nick Moran, Jason Statham gibi isimler boy gösteriyor.
98 yapımı 107 dakika uzunluğundaki film BAFTA ödüllerine aday gösterilmiş, 13 ödüle ve 6 farklı adaylığa sahip. Top250 listesinde de 173. sırada ve yaklaşık 140bin kullanıcının oylarıyla 8.2 IMDb puanı almış.
İyi bir suç filmi, eğlenceli bir yapım, hatta son sahnesinde küfür etmenize bile sebep olabilir.
Müziklerine gelince, hepsi mükemmel. 



paylaş:

black swan (2010)

Hayatında dans etmekten başka bir uğraşı olmayan, güzel ve başarılı Nina, kusursuz olabilmek için uğraşan yetenekli bir balerindir. Eskiden balerin olan annesiyle beraber New York’ta yaşamaktadır. Kuğu Gölü oyununda kraliçe kuğu olma hayaliyle yanıp tutuşan Nina için önündeki tek engel kendisidir. Saf ve zarafetin temsilcisi beyaz kuğuyu canlandırmada herhangi bir sorun yoktur. Çünkü bu karakter, Nina’nın kişiliğiyle paralellik gösterir. Onu zorlayan şehvetin temsilcisi siyah kuğudur. Bu rol için uygun olan bir karakter varsa da o da Lily’dir. Nina, Lily’nin onun yerini almak istediğini düşünür ve bundan sonra aralarında gerip bir arkadaşlık başlar. Beyazı temsil eden Nina, kendi kişiliğini sorgulayarak çalkantılı günlerini yaşamaya başlar ve bu anlarında stresi, onun tek dostu olacaktır.
2010’un çok konuşulan filmi Black Swan, Darren Aronofsky’nin yönetmenliğiyle beyaz perdeye aktarılmış ve 108 dakika uzunluğunda. Başkarakter oyuncuları Natalie Portman, Mila Kunis ve Vincent Cassel. Natalie Portman oyunculuğu ile en iyi kadın oyuncu dalında Oscar’a layık görülmüştür.
Dram, gizem ve gerilim kategorili filmin ileriki günlerde puanı ne olur, bu tartışılır fakat an itibari ile yaklaşık 100bin kullanıcının oylamasıyla 8.5 IMDb puanına sahip ve bu puanıyla top250 listesinde 64. sırada. Oscar ödülü haricinde 30 farklı ödül ve 91 adaylığı bulunuyor.



paylaş:

american history x (1998)

Babası zenciler tarafından öldürülen bir genç ve onun ırkçı düşünceleri üzerine kurulu güzel bir yapım. David McKenna’nın yazdığı Tony Kaye’nin yönettiği American History X’de Derek adındaki bir gencin arabasını çalmaya çalışan zenciyi öldürmesi ve hapiste geçen yıllarında bu ırkçılığını gözden geçirme süreci anlatılır. Kardeşi de onun izinden gelmektedir. Aslında gerçeğin düşündüğünden çok da farksız olduğunu anlayan Derek, hapishanede yaşadıklarını kardeşine anlatır ve çizmiş olduğu yoldan onu döndürmeye çabalar.
Suç ve dram kategorili 119 dakika uzunluğundaki 98 yapımı film, yaklaşık 250bin kişinin oylamasıyla 8.6 IMDb puanı almış ve bu puanıyla top250 listesinde 40. sırada.
Oscar’a adaylığı bulunan 2 ödül ve 9 farklı adaylığa sahip film, ırkçı düşüncelerin göbeğinde bir dramı gözler önüne seriyor. Başrollerde ise Edward Norton ve Edward Furlong var.



paylaş:

quills (2000)

IMDb’den neden 7.3 puan aldığını hala çözemediğim bir film Quills. Marquis de Sade’yi bir nevi anlamak için izlenmesi gereken güzel bir film. Doug Wright’ın ödüllü oyunundan uyarlama, başrollerinde Geoffrey Rush, Kate Winslet ve Joaquin Phoenix’in yer aldığı bir Philip Kaufman filmi. Biyografi, tarih ve dram temalı film 124 dakika uzunluğunda 2000 yapımı bir film.
3 Oscar adaylığı, 14 ödülü ve 33 farklı adaylığı bulunan filmin konusu ise Sade’nin son yıllarından kesitler. Akıl hastanesi benzeri bir yerde yazmaya devam eden ve hastanenin çamaşırcısının yardımıyla dış dünyaya aktarılan akıl almaz kitapların sahibinin, düşlerini, ihtiraslarını ve akıl oyunlarını anlatır. Çarpıcı ve cinsel hayatı, dini ve insanlığı sorgulayan bu çirkin(!) kitapların Napolyon’un eline geçmesiyle Sade, hayatın onun için en kötü günlerini geçirteceğini belki de tahmin ediyordur. Garip iyileştirme yöntemleri geliştirmiş olan bir doktorun kontrolü altına giren Sade için hayat sadece birkaç kâğıt parçası, bir tüy kalem ve mürekkepten oluşmaktadır. Onun yiyeceği, içeceği ve yaşam kaynağı düşleridir. Kitaplarının yasak yolla yayınlanmasıyla elinden alınan kalemleri ve kâğıtlarına inat onun kanı vardır.
Sade’nin hayatının yanında hastane içindeki hastaların ve çamaşırcı kızın yaşam hikâyesini de es geçmeyen film tek kelimeyle mükemmel.
Sade’yi sevmeyenler, anlamayanlar, hatta nefret edenler olabilir. Ama sırf Geoffrey Rush’ın muhteşem oyunculuğunu görmek ve önünde saygıyla eğilmek için bile izlenmesi gerektiğini düşündüğüm tartışılmaz muhteşem bir film.



paylaş:

boy a (2007)

Sorunlu bir ailede yetişen bir çocuğun hayatı, tanışacağı ve en iyi arkadaşı olacağı başka bir çocukla yeni bir şekil alır. İşledikleri suç yüzünden daha büyümeden halktan uzaklaştırılma kararı alınan bu çocuklar, belirli yaşa geldiklerinde yine halk içine bırakılırlar. Suça eğilim gösteren çocuğun intihar ettiği söylenir. Yaşamında ondan başkası olmayan diğer genç ona yardım eli uzatan bir adam tarafından, hayatını düzene sokmaya karar verir. Baskıcı ve kesinlikle geçmişte işlenilen suçlar yüzünden suçlarının devam etmesi ve yeniden halk arasına gönderilmesine karşı çıkan ve hatta suçun büyüklüğüne göre kelle başına ödül koyan bir halkın içine düşen genç, hayatında karşılaşacağı en büyük zorlukları bir bir yaşamaya başlar.
Suç, dram ve romantizm kategorisindeki 2007 yapımı film, Jonathan Trigell’in romanından John Crowley yönetmenliğinde beyaz perdeye uyarlanmış ve başrolünde Andrew Garfield var.
106 dakika uzunluğundaki film IMDb’den 7.8 puan almış, 10 ödülün sahibi ve 9 adaylığı bulunuyor.
Herkesin ikinci bir şansı olmalı, diyen film, değişimin göstergesi ve iyi bir yapım.



paylaş:

the count of monte cristo (2002)

Alexandre Dumas’ın romanından uyarlama olan film, Kevin Reynolds’ın yönetmenliği ile beyaz perdeye aktarılmış ve başrollerde James Caviezel, Guy Pearce ve Richard Harris var.
Filmde, bir denizcinin çalkantılı hayat hikâyesinden kesitler sunulur. Denizcinin tek amacı para kazanıp sevdiği bayanla evlenmektir. Fakat o bayanı seven sadece kendisi değildir, en yakın arkadaşı da bayana âşıktır ve oyunların en kötüsünü onun için seçer ve bu çirkinlik sonucunda başrol oyuncumuz ülkenin en kötü hapishanesine gönderilir. 13 yıl ceza yiyen adamın bundan sonra yapacağı hapishane arkadaşıyla düşülen bataklıktan kurtulma planları düşünmesidir.
Filmin ilk yarısında olayın gerçekleşmesi ve hapishane yılları anlatılır. İkinci yarısında ise artık yeni bir kimlik ve bulunan hazinenin getirdikleri ile oyunda rol alanlardan intikam alınması anlatılır.
2002 yapımı film yaklaşık 44 bin kullanıcının oyuyla 7.6 IMDb puanına sahip. 131 dakika uzunluğundaki yapım aksiyon, suç ve macera kategorisinde.
Paranın saygınlık ve güç getirdiğini yine gözler önüne seren filmin konusu iyi bir beyin ve gizemle döngü içersine sokulmuş. Heyecan arayanların kaçırmaması gereken bir şölen.
Kaynaklara göre hiç ödül almaması da düşündürücü bir durum.



paylaş:

arizona dream (1993)

Johnny Depp’in başrolünde oynadığı 1993 yapımı Arizona Dream, iş teklifi sonucu Arizona’ya gelen bir gencin iki bayanla tanışmasını ve bundan sonra körüklenen olayları anlatır. Kadınlardan birisi yarı-delidir ve uçmak ister, mantıklı gibi görünenin aklında ise hep intihar vardır.
Apolitik yaklaşımıyla bir Emir Kusturica filmi olan Arizona Dream, komedi dram ve fantastik kategorileriyle sınıflandırılabilir. 142 dakika uzunluğundaki film 15bin kullanıcının oylamasıyla 7.3 IMDb puanına sahip ve 3 ödülü ve bir adaylığı var.
Kıtaları aşan balonlar, gece düşleri, söylenen şarkılar, ateş önünde muhabbetler ve uçan balıklar.
Akıllarda kalan Iggy Pop parçası “in the death car”a ise söylenecek bir söz yok.




paylaş:

spring, summer, fall, winter... and spring (2003)

Bom yeoreum gaeul gyeoul geurigo bom.
Toprak ananın tüm güzellikleriyle çevrili bir göl ve bu gölün üzerinde yüzen bir ev, bir çocuğun rahip tarafından eğitilmesi, Budizm inancı, huzur, bir çocuğun büyüme süreci, mevsimler, buzdan yapılan heykeller, yeşilden turuncuya dönen yapraklar, muhteşem bir tabiat ve kaliteli bir Kim Ki-duk filmi.
Her anı farklı güzellikteki film, rahip ve eğitilen çocuğun arasındaki bağı ve hastalığı sonucu annesi tarafından göl üzerinde yüzen eve getirilen bir kızın genç üzerindeki etkilerini anlatır. Her mevsimde yaşanan değişikler gibi insan üzerindeki etkilerin nasıl şekillendiğini görsellikle gözler önüne sunan film, Kim Ki-duk’un yazıp, yönetip, oynadığı, 2003 yapımı, 103 dakikalık görsel şölen.
Dram dalında ün yapmış film IMDb’den de ortalama 20bin kullanıcının oylamasıyla 8.1 puan almış. Filmin 11 ödülü ve 7 adaylığı bulunuyor.
Her karesinde Kim Ki-duk farklılığını taşıyan ve diğer filmlerinde de olduğu gibi ayrıntılar içeren ve Kim Ki-duk’u anlamak için iyi bir seçim.



paylaş:

no country for old men (2007)

2007 yapımı film, 94 farklı ödül, 46 adaylık ve 4 Oscar sahibi, yaklaşık 220bin kullanıcının oylamasıyla 8.3 IMDb puanına sahip ve top250 listesinde 120.sırada 122 dakikalık muhteşem bir eser.
Ethan Coen ve Joel Coen’in yönettiği, Tommy Lee Jones ve Javier Bardem’in başrollerinde oynadığı film suç, dram ve gerilim kategorisinde.
Konudan bahsedecek olursak, bir adam avlanmak için çıktığı yolculukta çatışma sonucu ortaya çıkan sonuca şahit olur, canlı kalmış tek bir kişi vardır ve sadece su ister, ağaç gölgesinde oturan bir adamı görür ve saatlerce bekler, yanına gittiğinde adamın ölü olduğunu anlar. Adamın yanındaki çantada 2 milyon dolar vardır. Parayı alan adam eve döndüğünde aklına su isteyen diğer adam gelir ve olay yerine geri dönmesiyle peşine belayı takmış olur.
Sadece Javier Bardem’in psikopat karakterini ve muhteşem oyunculuğunu seyretmek için bile olsa izlenmesi gereken bir film olduğunu düşünüyorum.
Film için bir kaçış hikâyesi de denebilir.
Bazı duyumlara göre de film hakkında en başarılı psikopat katili ihtiva eden film olarak bahsediliyor.



paylaş:

inglourious basterds (2009)

Bir Quentin Tarantino filmi. Nazi döneminde Nazilere karşı Yahudi askerlerden oluşmuş ve “piçler” olarak tanınan bir grup, bir sinema oyuncusu, Nazilerin önde gelenleri, Yahudi avcısı, garip kişiler, ailesi gözleri önünde öldürülmüş bir kadın, kesişen hayatlar.
Savaş, dram kategorisindeki filmin başrollerinde ise Brad Pitt, Diane Kruger ve Christoph Waltz var.
IMDb’de de en iyi filmler arasında yer alan filmin puanı 8.4 ve bu puanıyla 91. sırada. Oscar sahibi filmin 58 farklı ödülü ve 53 adaylığı da bulunuyor. Yapılan hatalardan dolayı ara ara kahkahalara da yer verilen film 153 dakikalık muhteşem bir eser.
Filmin 2. Dünya Savaşı’nı anlattığına dair yorumlara da Tarantino tarafından verilmiş bir cevap ise şöyle: “… despite its being a war film, inglourious basterds is (my) spaghetti western, but with World War II iconography.”



paylaş:

v for vendetta (2006)

Şiddetin iyilik için kullanılıp bu olayın da “adalet” adıyla anlatıldığı bir başyapıt. Özgürlük için hükümetin giydirdiği bedenleri yırtmanın acı hikâyesi ya da insan olmanın verdiği direniş mücadelesidir anlatılan.
Hugo Weaving ve Natalie Portman’ın başrollerinde olduğu V for Vendetta’ın yönetmeni James McTeigue. 2006 yapımı filmin 3 ödülü var ve 132 dakika uzunluğunda.
Yaklaşık 250bin kişinin oylamasıyla 8.2 IMDb puanıyla da top250 listesinde yerini 180. sırada alıyor.
Çarpıcı sahneleri ve ağır konusuyla izlenmesi gereken filmler listesinde en üst sıralarda olması gerektiğine inandığım film, izlendikten sonra insanı, en azından sadece yaşamak için bile olsa özgür iradenin elden bırakılmaması konusunda düşündürüyor. Oyuncularının başarısı da filmin başarısı kadar yadsınamaz.
Filmin verdiği küçücük bir slogan da: “Freedom! Forever!”



paylaş:

the shining (1980)

IMDb’de korku kategorisinde 3.lük ve top250 listesinde yaklaşık 195bin kişinin oylaması ve 8.5 puanıyla 49.luğa sahip The Shining, Stephen King’in romanından uyarlama bir Stanley Kubrick filmi. Başrolde ise 3 Oscar sahibi Jack Nicholson var.
1980 yapımı film 142 dakika uzunluğunda ve bu 142 dakika boyunca insanın tüyleri vücuttan ayrılacakmış gibi oluyor.
Filmin konusuna gelecek olursak, Jack Torrance yazmaya başlayacağı kitap için yalnız kalmak ister ve kış aylarında hizmet vermeyen Overlook hotelinde kış bakıcılığı görevini üstlenir. Karısı ve çocuğuyla hotele yerleşen Jack, yıllar öncesinde karısı ve iki çocuğunu baltayla öldürüp intihar eden adamın kendisiyle karşılaşır. Film, bir ailenin kapalı bir yerde kalmasıyla içine düştükleri durumu, psikolojilerini ve cinnete doğru giden bir babanın hayatını anlatır.
Filmin Türkçe ismi “cinnet” ve kitabın Türkçe ismi “medyum”.
Film, Stephen King’den uyarlanmış filmler arasında hem en başarılısı olarak gösteriliyor hem de King’in en sevmediği. Hatta bazı kaynaklara göre de King filmi izledikten sonra “Kubrick kitabımı anlamadı.” gibi yorumlar yapmış.



paylaş:

the usual suspects (1995)

95 yapımı, Christopher McQuarrie’in yazdığı ve Bryan Singer’in yönettiği The Usual Suspects, insanı şaşırtmayı bir an olsun bırakmadan akışını sürdürüyor.
5 farklı adam, bir olayın şüphelileri konumuna düştüklerinde, olayın nasıl bu derece karmaşık olduğunu anlamak için daha en başından ipuçları veriyor.
Başrollerinde Kevin Spacey, Gabriel Byrne ve Chazz Palminteri’i izlediğimiz film 106 dakika uzunluğunda ve suç, gizem dallarında kategorisinde.
Filmin başarısına gelecek olursak da 2 Oscar, 22 farklı ödül, 7 adaylık ve yaklaşık 290bin kişinin oylamasıyla 8.7lik bir IMDb puanı ve top250 listesindeki 25.lik olarak sayabiliriz.
Son sahnedeki ağzımızın açık kalışı ve soluğumuzun kesilmesi, filmi, izlediğimiz en iyi-güzel filmler arasına yerleştirme konusunda iki sebep.



paylaş:

bir zamanlar


Aşağılara bıraksam kendimi daha sokağa ulaşamadan çamaşır iplerine dolaşacakmışım gibi hissediyorum, kurtarıcım çamaşır ipleri olacak da farkında bile değilim. Upuzun bacaklara sahip olsam kilise çatısı görünümlü ihtişamlı evlerin tepelerinde, bir oraya bir buraya gezinir dururdum. Denizle gökyüzünün birleştiği o incecik çizgiye benzetiyorum hayatı hep, ulaşana kadar koşasım geliyor da dizlerim beni ele veren. Umut bahçelerinden bir kilo muz almak çok ucuza mal olsa da midemin gurultusuna karşı örülen bir çember gibi geliyor bir anlığına. Hayat umulmadığı kadar kısa değil oysa. Daha önümde onlarca gün var ve bitmek bilmiyorlar.
Karanlık kuleler var her bir yanımda, aydınlığa çevirmişler yüzlerini çeyrek saatte çanlarını çalıyorlar. Gökyüzünde bir yerlerde bizi izleyenler var, halimize durup durup gülüyorlar.
İzlenen bir şarkı, dinlenen bir film misali, her şey yerli yerinde ama biraz ters. Umudumuzu kaybetmemek için dondurma külahlarına kalbimizi koyuyoruz.
Kapı aralıklarından daima soğuk geliyor, yağmur hiç eksik olmuyor tepemizden, kuruması gereken çamaşırlara inat yağdıkça yağıyor anasını.
Ta uzaklarda bir yerlerde, bir zamanlar, şehirlerden bilmem hangi çöp deliklerinde, kurtçukların beslenmek için buldukları pizza kırıntılarıyla besleniyoruz her dakika, her vuruşta, her saniyede ve bir de süs köpekleri dolanıyor etrafta, kedilerin soyu tükenmiş gibi ya saklanıyorlar ya da yoklar ortalıkta.
Karelerin hepsi siyah-beyaz, her birinde ayrı hayat, her birinde farklı konular.
Masanın üzerinde çoraplar, vanilya kokulu bir puro, su ve peçeteler kıvrılmış.
Sigaranın ucundan çıkan duman hiç bu kadar efkâr katmamıştı benliğe, hiç bu kadar özlem duygusu sarmamıştı içleri. İçilen her bardak şarap, beyaz, hiç sevmem.
Kırmızılığından yoksun var oluşların eşiğinde diz kapakların kırılmasına benzer benlik, vücut kırmızılıkta hayat bulur çünkü, kan kırmızıyken akar.
Gemileri görebiliyorum, upuzun perdelerin arasında geçmişe doğru yola çıkmışlar, tek yapmam gereken biraz daha aralamak yarınları.
Aynalar var, boyu olduğundan uzun, kişiyi olduğundan güzel gösteren, baktıkça kendimizi kandırıyoruz.
Zebaniler de var oralarda, biliyorum, her iyiliğin yanında kötülükler var, eğer bir yerlerde ışık varsa, gölgelerden kaçamayız hiçbir zaman. Kapı arkalarına saklanıyoruz nedense.
Yüze kadar çekilen yorganların altına giriyoruz, yüzümüz görünmediği müddetçe, vücudumuz görünse de olur.
Yakarışlarımızın sonu kesilmeye dursun biz mutlu olduğumuzu iddia ediyoruz durmadan, çığlıklarımızı kahkahalarımız bastırıyor çünkü. Gözyaşlarımızın sebebini sevincimize yoruyor.
Maviliğin içinde boğulurken yağan yağmurları, benliği yıkayan su sanıp kollarımızı gök kubbeye açıyoruz, yukarılardakini tutacakmış gibi parmak uçlarımızla uzanıyoruz erişebildiğimiz yerlere doğru.
Aslında hayat, bize en kötü oyunlarından birinde başrolü teklif ediyor.


paylaş:

there will be blood (2007)

2 Oscar da dâhil olmak üzere toplamda 60 ödül ve 53 adaylığı bulunan 2007 yapımı dram ve tarih kategorili There Will Be Blood, sahip olma isteği ve hırsın öyküsünü sunar. Petrol bulma ile başlayan yolcuğun sonu var olan değeri elde etmeye hatta bir hücuma dönüşür. Ağır ve durağan işleyişiyle izleyicilerin tamamına hitap etmeyen film Upton Sinclair’in kitabından beyaz perdeye uyarlanmış ve yönetmen koltuğunda Paul Thomas Anderson ve başrolde Daniel Day-Lewis var.
Bir aile, bir rahip, petrol ve kan…
158 dakika uzunluğundaki film ortalama 143bin kullanıcının oylamasıyla 8.2 IMDb puanına layık görülmüş ve top 250 listesinde an itibari ile 147. sırada. 




paylaş:

milk (2008)

Cinsel kimlikten öte yaşama hakkını savunan bir önderdir Milk, boyun eğmek yerine baş kaldırmak, kabullenmek yerine reddetmektir, sevmektir, kavga etmek, büyülemek, insan olabilmektir.
Sean Penn’in canlandırdığı, Amerika’nın ilk gay hakları savunucusu ve politikacı Harvey Milk’in hayat hikâyesini anlatan filmin yönetmeni Gus Van Sant. 2 Oscar sahibi filmin, 34 ayrı ödülü ve 55 adaylığı bulunmakta ve filmin uzunluğu 128 dakika.
2008 yapımı film IMDb’den 7.8 puan almış.
İyi bir yapım, kaliteli bir dram, bir baş kaldırış ve sokaklarda yakılan mumlar, aydınlanan gece ve doğan yeni bir gün.




paylaş:

donnie darko (2001)

Bilim-kurgu, gizem ve dram dalında tartışmasız ilk akla gelen filmlerden biri olan Donnie Darko’yu anlatmak için anlam ifade eden sıfatların en güzellerini seçmek kaçınılmaz bir gerçek. 225bin kişiyi aşkın kullanıcının oylamasıyla 8.3 IMDb puanına sahip bu muhteşem film top250 listesinde de yerini almış bulunmakta.
2001 yapımı filmde Jake Gyllenhaal’in başarılı rolü, filmin çarpıcı ve hayal gücünü zorlayan senaryosu filmi izlemek için sadece iki iyi sebep.
Yönetmen koltuğunda Richard Kelly var ve film 113 dakika uzunluğunda.
Yönetmenin ilk uzun metrajlı filmi olan Donnie Darko’nun  web sitesi de yılın en iyi sitesi seçilmiş, bakmadan geçmeyin.
Filmin ilginç ayrıntılarına ulaşmak için burayı tıklayabilirsiniz.




paylaş:

de helaasheid der dingen (2009)

The Misfortunates.
Çölde Kutup Ayısı.
Adına yaraşır bir konu, bir film, bir hikaye.
Ergenlik çağlarını o deli zamanlarında bir çocuk, sorunlu amca, sorunlu bir baba. İçki, çöp, bir ev ve yaşamlar. Ceza olarak verilen ödevler, cezanın yarattıkları, gelecek, aynı hatalar, aynı oyunlar, farklı pişmanlıklar.
2009 yapımı filmi Felix Van Groeningen yönetmiş ve filmin tek ödülü var, o da Cannes Film Festival’dan.
2009 yapımı olmasına rağmen Türkiye’de yakın geçmişte beyaz perdede gördüğümüz filmi anlaşılan IMDb kullanıcıları da pek izlememişle yada oylamamışlar. Onu bilemem fakat yaklaşık 2200 kişinin oyuyla puanı 7.5 ve komedi-dramla karşımızda.
Farklı film severlerin kaçırmaması gereken bir yapım.



ekleme(13 temmuz 2011): Film an itibari ile IMDb'den 7.4 puan almış. Bu kötü olan haber, iyi olansa artık filmin 2 ödülü var. İstanbul Uluslararası Film Festivali'den en prestijli ödül olan Altın Lale(Golden Tulip) ödülü de artık Çölde Kutup Ayısı'nın.


paylaş:

munich (2005)

Katletmek ve katledilmek. İki tarafın da korkunçluğu, kötülerin yanında masumları öldürüp adına “intikam” koyup kendini avutmalar, 164 dakika dram, tarih ve gerilim.
1972 Münih Olimpiyatlarında 11 İsrailli atlete düzenlenen suikastın perde arkasını irdeleyen filmin yönetmen koltuğunda 3 Oscar sahibi Steven Spielberg oturmuş.
Başrollerde ise Eric Bana, Daniel Craig ve Marie-Josée Croze var.
Gerçek bir olayı anlatan 2005 yapımı filmin 5 dalda Oscar’a adaylığı bulunuyor ve 7 farklı ödül sahibi.
Film sahnelerindeki gerçekçilik, filmi başarılı kılan etmenlerden sadece biri.
Ortalama 85bin IMDb kullanıcısı filme 10 üzerinden 7.8 değer biçmiş.




paylaş:

persepolis (2007)

Marjane Satrapi’nin çizgi romanından uyarlama olan 2007 yapımı Persepolis, İran devrimini, o dönemin tarihini ve devrimden devletin, halkın ve ailelerin nasıl etkilendiğini küçük bir kız çocuğunun gözünden anlatan başarılı bir animasyon.
Oscar, BAFTA ve Golden Globes’a adaylığı ve Cannes Film Festival’dan jüri ödülü dahil 17 ödül sahibi ve yönetmen koltuğunda Vincent Paronnaud ve Marjane Satrapi’nin oturduğu 96 dakikalık bir film.
Iron Maiden’ın, Metallica’nın adının geçtiği Eye of the Tiger’ın söylendiği hoş bir film.
Animasyon, biyografi ve dram kategorilerine filimin IMDb puanı ise 8.0 ve Metascore’u 90/100.
Eski İran ile şimdiki İran arasındaki farkları ve bir bireyin ülkesinden kopuşunu anlamak için çok iyi bir film.




paylaş:

RocknRolla (2008)

Muhasebeciler, rock yıldızları, gangsterler, Ruslar…
Hepsi Londra’da bir Rus gangsterin emlak piyasasına oynadığı oyunla ele geçirdiği paranın peşine düşen ve kendi payını almak isteyen farklı hayatlar.
Ölmeyen adamlar, güzel bir kaçış, bitmeyen bir kaçış, sürekli bir kaçış…
7.3 IMDb puanına sahip RocknRolla, 114 dakikalık bir aksiyon-suç filmi.
Başrollerde Gerard Butler, Tom Wilkinson ve Idris Elba var. Filmi yazan ve yöneten Guy Ritchie.
Ve akıllara kazınan o replik:
“whisky is the new vodka!”





paylaş:

the rocky horror picture show (1975)

Tim Curry’nin başrolünü üstlendiği, Jim Sharman’ın yönettiği The Rocky Horror Picture Show, 1975 yapımı, komedi, müzikal dalında kült bir film. 100 dakika uzunluğundaki film, döneminde olduğu gibi günümüzde de değerini hala sürdürüyor. Tim Curry’nin oyunculuğuna hasta olunası bir yapıt. Film, Academy of Science Fiction, Fantasy and Horror Films(USA)’den “Hall of Fame” ve National Film Preservation Boards’tan “National Film Registry” ödülüne sahip.
Film IMDb’den yaklaşık 45bin kullanıcının oylamasıyla 7.1 puan almış.
Filmin konusu ise, iki genç birbirlerine âşıktırlar ve evlenmeye karar verirler. Yağmurlu bir gecede arabalarının lastiğinin patlamasıyla olaylar başlar. Telefon etmek için yol kenarındaki şatoya giden genç çifti sürpriz olaylar beklemektedir.
Film çılgın karakterler  tarafından müzik yoluyla anlatılıyor.




paylaş:

wicker park (2004)

Sinemaların en küçük salonlarında gösterilen, dilimize “hep seni aradım” diye çevrilen IMDb kullanıcılarının da 6.9 puana layık gördüğü güzel bir film Wicker Park. Esas oğlanın vitrinlere bakan bir bayana aşık olmasından, tiyatro sahnelerindeki aynalara kadar her şeyi anlatıyor aslında. Çevrilen dümenlerin sonundan gelen gözyaşlarının çaresizliği, buz gibi bir parkta buğulanan dudaklar, aşk, hüzün, dram, gizem ve romantizm.
Başrollerini Josh Hartnett, Diane Kruger, Rose Byrne ve Matthew Lillard’ın paylaştığı 2004 yapımı filmin yönetmeni ise Paul McGuigan.
Tam bekleme anında, umudun giderek tükendiğini hissettiğin işte o anda Mogwai’den “i know you are but what am i” parçası da fondan duyulunca işte şimdi olmuş dememek zor.
Geri dönüşler, insanın başından alan dans, müzik ve bir film. 
Tutku nelere yol açabilir?
Wicker Park, izleyicilerin arşivlerine eklemek isteyebileceği en iyi romantik filmlerden biri.




paylaş:

derin flaş


Karanlığın içindeki aydınlanan tek gözümün akına inat her yer siyah, her yer buğulu ve saat gece yarısını çoktan geçmiş. Şeytan saatinden uzaklaşırken anbean yokluğumdan dem vurmaya kalkıştıkça belki de bu olanlar, belki de sadece beynimin oyunlarından en zoru, en korkuncu.
Ortalıkta hiç ses yok, ortalık çoktan kaçmış…
Flaş.
İliklerim bile titrerken gözümü alan tek yansıma, tek varoluş, tek…
Yüzüme gelen kan fışkırması gibi, sıcaklığını hissedebiliyorum yanan tenimin. Bir sonraki kurbanın kim olduğunu düşündükçe, beynim midemi kemiriyor ve fareler gezindikçe karnımda, ayak parmaklarım tırnaklarını ittiriyor, sırf bana acı çektirmek, sırf durumun ciddiyetini hemen kavrayabilmem için. Zaman hiç olmadığı kadar hızlı akıyor.
Oluklarıma dolan hisler, balonlaşırcasına sıkıştırıyor ruhumu kendi giysisinde, derim çatlayacakmış gibi, her yerdeler ve gittikçe yaklaşıyorlar.
Yere düşen metalin zeminde çıkardığı ses.
Flaş.
Kaçacak delik arıyorum, pencerenin kenarında beyin fırtınalarına susuyorum, zaman daraldıkça, içime sığmayan yüreğimden başka ses çıkaran yok, sessizlikte kendimi kaybediyorum.
Sokak lambasından süzülen ışık tek umudum, kaybolmak için karanlığa saklanmak yetiyor.
Ayak seslerinden tiksiniyorum, kusasım geliyor, her yerdeler ve yaklaşıyorlar.
Gecenin bir vakti, ayaklarım yürümekten vazgeçmiş vaziyette, pencerenin kenarına çakılmış gibi, olanları gördüğüm için kendime küfrediyorum.
Karşı apartman yıllanmış, eskimiş, kararmış, barındırdığı pisliklerden yıpranmış, üzgün ve kahroluyor. Apartman hiç olmadığı kadar yorgun, hiç olmadığı kadar acımasız… İçine düşülen kara delikten farksız.
Flaş.
Dakikada bir aydınlanan karşı pencereden gördüklerim için her an, her saniye kendimi suçluyorum. Siyah odanın aydınlanması, çıplaklık, soğukluk, tere karışan kanlar, kırmızılık, şiddet ve acı.
Ağzı bağlanan birinin gözlerindeki keskinlik, yardım dilenme, korku ve bitmişlik.
Her darbede çekilen matlaşan bir beden, kaydedilen fotoğraflar, siyah-beyazlığa püsküren kırmızılık.
Onun bedeninden akan kanın sıcaklığını kendi vücudumda hissediyorum, sanki benim ağzım bağlı, sanki her kesik benim tenimi yarıyor, sanki her yaradan süzülen kan benim kalbimden pompalanıyor.
Acıdan çiğnenen bir dil ve ıslanmış kirpikler, göğüs arasından süzülen ter damlaları, gözbebeklerindeki derinlik, fotoğraflar, zevk alan beyinler bütünlüğü, orgazm olan bedenlerdeki organların büyümesi ve boşalmalar.
Flaş.
Durmayacaklar, sırf gördüklerim için peşime düşecekler, her dakikaya lanet okuyorum.
Flaş.
Durmayacaklar.
Flaş.
Bunu biliyorum.
Flaş.
Beynim uyuşuyor, gözlerim ağırlaşıyor, yutkunamıyorum, ellerim titriyor, düşüyorum, başımda keskin bir ağrı, bilincim gidiyor.
Durgunluk, her şeyi boşlama, zaman akıp gidiyor, her yerde olanlar her yerde, dur durak bilmiyorlar, fareler de var, peynirler de, kemirgenler, sinekler, her an her dakika, bedenim katılaşmış gibi, hareket kabiliyetimi yitirdim sanki, kalkamıyorum, beynim yerinde kaynıyor, hiçbir yerde ışık yok, gözlerimi açıyorum, göremiyorum, gözlerimin açık olduğuna eminim, kalmak istiyorum, ellerim bir şeylerle bağlanmış, üşüyorum, çıplak olduğumu fark ediyorum, beynime her şey, tüm gerçekliğiyle, en acımasız bir şekilde çivileniyor.
Kaçamayacağımı biliyordum.
Nefeslerini hissediyorum, orada, karanlığın içindeler, duyuyorum.
Bekliyorum, ilk darbenin, ilk bıçak sertliğinin ne zaman vücuduma ineceğini merak ediyorum. Gözlerim açık. Nefesimi tutuyorum.
Flaş.


paylaş:

i saw the devil (2010)

Akmareul Boatda.
İntikam hiç bu kadar ağır, hiç bu kadar şiddetli olmamıştı.
Eşinin sapkın bir seri katil tarafından öldürüldüğünü öğrenen gizli ajan, iki haftalık izne ayrıldığında belki de hayatının en korkunç günlerini geçireceğini ve nefret denilen olgunun vücuduna bu kadar çok enjekte edildiğini bilmiyordur.
Zevk almak için öldüren, gözü dönmüş katil de en az kendisi kadar deli birine çatacağını ancak zaman geçtikçe anlayacaktır.
Güney Kore’nin önde gelen yönetmenlerinden Ji-woon Kim tarafından çekilen film, insanın tüylerini ürperterek, midenin bulanmasına bile neden olabilecek düzeyde.
141 dakikalık filmin IMDb puanı 8.0.




paylaş: