I
Yine uyuyamadığım bir gecenin sonlarında, gece henüz bitmemiş, gün henüz doğmamışken, ikisi arasında sıkışıp kalmış, kim bilir eskilerin hangi garip isim ile çağırdığı bu vakitte; uyandım. Yattığım yerden kalkıp aceleyle evden dışarı çıktım. En az içinde olduğum vakti oluşturan an kadar ben de sanki koyu gök ve kuru toprak arasında sıkışıp kalmış bir geçiciliktim. Sigaramla belirsiz bir siliklikle adım adım sokakları geçtim..
Akşama daha çok vakit vardı.
***
Etrafım kapkaranlık; başlangıcından sayarsak günün geç vakti denebilirdi ama aslında akşam henüz olmamıştı. Siyah fayansların arasındaki beyaz derz, alafranga tuvalet, gösterişli lavabo ve aynadaki kendi suretim; sanki kara bir kutudayım. Aynada gördüğüm kendime baktım. Bir annenin sütsüz, uçları çatlamış göğüsleri gibiyim. Benden daha canlı biri sürekli içimdeki tüm enerji ve hayatı emiyordu. Kupkuruydum. Cansız, tükenmiş ve hırpalanmış...
Bulantılar sardı başımı, etrafıma bakındıkça siyah fayanslar sonsuzlaştı, derzler parmaklıklar gibi engeller oldu önümde. Tutundum. Fizikselliği hissetmek için tutundum. Tecrübelerimle sabit olarak tek çözümü buydu bulantılarımın. Tutunmak. Ellerimle kenarlarını kavradığım lavabonun giderine diktim gözlerimi. Gider deliği yavaş yavaş lavaboyu kapladı. Büyüdü, büyüdü tüm kara kutuyu kapladı. Artık kara kutu deliğin içindeydi, ben deliğin içindeydim, alafranga deliğin içindeydi. Bir tıkanıklıktık delikte, öyle sıkıştık kaldık.
Sağ kulağıma peş peşe çarpan ıslaklıkla delik yıkıldı, ellerim lavaboda kaldı. Ani bir hareketle sağıma döndüm. Tek gözü üzerimde, gözlerimin önünden bir balık geçti. Suratı asık ama bir o kadar da umursamaz bir şekilde, süzüle süzüle. Etrafımda balığı arayıp, ne olduğunu anlamaya çalışırken kapı vuruldu. Tekrar vuruldu. Aceleyle ellerimi yıkayıp kara kutudan çıktım. Yerime dönüp boş masaya oturdum. Çok bir kalabalık olmamasına rağmen neden ulu orta olan bu masaya oturduğumu bilmiyorum. Beklerken tüm gün kaç tane sigara içtiğimi hesapladım. Ne kadar yürüdüğümü düşündüm. Birden bire aklıma somurtan balık geldi. Bulantılarım daha ne kadar ileri gidecekti? Düşündüm. Tutunduğum anları her seferinde çıktığım yolculukları düşündüm. Kimden neyi gizlediğimi bilmeden yarım ve hızlı bir bakışla saatimi yokladım. Bu gülünç, kaçamak hareketime güldüm. Sonra kızdım kendime bu kadar erken geldiğim için. Sıkıntıdan etrafımı inceledim, kurcaladım. Önceleri gelmiş olmama rağmen bu kadar gözden geçirme fırsatı bulamamıştım mekanı. Genelde ahşaplar ve pastel palette renkler ağırdı. Bu ağırlığı bozan egzotik, yeşil dallı ağaçlar ve bazı bambular kusursuz şekilde yerleştirilmişti etrafa. Oldukça lüks bir görünüm sağlayan çoğunlukla siyah cilalı seramikler ve beyaz porselenler sadeliği ama bir o kadar da şık göstermeyi başarmıştı mekanı. Mekan bodrum katta olduğundan tam sağ çaprazımda girecek olduğu merdivenler ve solumda iki masa ötede ise boğazın manzarası vardı. Bulutlar ağır ağır güneşin üzerine oturmaya başlamıştı. Yardım çığıran bir el gibi güneşin kızıl haleleri masalara tutunuyordu. Güneş ağırlığa boyun eğdi. Tam o son ışıkla merdivenden aşağı sağlam adımlarla indi. Ak, seyrek sakallarını kesince gençleşmiş, tipi ortaya çıkmış, tebessümü gözüküyordu. Saçlarıysa her zaman kırdı zaten. Masanın yanına gelene kadar gözetledim hareketlerini. Ve bu kez doğru düzgün selamlaştık.
Kalp atışları mı bunlar?
Neredeyim ben?
Bir de gözlerimi açabilsem. Boğuluyor muyum?
Boğulmak boğulmak boğulmak?
Boğulmak; su su! Evet!
Sanırım boğuluyorum. Fakat ıslak hissetmiyorum.
Bir gözlerimi açabilsem. Bir açabilsem.
Ahhh.
Yağmur aracın camlarını yumrukluyor. Silecekler sürekli rutin hareketlerle kazanamayacağı bir savaşa girişmiş. Ne cesaret! Gök karanlık ama gece değil. Yol kenarında park halinde duruyor otomobil. Şoför yok. Araçlar umursamaz şekilde geçiyor yoldan. Her araç geçtiğinde sanki bir vakuma çekiliyormuş gibi sarsıyor otomobili. Arka koltukta üzerime atılmış bir parka ile uyandım. Ötesi puslu. Arka cama bakıyorum bir şey gözükmüyor. Sol yanım yol, ötesinde ise yüksek duvarlar var ama ne olduğunu seçemiyorum. Diğer yanımdaysa uzunluğunu göremediğim bir otluk alan. Ön yolcu koltuğunun camı aralık. Doğrulunca üzerimdeki parka düşüyor. Üşüyorum.. Açım. Direksiyona geçmek için kapıyı açtığım sırada hızlı bir araç geçiyor.
Korana! Panik! Ve uyanma. Silkiniyorum. Tedbirli ve hızlı bir şekilde direksiyona geçiyorum. Fakat bu kısa yolculukla sudan çıkmış balıktan farksızım. Sileceklerin tekrarlanan sesi sanki bir canlıymış gibi kavramama neden oluyor direksiyonu. Pencereyi kapatıyor ve anahtarı çevirip otomobili stop ettiriyorum. Bekliyorum..
Gece olmuş, yağmur durmuş. Uzun sakallı ve kaba mantolu biri gülerek camı tıklatıyor. Bir elinde sigara diğer elindeyse yükünü belli eden bir kara torba. Başında eski bir bere. Dışarı çıkıyorum. Birbirimize sarılıyoruz sıkıca.
Sakalları aklaşmış. Derisi sertliğini yitirmiş. Hareketlerinde eski çeviklik yok artık. Kir ve is kokusu sinmiş üzerine. Yükünü bagaja koyuyor ve otomobile biniyoruz. Otomobili de kir kokusu sarıyor. Açlıkla midem tıka basa dolmuş konuşacak yer kalmamış. Yemek her şeyi güzelleştirir. Açılmamış Camel paketini uzatıyorum. Paketi açıp önce bana uzatıyor sigarayı. Kendide çekiyor bir dal, yakıyorum sigaraları. Ardından çakmağı da ona uzatıyorum. Her zamanki gibi parkasının cebine koyuyor sigarasını. Sigara pek bi acıtıyor ağızları.
Olanca uzaklaştığımıza emin olduğumda bir köyde durup yolu soruyorum. Onun deyimiyle kazaya ulaşıyoruz. Ve ilk gördüğümüz yiyecek noktasında durup midelerimizi dolduruyoruz. Şimdi her şey daha güzel.
Bulantılar sardı başımı, etrafıma bakındıkça siyah fayanslar sonsuzlaştı, derzler parmaklıklar gibi engeller oldu önümde. Tutundum. Fizikselliği hissetmek için tutundum. Tecrübelerimle sabit olarak tek çözümü buydu bulantılarımın. Tutunmak. Ellerimle kenarlarını kavradığım lavabonun giderine diktim gözlerimi. Gider deliği yavaş yavaş lavaboyu kapladı. Büyüdü, büyüdü tüm kara kutuyu kapladı. Artık kara kutu deliğin içindeydi, ben deliğin içindeydim, alafranga deliğin içindeydi. Bir tıkanıklıktık delikte, öyle sıkıştık kaldık.
Sağ kulağıma peş peşe çarpan ıslaklıkla delik yıkıldı, ellerim lavaboda kaldı. Ani bir hareketle sağıma döndüm. Tek gözü üzerimde, gözlerimin önünden bir balık geçti. Suratı asık ama bir o kadar da umursamaz bir şekilde, süzüle süzüle. Etrafımda balığı arayıp, ne olduğunu anlamaya çalışırken kapı vuruldu. Tekrar vuruldu. Aceleyle ellerimi yıkayıp kara kutudan çıktım. Yerime dönüp boş masaya oturdum. Çok bir kalabalık olmamasına rağmen neden ulu orta olan bu masaya oturduğumu bilmiyorum. Beklerken tüm gün kaç tane sigara içtiğimi hesapladım. Ne kadar yürüdüğümü düşündüm. Birden bire aklıma somurtan balık geldi. Bulantılarım daha ne kadar ileri gidecekti? Düşündüm. Tutunduğum anları her seferinde çıktığım yolculukları düşündüm. Kimden neyi gizlediğimi bilmeden yarım ve hızlı bir bakışla saatimi yokladım. Bu gülünç, kaçamak hareketime güldüm. Sonra kızdım kendime bu kadar erken geldiğim için. Sıkıntıdan etrafımı inceledim, kurcaladım. Önceleri gelmiş olmama rağmen bu kadar gözden geçirme fırsatı bulamamıştım mekanı. Genelde ahşaplar ve pastel palette renkler ağırdı. Bu ağırlığı bozan egzotik, yeşil dallı ağaçlar ve bazı bambular kusursuz şekilde yerleştirilmişti etrafa. Oldukça lüks bir görünüm sağlayan çoğunlukla siyah cilalı seramikler ve beyaz porselenler sadeliği ama bir o kadar da şık göstermeyi başarmıştı mekanı. Mekan bodrum katta olduğundan tam sağ çaprazımda girecek olduğu merdivenler ve solumda iki masa ötede ise boğazın manzarası vardı. Bulutlar ağır ağır güneşin üzerine oturmaya başlamıştı. Yardım çığıran bir el gibi güneşin kızıl haleleri masalara tutunuyordu. Güneş ağırlığa boyun eğdi. Tam o son ışıkla merdivenden aşağı sağlam adımlarla indi. Ak, seyrek sakallarını kesince gençleşmiş, tipi ortaya çıkmış, tebessümü gözüküyordu. Saçlarıysa her zaman kırdı zaten. Masanın yanına gelene kadar gözetledim hareketlerini. Ve bu kez doğru düzgün selamlaştık.
***
II
-3 gün önce-
Neredeyim ben?
Bir de gözlerimi açabilsem. Boğuluyor muyum?
Boğulmak boğulmak boğulmak?
Boğulmak; su su! Evet!
Sanırım boğuluyorum. Fakat ıslak hissetmiyorum.
Bir gözlerimi açabilsem. Bir açabilsem.
Ahhh.
Yağmur aracın camlarını yumrukluyor. Silecekler sürekli rutin hareketlerle kazanamayacağı bir savaşa girişmiş. Ne cesaret! Gök karanlık ama gece değil. Yol kenarında park halinde duruyor otomobil. Şoför yok. Araçlar umursamaz şekilde geçiyor yoldan. Her araç geçtiğinde sanki bir vakuma çekiliyormuş gibi sarsıyor otomobili. Arka koltukta üzerime atılmış bir parka ile uyandım. Ötesi puslu. Arka cama bakıyorum bir şey gözükmüyor. Sol yanım yol, ötesinde ise yüksek duvarlar var ama ne olduğunu seçemiyorum. Diğer yanımdaysa uzunluğunu göremediğim bir otluk alan. Ön yolcu koltuğunun camı aralık. Doğrulunca üzerimdeki parka düşüyor. Üşüyorum.. Açım. Direksiyona geçmek için kapıyı açtığım sırada hızlı bir araç geçiyor.
Korana! Panik! Ve uyanma. Silkiniyorum. Tedbirli ve hızlı bir şekilde direksiyona geçiyorum. Fakat bu kısa yolculukla sudan çıkmış balıktan farksızım. Sileceklerin tekrarlanan sesi sanki bir canlıymış gibi kavramama neden oluyor direksiyonu. Pencereyi kapatıyor ve anahtarı çevirip otomobili stop ettiriyorum. Bekliyorum..
***
Sakalları aklaşmış. Derisi sertliğini yitirmiş. Hareketlerinde eski çeviklik yok artık. Kir ve is kokusu sinmiş üzerine. Yükünü bagaja koyuyor ve otomobile biniyoruz. Otomobili de kir kokusu sarıyor. Açlıkla midem tıka basa dolmuş konuşacak yer kalmamış. Yemek her şeyi güzelleştirir. Açılmamış Camel paketini uzatıyorum. Paketi açıp önce bana uzatıyor sigarayı. Kendide çekiyor bir dal, yakıyorum sigaraları. Ardından çakmağı da ona uzatıyorum. Her zamanki gibi parkasının cebine koyuyor sigarasını. Sigara pek bi acıtıyor ağızları.
Olanca uzaklaştığımıza emin olduğumda bir köyde durup yolu soruyorum. Onun deyimiyle kazaya ulaşıyoruz. Ve ilk gördüğümüz yiyecek noktasında durup midelerimizi dolduruyoruz. Şimdi her şey daha güzel.
***
0 YORUM:
Yorum Gönder