Sonsuz Hatalar Zinciri

       Yaklaşık olarak 7 yaşındaydım. Annemle beraber denizde yüzerdik ve ben çok severdim bu sonsuzluk mavisinin ışıklarında dalgalanan o gece yarısı ay ışığı yansımalarını. Annem mütemadiyen çalışmak zorunda olduğu için genelde geceleri yüzme fırsatımız olurdu. Denize girdiğimiz yerin görece uzak açıklarında ufak bir ada bulunurdu ki kendisi balıkçı teknelerinin uğrak yeri olur ağlarla galon galon balık çıkardı. Akdenizin ekmek teknesiydi kendisi adeta, fırsatçı balıkçıların hepsi burada kendine bir alan bulurdu. Annem ile beraber ne zaman denize girsek beni bu adaya kadar yüzmeye ikna etmeye çalışırdı, balıkçı ışıklarını yol gösterici olarak kullanırdı. Beraberce kaçmak isterdik, o ada ve kendisine eşlik eden balıkçı ışıklarının çığlıkları özgürlüğe yelken açmak demekti bizim için. Her zaman, istisnasız her zaman yarısına kadar yüzecek cesareti gösterip sonrasında gerisin geri yüzer dönerdik.

        Kokardım, kasları zayıflamış kendinden vazgeçmiş annemin geri dönemeyeceğinden korkardım. Bir gün hiçkimse yokken atladım ve yüzebildiğim kadar yüzdüm, korkacağım hiç bir şey yoktu bu sefer, hava olabildiğince güneşli denizde bir o kadar durgundu.  Tereddüt edecek hiç birşey yoktu aslında. Temelinden delikanlılığa adapte edilmiş bir erkek çocuğu olarak kendimi kanıtlamanın sınırlarına varmıştım adeta.  O adaya varmak demek bir nevi seviye atlamaktı benim için. Sonsuz yosun ve tuzlu akdeniz kokusu arsında çılgın gibi yüzüyordum. Sonunda varmıştım, oksijen patlamasına uğrayan ciğerlerimle hızlı hızlı soluyordum.  Etraftaki teknelerin kornaları ve ağ çekerken kullandıkları anlamsız sözcükler arasında varmıştım hedefime.Adeta özgürlük patlaması yaşıyordum. Henüz 7 yaşındaydım fakat adanın sarp kayalıklarına, çorak topraklarına uzanırken apansızca yüzmenin vermiş olduğu özgürlüğün ve başarmış olmanın verdiği o tarifsiz tatminle yaşıyordum.. Başarmıştım lan!! Kaç kere korkakça ve çocukça(!) kıyısından döndüğüm, benim için özgürlüğe adım olan topraklara ulaşmanın verdiği umarsız sevince kavuşmuştum sanki. Halbuki kıyıdan taş çatlasa 250 metre uzaklıktaydım fakat bana sorsan kıbrısa kadar yüzmüştüm.

        Hayat buna benzer, bireysel özgürlüğün tadını tek bir defa alanlar için çok acımasız bir senaryoya sahip. Şimdi geriye dönüp bakınca anıları tek tek deşince anlıyorum bunu. Hiç kimseye ve hiçbirşeye sahip olmak, tek bir kıyıda bile saplanıp yüzmek gelmiyor içimden. Açılmak istiyorum sonsuzluğa ve güneşe doğru akıp gitmek isteği asla azalmıyor. Ateşin yaktığını, bununla birlikte bu ucu bucağı görünmeyen yangının çıkışı olmadığını bile bile atlamak geliyor içimden. Su bulunca içiyorum fakat çeşmenin başında durmak işkenceden öte bir şey değil sanki. Yürümem lazım, koşmam lazım hepsinden öte yüzmem lazım mavinin derinliklerine doğru, güneşin yansıdığı dalgalar boğulacağımı bile bile kulaç atmam lazım. Önemli olan varacağım yer değil, önemli olan yolda olmak, yolun kendisiyle bütünleşmek aslında. Bu yolda çeşitli insanlarla karşılaşıyor insan, kimisini asla bırakmak istemiyor. Sevmek bir insanın en zayıf noktası, evrimin insanlar üzerinde en ayırt edici değişkeni bana kalırsa. İnsanlar evrimsel süreçte çeşitliliği arttırmak için kendisine en uzak olanla beraber olmak üzerine evrimleşmiştir. Soyun farklılığını ve başarısını etkileyen en önemli unsur budur. Fakat bu farklılığa olan özlem her zaman iyi sonuçlar doğurmayabilmektedir. Tek bir notanın tınısına saklanmış ve asla ama asla unutulmayacak özlemler taşır bu çeşitlilik arayışı.

       Bununla birlikte birde değişime duyulan tarifsiz düşkünlük vardır. İnsana olduk olmadık yerde umursamaz kararlar aldırır. Getirdiği yükü ömür boyu taşımak zorunda olduğu.Tek bir dublenin bile zehir olduğu anlar yaratır, gözlerini kısıp yıllar öncesini hatırlatan sonsuz pişmanlıklar içeren. İnsanı boktan bir hayatın kıyısında olduğunu bile bile kucağına çağırır bu son ana kadar özgür kalıp sonsuza doğru yüzme isteği. Anneler ölür, sevgililer terkeder fakat bu varoluştan gelen maviyi arayış isteği asla ama asla azalmaz, aksine çoğalarak hayatının her saniyesini daha çok sikmeye başlar ve daha az durumsal faaliyetten mutlu olma hissi bırakır insanın içinde. Kapı kolunu kırıp kapının içinden geçmek gelir insanın içinden. Aslında o kapı senin iradendir, iradeni kırdığın vakit uzay boşluğunda dahi yolculuk yapabilir, varolmak istediğin yere doğru adım atabilirsin fakat hiç bir zaman garantisi yoktur bu adımlarının. İşte budur zaten insanı dipsiz bir kararsızlıkla artık durup nefes almakla soluksuzluğa rağmen devam etme isteği arasında bırakan
paylaş:

Ufaktan bir cigara hikayesi

Kapatma amına koduumun mekanını demek istedim, sonra baktım etrafa, bi kaç kere ölürken yeniden doğdum. Yanlış mı mekandayım dedim lan burası benim evim sanki. Sol köşede duran kırık bira şişesi ancak benim odamda bu denli umarsız durabilir. Hem sen kimsin siktir git, defol defol diyorum karanlıkta gözükmeyen yüzünü adım gibi ezebere biliyorum kapatma kıçına patlattığımın  mekanını.

Sarı taş duvarlara bakarken fırlatıyorum elimdeki tekliasız tekila bardağını, hay sikiim diyorum acaip sahiciyim lan kafam inanılmaz döünyor. Neyse hoppa cuppa falan derken çiş bitiyor sarı taş duvarlar bana sanki onlara hiç işememişim gibi bakarken imdadıma beyaz selpak yetişiyor, birayı tutan ellerim kaymasın diye siliyorum ellerimi.

Yeniden hay sikiim diyorum çünk kalan son iki sigaramı içmiş ibneler, nabıyonuz lan yarraam demek geçiyor içimden lakin mekana olan kızgınlığımı hatırlayınca vazgeçiyorum. Noldu amına koyim kapatıyorlarmıymış derken geliyor biralar, olan bitene adam alınmış meğersem, sabaha kadar en az iki saat burdayız boku yedik.

Masanın öbür ucundan bakıyor sikindirik sikinidirik sanki eine verdik, kafiyenin böylesine can feda bu şiirede burada eleveda.  Neyse nerede kalmıştık ?  Bizim cigaramız diye bir tabirin olmadığı ortamda benim sigaralar bir bir götürülmüşken şöyle dolu küfredeyim masayı sağlamından bir dağıtayım derken imdadıma bu ucube kaltak yetişiyor ve uzatıyor cigarasından bir dal. Kendisini pek sevmesemde sigarasına hayır diyecek kadar da enayi değilim. Yanımdaki pezevenkten şüpheleniyorum herifin hayat hikayesi otlakçılıktan geçiyor benim sigaraya da kesin bu çullandı.

Derken yeniden kafası geliyor amına koduumun kovasının. Bok vardı dönecek diyorum, o kadar güzelimki muhabbette dahil olayım iki lafın belini kırayım karşımda boş boş oturan hatunla (bu kafayla her yol paris) ufaktan sosyalleşeyim diye düşünürken gözlerim yanmaya başlıyor,  yine sigarayı ağzımda unutmuşum lan!! neyse.. İçime içime çekiyorum umurumda değil nolacaksa olsun zaten boşboğazlıkta sınır tanımam.. Hemen sonra giriyorum lafa derinden ama konuşamıyorum lan ciddi ciddi konuşamıyorum, normalde ortamdakilerin susturmak için kavga çıkarttığı ben, ancak kendimle konuşabiliyorum nitekim onu da beceremiyorum. Kendime ne söyediğimin bile farkında değilim, en iyisi çıkayımda az hava alayım.

Mekanın kapısında buluyorum kendimi ve elimdeki taze sipariş bomonti, dışarıdaki it titreten göt dodnduran Ankara soğunun yanında soba görevi görüyor adeta. Bu ne soğuk lan derken cebimdeki zippo geliyor aklıma ve oynamaya başlıyorum. Nasıl bir işsizlik lan bu, sarhoşluğum beni iyiden iyiye zaptetmişken inceden inceye kar atıştırmaya başlıyor. O değilde her zaman sevmişimdir ben bu kar muhabbetini inceden beyazlaşırken hafiften bir romantiklik düşüyor dibine kadar boka batmış hayatıma. Şimdi bu muhteşem tanecikler şu gudubet geceye az biraz ışık çakmışken yanında bir sigara yakmamak olur mu hiç ? O an aklıma geliyor cigara almam lazım lakin bu soğukta fazladan beş dakika yürümek demek bembeyaz bir kardan adam olarak geceye geri dönmek demek. Tam da bu anda çokta sikimde diyerekten içeri giriyorum ve ceketimi almaya yelteniyorum. O da ne ceketim yok, azcık bakınınca anlıyorum, bizim şırfıntı geçirmiş sırtına. Fazla sammi olmamaya çalışarak gidiyorum yanına ve anlatıyorum olan biteni, lan o değilde ayıldım mı ne bülbül gibi şakıyorum valla hatunla konuşurken. İnceden hoşuma da gitmiyor değil ha bu muhhabet. Neyse fazla uzatacak ne halim var ne zamanım derken hatun paketindeki bir kaç daldan birini uzatıyor tekrardan ve "al burada yak gidersin sonra" gibisinden bir şeyler zırvalıyor. Olmaz diyorum gitmem lazım ve alıyorum ceketi usulca süzülüyorum, karanlığa isyan eden beyazın ortasına. Ne çok uzadı lan bu sigara muhabbeti neyse sonuç olarak Ankara'nın o göt donduran soğuğunda bir kaç sokak sonra donmaya yüz tutmuşken ellerim, tam da küfredip geri dönmeyi kafaya koymuşken buluyorum kapanmayı unutmuş büfelerden birini. Haracımı ödeyip vergimi verip alıyorum siktiimin sigarasını ellerim titriyor, beynim donuyor lan bu nasıl soğuk diyorum içimden vakit kaybetmeden yakıyorum bir tane ve sıcaklığını çekiyorum içime. O an sanki yeniden sarhoş oluyorum..Bir kez daha kaybettiğim herkese inat o iğrenç hayatıma geri dönmek için yürümeye başlıyorum..
paylaş:

Dedemin Günlüğü| Doğuş Serçe



“Birazdan o ışık sönecek Selma, sen gittiğinden beri hep aynı saat, hep aynı dakika da sönüyor. Hiç şaşmadan hem de. Hani rivayetler vardır iyi insanlar öldüğünde başuçlarında yahut odalarında bir saat varsa ölümün geldiği dakika dururmuş. İşte aynı buna benzer bir durum yaşıyor bu lamba da. Bende ilişmiyorum, kimseye şikâyet etmiyorum çünkü biliyorum senin gidişine üzülüyor bu ışık. Başka bir ışığa yaklaştığını biliyor. Geçen gün rakı beyazı o çok sevdiğin çorabın eşini buldum ve hatırladım senin ne kadar küçük ayakların olduğunu ve daha çok üzüldüm. Sen gittiğinden beri çok korktum Selma. Gözlerim bozuldu, kulaklarım ağır işitir oldu, utanarak söylüyorum kimseler duymasın dün altıma kaçırdım. Sen burada olsaydın utanmazdım. İnan, hiç utanmazdım. İnsan hiç canından utanır mı? Aklıma bir sürü şey geliyor sonra. O kadar çok şey geliyor ki oturduğum yerde yoruluyorum. Seni ilk gördüğüm gün geliyor mesela daha doğrusu seni ilk gördüğüm ve âşık olduğum gün. O an Güneş’in, bulutların, kalbimin nasıl devasalaştığı hatırımdan hiç çıkmıyor. Gökyüzünde mutlu bir fırtına patladı ve anında dindi sanki. Ve birbirimize yazdığımız pusulalar, o güzel el yazın, o ince parmakların. Saklıyorum hepsini.”
Elimde dedemin günlüğü, okulun bahçesinde durmuş dedemin o gün gördüğü gökyüzünü görmeye çalışıyorum. Etrafımı izliyorum. Elli sene önce burada karşılaştıklarını biliyorum. Dedemin bu bahçede âşık olduğunu kokluyorum. Belki şu duvarın arkasında belki tam benim oturduğum yerde gördü anneannemi. Dedeme detay vermediği için kızmak istiyorum. Bütün aile dedemin duygusal tarafının tam olarak bende tecelli ettiğini söylüyor. “Ne olurdu” diyorum içimden “Ne olurdu onu tanıyabilseydim.”

İçime içime terliyorum. Nasıl oldu da bizimkiler dedemi böylesine yalnız bıraktı. O evde kim bilir ne kadar ağladı, içi parçalandı ve bunları yazdı. İki sene de yazılmış üç defter hepsi ağzına kadar dolu. Evin çeşitli yerlerinde anneannemin ölümünden sonra aynı şekilde kalmış anılar ve benim bunları göremeyişim. Babamın ahmakça “ Ya hu son zamana doğru ev iyiden iyiye çöp eve dönmüştü. Hatırlıyor musun Ayşe, baban depo olarak kullandığımız o odadan ne var ne yoksa ortalara saçmıştı” deyişi. Annemin hüzünlenmesi. Dedemin vefatından sonra anıların doğru düzgün bakılmadan poşetlenip atılması ve akrabaların tam manasıyla akbaba gibi eve üşüşüp kendilerince işlerine yarabilecek eşyaları yükleyip götürmesi.  

Dalıp gittiğim eskiden beni Aslı’nın sesi kendime getiriyor.

“Haydi derse geç kalacağız.”

“Ben gelmeyeceğim Aslı çıkınca görüşsek.”

“Bizimkilere söz verdim çıkışta. Akşam doğum günü olayları işte biliyorsun. Pastalı, sürprizli doğum günü yapmasınlar diye kendi doğum günü organizasyonumu kendim yapıyorum.”

“İyi bakalım akşam görüşeceğiz nasıl olsa.”

“Aynen, mesaj atarım ne yapacağımızı.”

“Tamamdır.”

Aslı’nın arkasından bakıyorum uzun uzun ve ardından gökyüzüne bakıyorum. Gökyüzü büyümüyor, devasalaşmıyor ama Aslı’yı seviyorum. Belki de dedemin gözleri bende yok. Belki de dedemin baktığı açıdan göremiyorum Aslı’yı ve bir daha kızıyorum. Detay vermediği için…
Okuldan çıkıp hızlıca eve geçmeye çalışıyorum. Yol uzuyor, bitmiyor. Günlüğü bu sefer yalandan açıyorum. Ulaşım araçlarında dedemin tek nüsha, bence eser olan, günlüğünü tüketmek istemiyorum ama günlük, ruhumda derin bir çöküntü oluşturuyor ve beni içine çekiyor. Bu yüzden üç defteri tekrar tekrar okuyorum.

“Hayat çok tatsız Selma, eskisi gibi değil hiçbir şey. Zaten sen gittikten sonra geleceği görme arzusu içimde tükendi. Birden gitti. Hayat dolu ben, içi boşalmış bir ihtiyar olup çıktım. Gün bitsin diye ip çekiyorum. Bazı zaman oluyor ki hiç yataktan çıkmak gelmiyor içimden ama yılların alışkanlığı sabahın kör saati ayakta buluyorum kendimi. Karşı kahveye gidip o pis kahveden yarım yamalak içiyorum. Senin kahven gibi değil bunların yaptığı. Nasıl da benden önce uyanır evi mis gibi kahve kokuturdun. Kahvaltılarımız nasıl da güzel geçerdi, şimdi iki zeytin bir dilim ekmek yetiyor doymama. İnanır mısın bulaşık bile çıkmıyor evde.  Öğlen çabuk geçsin diye bir duble rakı içiyor, eski plakları dinliyorum. Beraber dinlediğimiz plaklara ruhundan kırıntılar sıkışmış, hissediyorum ve akşam oluyor. Artık akşamları hiç sevmiyorum Selma. Yapay ışıkta parlayan gri saçlarını hatırladıkça ağlıyorum. İki duble rakı içiyorum. Büyük siniye koyuyorum hani senin çok sevdiğin, çok az da peynirle beraber. Artık rakı da uyutmuyor beni. Seslice okuduğun kitaplardan birine elimi atıyorum. İlk cümlesinde sesin kulağıma değiyor, kapatıyorum kitabı sesini dinliyorum. Bol bol eski fotoğraflarımıza bakıyorum. Cumbada biraz seni özleyerek, biraz sana küskün uyuyakalıyorum. Gittiğinden beri yatağımıza başımı koyup uyuyamıyorum. Ellerimi değdiriyorum nevresimlere, yastığına. Kalbim sıkışıyor.”

Eve gelip kendimi külçe gibi yatağa bırakıyorum. Cüzdanımı ve telefonumu yatağın yanına bırakabiliyorum yalnızca. Dedemin yazdıkları sadece ruhuma değil bedenime de ağır gelmeye başlıyor. Dört aydır yalnızca dedemin günlüklerini ve birbirlerine yazdıkları pusulaları okuyorum. İçimde dedem ve birbirlerine duydukları aşk yeşeriyor.  Ancak bu aşkı taşıyamıyorum ağır geliyor, Aslı’yı anneannemin kendimi ise dedemin yerine koymaya çalışıyorum. Aslı’nın dört aydır takılı kaldığım bu günlüklere olan ilgisizliğine nefretle bakıyorum ama sonra Aslı’nın bu hikâyede henüz yeri olmadığı için bir şey söyleyemiyorum. Kafamı koyduğum gibi uykuya dalıyorum. Rüyamda metruk bir ev, boş eski koltuk, kararmış bir sini ve kırık bardaklar görüyorum. Evin içinde adım atamıyorum çünkü tetikte bana saldırmayı bekleyen sivri dişli, ağzından salyalar akan iri bir köpek duruyor. Ne ileriye gidebiliyorum ne de geriye. Olduğum yerde kalmışım ama korkmuyorum. Gözlerim birden açılıyor, ağzımda ekşi çok kötü bir tat dolaşıyor.  Terden sırılsıklam olmuşum, yatakta doğruluyor kendime gelmeye çalışıyorum. Rüya, gözümün önünden hızla geçiyor. Gözlerimi ovuşturup telefonu elime alıyorum. Telefonun ışığı gözlerimi yakıyor, birazdan alışacak gözlerim biliyorum o yüzden direniyorum. Saate bakıyorum önce hepi topu üç saat uyumuşum. Aslı’nın mesajına bakıyorum ardından.

“Sekiz gibi Pervaz Bar’da buluşuyoruz. Ardından Moda Sahil’e geçeceğiz. Biliyorum bara gelmek istemeyeceksin ama gel lütfen.”

Başparmağımla dokunmatik ekrana dokunuyor ve ekranı yukarı doğru kaydırıyorum, üç gün önceki konuşmamızdan kalan bir mesajı tekrar okuyorum.

“Bu arada babam pikap alacakmış bana annemden öğrendim, eski kafa ama hoşuma gitti.  Değişmiyor adam her sene antika eşyalar alıyor.”

Aklım karışıyor aniden. Duraksıyorum. Telefonu elimden usulca bırakıyorum. Ağzım yarı açık kalıyor. Ayağa kalkıp dolabımın üzerindeki ayakkabı kutusunu indiriyorum. Masaya koyuyor ve titreye titreye içindeki kâğıtları çıkartıyorum.

Avuçlarım sızlıyor, kulaklarımda uğultular dolaşıyor. Aradığım kâğıdı buluyorum, Anneannemin o temiz el yazısı karşımda duruyor.

“Biliyor musun babam bana gramafon alacakmış öyle mesudum ki, anlatamam. Geçen sene bozulmuştu alamamıştık yenisini.”

Ardından dedemin günlüğüne dönüyorum. Dedemin üçüncü günlüğünde yani ölümüne ramak kala yazdığı günlükte aldığı plaktan ve alınmayan gramafondan bahsediyor. Hediye ettiği plağı ancak evlendiklerinde dinleyebildiklerinden ve o günün nasıl hüzünlü, nasıl neşeli, nasıl duygusal, nasıl coşkulu geçtiğinden bahsediyor.

Önce defteri masaya bırakıyorum ardından pusulalar elimden ağaçtan kopan sonbahar yaprakları gibi kopup masaya dökülüyor. Kalbim sıkışıyor, bedenim heyecandan ha patladı ha patlayacak vaziyette hazırlanıyor. Aklımda, dilimde, gözlerimde hep aynı soru dolaşıyor. Elimde Aslı’ya hediye olarak aldığım plak, hafif tebessüm, yoğun heyecanla Pervaz Bar’a aynı soruyu tekrarlayarak giriyorum.

“Ya o pikabı almazsa?”

 Fotoğraf:http://www.yutmografim.com/2013/05/
paylaş:

Ne İşi Var O Sandalyenin Orada?

 Uzunca bir süre yazmadım.Kağıt kalem görünce kaçtım.Hatta bir ara konuşmadım.Konuşmadıkça yankı yaptı sesler kafamın içinde.Boş bi' sandalyeyi karşıma alıp konuşmaya başladım.Sesler birleşip çocuk oldu tutundu sandalyenin  ayağına baktı güldü yüzüme.Bir sürü güzel duygu güneş ışığından çok girdi odanın içine,annemi hatırladım.Hatırladığım gibi de aradım "iyiyim" dedim bi anlamı olmasa da onun iyi olduğunu duyup gülümsedim yeterdi bu mutluluk o eve.Konuşmaya devam ettikçe büyüdü çocuk büyüdükçe sertleşti yüzü;kemikli,agresif bi hal aldı.Çok hızlı büyüdüğünü fark ettim ölümü hatırladım.Odadan çıkmak istedim,odada bıraktığım çocuk muydu artık adam mı karar veremedim bu yüzden de odadan çıkmadım.Çıksam çıkardım ama adını koyamadım hayatımda yeterince yarım kalmış şey varken onu da bırakmayayım dedim düşünmeye başladım.Ellerimi kafamın arasına aldım sanki birazcık sallasam yerine gelecekmiş gibi parçalar.Sıktım alnımı sertçe ovaladım sanki batıyordu ucu açık bıraktığım herşey kafama.Keşke hepsini bi rakı masasında bırakıp kalksaydım dedim;tam bırakmak geçerken aklımdan konuşmayı bıraktım.

 Epey süren sessizlikten sonra "senden bi bok olmaz" dedi sandalyedeki adam üstüne de gülümsedi hafifçe.Babamı hatırladım.Baktım ben konuşmasam da büyüyor.Değersizliğimizi anladım şu koskoca dünyada bi bok değiştiremediğimizi hatırladım.Sabaha kadar dertleşilen rakı masalarının,kış gününde kavranan çay bardaklarının,okunan güzel şiirlerin,dinlenen bütün şarkıların,içinde başlayan her duygunun da bittiğini hatırladım.Öyle ya rakının da çayın da mısraların da sonu vardı elbet.En fazla bi çay daha söyleyip şarkıyı baştan açardın.Bir süre sonra da o keyifle kavradığın bardakta kulağını okşayarak girip seni mest eden her sözden sıkıldığın zaman anlamsızlık başlıyordu hemde kaçınılmaz.

 Yaşlandı adam ben bunları düşünürken çizgi çizgi oldu alnı,çirkinleşti burnu,kurudu dudakları.Benimde tadım kaçtı zaten çayın altını çoktan kapattım.Kağıda da bi kaç kere imza attım sıkıntıdan.Zaten evde soğudu diyip camı da kapattım,ayaklarımı sehpaya uzattım."eeee dedim günün de sayfanın da sonuna geldin.ikisini de bi boka benzetemedin." Adam 'haklısın' desin istedim sonra da vazgeçtim.Zaten sandalyeyi oraya koymam saçmaydı,bu saate kadar uyanık kalmam da.
paylaş:

Tanrı, kaybetmek, ölüm ve varolmak üzerine...

Düşündüğü için mi var eder insan yoksa var olduğu için mi düşünür?

Belirli bir düşünce içerisindeyken var etmez insan. Tanrı var olduğu sürece düşündürür fakat düşündürmediği sürece var olmaz Tanrı. Ki ölüm de bunun bir benzeridir. İnsan ölümü bilip ölümsüz yaşamaya odaklı bir canlıdır. Yaptığı her harekette yıllar sonrası düşünen bir canlı bu sırada ölümü unutur.
Unutmak, düşünmemektir. (ve kayıp şehir unutulmuştur zaten.)

Düşündüğü için mi var eder insan yoksa var olduğu için mi düşünür?

paylaş:

Fırat

Hiçbir şey aynı değil artık.
Ne söylenen sıcak bir günaydın, ne bir iyi geceler, ne yastığa başımı koyduğumda aklımdan geçenler.
Güneşin sensiz bir sabaha doğacağını bile bile bu gece uyuyamadım.
Sonra; düşündüm, yıllardır zaten sensiz doğuyor güneş ama yine de teselli bulamadım. Sensiz doğup, batan güneşten daha kötüsü de varmış be, anladım!

Artık umut da olmayacak doğan günde,
şehir bir aydınlanıp bir söndüğünde,
Osmanbey sokaklarında yürüdüğümde,
bir köşeyi döndüğümde,
seni düşünüp sövdüğümde ya da güldüğümde,
seni hatırlatan her şeyin içinde sen olmayacaksın artık. Yaşarken olmadığın gibi.
Olmadı bu dünyada ne bir malın, mülkün, ne de bir dileğin,
göçtüğünde de olmadı yerin, yurdun ne de bir kefenin.
Dünyada özgürlüktü tutkuyla özlediğin,
Fırat oldu ebedi meskenin.
Özgür ol..!




paylaş: