Kopuk Başlar ve Gar | Doğuş Serçe



Kopuk Başlar ve Gar

Elimde, avucumun içinde türünü bilmediğim bir kuşun kafası duruyor. Onu az önce yerden aldım ve şimdi yeniden yerine bırakamıyorum. Ne zaman öldüğünü kestirmeye çalışıyor kestiremiyorum. Kurumuş göz yuvaları, toprak ve kumdan kirlenmiş yaşarken parlayan ama öldüğünde tiftik tiftik olmuş tüylerinde parmaklarımı gezdiriyorum. Çürümüş kafasına biraz iğreti ile biraz hayranlıkla göz gezdiriyorum. “Niye öldüğünü anlayamıyorum” diyorum avucumun içine doğru. Kafasından kesif bir koku önce elime sonra burnuma yapışıyor.

“Niye öldüğünü kim anlamış ki bu zamana kadar” diye devam ediyorum. Ölü olan kafasını cebime koymak geliyor içimden ama iğrenme duygusuna bir türlü engel olamıyorum. Olduğum yerde kalakalmış bekliyorum. Tek elimle telefonu cebimden çıkartıp Savaş’ı arıyorum.

“Savaş nasılsın abi, ne var ne yok?”

“Ne olsun be oğlum bildiğin gibi çalgı çengi işleri çalmaya devam ediyoruz işte, sende ne var ne yok?”

“Bak Savaş ben bir şey söyleyeceğim sana daha doğrusu danışacağım ne yapacağımı bilemedim.”

“Söylesene oğlum ne duruyorsun?”

“Savaş benim elimde ölü bir kuşun kafası var. Cebime koymak istiyorum ama iğreniyorum onu burada bırakmakta istemiyorum.”

“Saçmalama Tamer at onu elinden, bak yine başlamadın değil mi? Melike yanında mı?”

“Sen şimdi atmamı söylüyorsun yani, onu burada bırakıp gideyim mi?”

“Tamer Melike yanında mı?”

“İşe gitti. Bende onun yanına gideceğim galiba.”

“Kardeşim kendine gel, lütfen.”

“Ama…”

“Aması falan yok nerede olduğunu konum olarak at Süha almaya gelsin seni.”

Telefonu kapatıyorum. Bir daha çalıyor, bir daha kapatıyorum. Melike arıyor, meşgule atıyorum. Bir daha arıyorlar, telefonu fırlatıp atıyorum. Savaş’a küfürler ediyorum. Kuştan özür diliyorum. Savaş’a daha ağır küfürler ediyorum. Başım dönmeye başlıyor gözlerimi etrafta dolaştırmaya başlayınca nerede olduğumu anlıyorum. Haydarpaşa Gar'ındaki metruk trenlerin arasındayım. Elimi sabit tutarak, baş dönmesinin verdiği afallamayla yalpalayarak trenlerin, vagonların arasında yürüyorum. Yoksa alkollü müyüm? Ama olamam, bıraktım. Bırakalı çok oldu. Yoksa geçmişi mi yaşıyorum? Ama olamaz, şimdiki zamanı koklayabiliyorum.

Kapısı açık vagondan yavaşça içeriye giriyorum. Hiçbir yere dokunmamaya çalışıyorum. Çürümüş koltuklara, kirli camlara, bira şişelerine, kadın çoraplarına, ateş yakıldığı ve bu ateşte yakılmış olduğuna emin olduğum nesnelere…

Ağzımda büyüyen bu ekşi tat kusma isteğimin göstergesinden başka bir şey değil. Bunu hissedebiliyorum. Gitmek isteği bastırıyor ama gidemiyorum. Hiçbir zaman hiçbir yerden doğru zamanda gidememiştim zaten. Çocukken tek başıma böyle yerlerde geziyor, korkudan ödüm kopuyor bedenim zangır zangır titriyordu ama gidemiyordum. Yoksa beni buraya çocukluğum mu getirmişti? “Bu kuş buraya ait değil, buraya ait olamaz” deyince kendi sesimden ne kadar korktuğumu fark ediyorum. Sanki bir anda bu metruk yere hırsızlar, baliciler, şarapçılar, müptezeller doluşacak ve ben kendimi topyekûn kaybedecekmişim gibi geliyor.
  
Vagondan çıkıp hızlı adımlarla kalabalığın nerede olduğunu bilerek yöneliyorum. Kafamı kaldırıyor ve vagonların birinde erkek ayağı görüyorum. Vagonun üzerine yatmış, kırk iki numara siyah Converse ayakkabı ve dize kadar bacağı vagonun üzerinden aşağıya sarkmış. Görüş açımı genişletmek için geriye birkaç adım atıyorum ve daha iyi görebilmek için zıplıyorum. Zıplarken kuşun kafasını elimden düşürüyorum. Düşmenin şiddetiyle zaten bir iki çürük bağ ile duran gagası bir yana kalan kısmı öbür yana dağılıyor. Bende dağılıyorum. Görebildiğim kadarıyla adam çırılçıplak yalnızca ayağında ayakkabıları var. Genç bir erkek bedeni usulca duruyor vagonun üzerinde. Ölü olduğunu kesik boğazından ve kandan anlayabiliyorum. Geriye doğru koşup fırlattığım telefonu arıyorum ama bulamıyorum. Adamın o hali gözümün önünden gitmiyor, bir şey yapmanın telaşı içinde sağa sola korkulu bakışlar fırlatıyorum. Telefonu bulamayacağımı anlayınca gerisin geri Haydarpaşa Köprüsüne doğru koşuyorum. Çünkü biliyorum oradan az da olsa insan geçiyor. Sesimi duyarlar umuduyla bağırıyorum ama kimse duymuyor. Biraz daha yakınlaşıyorum, kimse duymuyor. Belki de ilgilenmiyorlar. Kaçıp gitmek geliyor içimden, ama engel oluyorum kendime. Yarım saat ölü bir kuşun kafasını dert edinmişken ölü bir adamı burada nasıl bırakabilirim?

Kimseye sesimi duyuramayınca köprüye çıkıyorum. Bu seferde kimse geçmiyor, arabalardan birini durdurmaya çalışıyorum hiçbiri durmuyor. Köprüden adama bakıyorum. Kıllı ve sıska bedeni elimde tuttuğum kuşu andırıyor. Daha dikkatli bakıyorum. Adam bana benziyor. Sakinleşiyorum bir anda ve tekrar aşağıya iniyorum. Melike’nin sesini duymak istiyorum. Savaş’a küfür etmek istiyorum. Süha’nın gelip beni almasını istiyorum.

Kuşun kafasını düşürdüğüm yere dönüyorum. Bu sefer koşmadan, yeniden elime almak için eğildiğimde ayakkabılarım gözüme çarpıyor. Kırk iki numara siyah Converse…

Zihnim bulanıklaşıyor, vagona yaklaşıyorum adamın üzerime düşmeyeceğine emin olduğum bir pozisyon seçiyorum. Zıplayıp adamın bacağını yakalıyorum ve aşağıya çekiyorum. Çuval gibi düşüyor. Kafasını bedeninde tutan şeyin on santim kadar deri olduğunu görüyorum. Ama bana neden bu kadar çok benziyor? Boynumda hissettiğim bu şey kopma hissi mi?

Tek elimi vagona koyuyor, eğiliyor ve kusuyorum. Kusarken bir yandan da olay yerine kanıt bıraktığım için kendime kızıyorum. Yerde yatan cesede yaklaşıyor ve sanki daha önce defalarca yapmış gibi büyük bir sakinlikle adamın kafasını bedenden ayırıyorum. Şimdi iki elimin arasındaki kafa bir insana ait. Ve ben iğrenmiyorum.

Bir ayna istiyorum. Bakmak için, benzerliğimizin boyutlarını kavrayabilmek için. Ne olduğunu anlayabilmek için. Açık ağzından sarı dişlerini görüyorum, başparmağımı burnunun üzerinde gezdiriyorum. Gözkapaklarının arkasına saklanmış sönük ela gözlerine gözlerimi dikiyorum. Kalın kaşlarında bana ait bir benzerlik arıyorum. Başının önünde toplanmış beyaz saçlarını göz kararı saymaya çalışıyorum. Hava bozuyor, kesik kesik ahmakıslatan yağmuru dökülüyor gökyüzünden. Vagon camlarının kiri biraz olsun temizleniyor. Adamın kafasını saçlarından kavrayıp tek elimi boşa çıkartıyorum. Boş kalan elimle camı temizliyorum. Adamın kafasını yanağıma birleştirerek ikimizin kafasını yan yana getiriyorum. Boynunu omzuma koyup başı sabit tutmaya çalışıyorum. Hayatta ilk defa bir ölüyle karşılaşıyorum ve bu ölü bana benim kadar benziyor. Neredeyse eminim, bu cesedin bana ait olduğuna. Kendimi hayalet olarak görmeye başlıyorum. “Haydarpaşa’da bir hayalet dolaşıyor, kendi bedeninden kafasını söküp elinde tutuyor.” Bütün sinirlerim boşa çıkıyor ve gülmeye başlıyorum.

Polis arabası görüyorum, gülüyorum. Kapıları açıp silahlarını bana doğru doğrultuyorlar, gülüyorum. Bir şeyler bağırıyor, anons ediyorlar, kahkaha atıyorum. İki el silah sesiyle kendimden geçiyorum. Polis Haydarpaşa Gar’ında bir hayalet vuruyor. Kafam elimden düşüyor. Ben benden düşüyor, bedenimin yanına kıvrılıyorum. 

Fotoğraf:Murat Kulak
paylaş:

Kuyruk Acısı ve Kertenkele Sığınağı |Doğuş Serçe



Kuyruk Acısı ve Kertenkele Sığınağı

Kertenkelelerin kuyruğunu, bedenlerini kestim ve yaptığım bu iş, hiç hoşuma gitmedi. Ama önemli değildi. Zaten yaşantım hoşuma gitmeyenlerden ibaretti. Sürüngenlerle çocukluktan beri uğraşan ben, sürüngenleştim. “Zaman dönek bir şeydir” derdi dayım. Dayım niye böyle ulvi cümleler kurardı anlamazdım. Zira bu görev onun değildi. Dayımdı en nihayetinde. Böyle cümleler kurmasına gerek yoktu. Ama birinin bana “Kertenkele kesme sonunda sende sürüngen olursun” demesi lazımdı. Fakat bunu söylemesi gereken adamların, kadınların, bilhassa akrabalarımın çoğu toprağın altında sürüngenlere çoktan yem olmaya başlamıştı. Sanırım bizim aile geleneğimizdi bu. Sürüngenlerle, bin türü böcek, haşeratla kan bağımız belki kan davamız vardı. Yaşarken biz onları öldürüyorduk, en azından ben öldürüyordum öldükten sonra da onlar bizimkilerden ziyafet çekiyordu.

On yaşında annemin yanına koşup “Anne, kulağıma kertenkele kaçtı.” dedim. Cevabı netti. Elindeki tabağı mutfak masasına bırakıp “Hangi kulağına?” diye sordu. Gösterdim. Kulağımla yanağıma denk gelecek şekilde tokadını savurdu ve tam isabet tokat, yerine yani yüzüme oturdu. O gün anladım ki kulağından içeriye kertenkele girerse kendini bütün gücünle tokatlayacaktın ya da birinden bu konuda yardım alacaktın. Benim için ikinci ihtimal pek söz konusu değildi.
Çünkü suratıma tokat atacak birini bulamayacak kadar utangaçtım. Ve kulaklarımdan içeriye yıllar boyunca onlarca sürüngen girmesine rağmen atmam gereken o sert tokatları kendime atamadım. İnsana acıyacak, kıyamayacak kimse yoksa bu işi de kendisi üstleniyor ve kendine kıyamıyordu.

Her şeyin ötesinde yaşadığım bu sıkıntının aslında yıllar yılı süren koca bir hayal olduğunu biliyordum. Ama modern zamanlardaydık. İnsanların problemleri, sıkıntıları, yalanları, acınacak halleri olmalıydı. Psikoloji dedikleri bilim bizim gibi insanlar olmasaydı ne işe yarardı? Kulağımdan içeriye çocukken öldürdüğüm sürüngenler giriyor diye bin türlü hap yutuyordum. Sorun şuydu ki haplar, hiçbir işe yaramıyordu. Kimi zaman dozları artıyor, azalıyor fakat hiçbir tesiri olmuyordu. Kafamın içinde yumurtalar vardı. Çalılar vardı. Su vardı. Beslenebilmeleri için beynim vardı. Hep şu soruyu soruyordum kendime “Allahın belası kafam bu kadar büyük olmak zorunda mıydı?” Kafama giren hiçbir şey bir daha dışarı çıkmıyordu. Kendime elektrik verdim çıkan olmadı, kafamı duvarlara vurdum çıkan olmadı. Ve her şeyin nihayetinde tek sonuca vardım.

Bu hayvanlar girdiği yerden dışarı çıkamıyorlardı. Onların çıkması için kafamda yeni bir delik lazımdı. Ve ben öyle bir noktadaydım ki o deliği seve seve açabilirdim. İnsan kendisine acıyacak, kıyamayacak birini bulamadığında bu işi kendisi üstlenir demiştim ya, üstlendiği bu kutsal görevin süresi sanıldığından kısa sürüyordu. Hiç tereddüt etmeden kafama silahı dayadım ve BAM! Kafama bir delik açtım. Ne yazık ki açtığım delik beni öldürmedi. Uyandığımda bedenimi hayatım boyunca eskisi gibi kullanamayacağımı öğrendim. Beynime kertenkelelerden daha fazla zararı saniyeler içinde vermiştim. Beni bulanların hepsi odanın içinde, kafamın yanında onlarca kertenkele gördüklerine yemin ettiler. Ve dayanamayıp bütün gücümle bağırdım.

“Buna inanmanız için kafama bir delik açmak zorunda mıydım? Hepsi, bunların hepsi sizin 
yüzünüzden!”

Ya gerçek sandığım şeyler koca bir hayaldi ya da tam tersiydi. Bedenini eskisi gibi kullanamayan, beyninin bir kısmını kurşunla yakan adam olarak hayatıma devam ettim. Buna devam etmek denirse, kesinlikle devam ettim. Ama yeni bir soru vardı kafamda.

“Buna devam etmek denilebilir miydi?”

paylaş:

Neden Tarkovski Olamıyorum.


Neden Tarkovski Olamıyorum? 

Size yeni başucu filmimden bahsetmek istiyorum. 
Bu film 2014 yılında vizyona girdi, bir çok farklı sinema projesi ve festivalde yer aldı ama benim de param yoktu. Çok olmadı yani filmle tanışalı. 

Sinema hocam bir gün şöyle birşey söyledi; “Bir filmi 1 defa izlemek bir insanla tanışmak gibidir ama o insanı tek defada tanıyamayacağın gibi filmi de ilk seferde iliklerine kadar çözmen pekte mümkün değil, o yüzden filmlerle arkadaş olun, 2, üç, 4 defa izleyin.” 

Bu film, benim yeni arkadaşım.

Sinopsis’i aynen şöyle: “ Bahadır bin bir zorluklarla, iki yakası bir türlü bir araya gelmeden film yapmayı düşünen cesur sinemacılardan biri. Bir tarafta yaptığı işin ağırlığı altında ezilmemek, hayallerindeki filmi yapmak için koştururken; diğer taraftanda ailesi, yakın çevresi ve sevdikleri tarafından durmaksızın bir şeyler yapması için dürtülüyor. Peki şansları tükenmek üzere olan bu genç sinemacı ne yapacak? Hayallerine sırt çevirmek pahasına sevdiklerinin kendisini sokmaya çalıştıkları kalıbı kabul mü edecek yoksa sinemanın kendince pek de büyülü olmayan dünyasında ayakta kalmaya çalışmak için çırpınmayı mı sürdürecek? “ Alıntıdır.

Başlamak gerekirse; filmin ilk sahnesi, hemen başı size birşeyler anımsatmalı. Eğer böyle bir şey olmuyorsa lütfen bunu kimseye söylemeyin :)

Film, bizim gibi tüm körpe sinemacıların en başta karşılaştığı sıkıntıları yine filmin başlarında Bahadır’ın (Tansu Biçer)  anlam yüklü bakışlarıyla anlatıyor. Sağdan soldan toplanılan ekipmanlar, sabit durmayan kamera vs. vb gibi.

Hepimizin inandığı bir senaryosu hiç yoksa bir fikri var ama arkasına sığındığımız şey olmayan para. Bahadır ve sevgilisi arasında ki fon bulma muhabbeti daha şimdiden alnı kırışıklıklarla dolu bütün genç adamların karın ağrısı. “ Ödüllü olman lazım yoksa kimse sallamıyor”

Genelde en yakınlarınla çıkarsın yola ve bu en yakınların sinemacı olmak zorunda değil. Haftasonları can sıkıntısı gidermek için gidilen karanlık bir odadır onlar için salon. Ama işi anlatıp (bildiğin gibi) yapmaya başladığında ilkokul mezunu Hamzullah dayının bile bir diyeceği vardır.  İşte bu ve bu gibi durumlardan sıkılmış bir adam Bahadır. Profesyonellere geldiğinde ise artık o kadar çok işin içindeler ki farklı olanı sıradan olmadığı için izlenmeme korkusuyla kabul etmeyeceklerdir. “ 2 Erkek 1 Kadın - Aşk filmi istiyorlar Bahadır kardeşim” 

Ne sıkıntı varsa onu olduğu gibi yansıtmış bence yeni arkadaşım ve oldukça da samimi. Çekim planları gayet iyi benim biraz takıldığım nokta ise ışıklar oldu. Işık kullanımı yer yer hoşuma gitmedi. 
Diyaloglar ve sessizlikler metin olarak baktığında çok iyi. Böyle tür-süz filmleri seviyorum. Senaristi bile bir tür adı veremeyecektir bence bu film için. 

Ve biz sinemacılar “Çalışıyorum abi” deriz hep. Çünkü hep çalışıyoruzdur. 

Ve film bitti. Filmi anlayamamaktan korkmayın. Tek mesele Tarkovski olmak ya da olmamak. 


Ellerine sağlık Murat Düzgünoğlu.


paylaş:

Yankı

Kemiklerim kırıldı ve yüzüm,
Yine gergilere tutturulmuş bir deri parçası,
Yine içimde parçalanmış bir insan parçası,

Yorgunum;
Aynı taşlarla yıkılıp yıkılıp yeniden inşa olmaktan,

Koca deryada bir salsız kalmaktan,
Ters düz edilip alabora olmaktan,
Anlamsızlık içinde boğulmaktan,

Yılan gibi kıvrılıp insan doğmaktan,
Çocukken koca adam olmaktan,
Adamken adam bulamamaktan,
Yaşarken ölü olmaktan,

Söndürülemeyen bir yangın olmaktan,
Yanarken solmaktan,
Sonsuz bir yankı olmaktan,
Olmakla olmamaktan,

Yorgunum.
paylaş:

Çomar - Çomağı hazırla

Bilemedim…

Söz edildi bir kere mahallenin itinden, çomak hazır beklemek gerek.
Bilmesi gerek..
Bilmesi gerek Çomarın, her anıldığında hazır beklediğini bir çomağın.
Orada olması gerek;
Bu soğukta, karda, kışta bile her ite bir Çomak gerek.
Kar dedik, kış dedik. Bizimki de Eşşek değil ya, en baştan Çomar dedik.
Asmamış kulak ne dendiğine, gülmüş geçmiş it dendiğine.
Tamah etmemiş bir tas süslü mamaya,Bilmezmiş itaat etmek. Daha kolaymış onca yolu geçip gitmek,
Terk etmiş o tanıdık, kusursuz köşeyi,
Bilmezmiş Eşşeğin uyuzu gibi suyu kaynağından içmeyi,
Gidecek yeri yok bizim Çomarın, aramış durmuş Eşşeği,
biraz aşmış çizmeyi,
sonunda bulmuş altında koca Çınarın,
sormuş hakkındaki gerçeği,
Eşek de asmamış kulak Eşşek dendiğine,
söyleyenin ne haddine,
bir ömür kaynağından içmiş en iyi suyu,
kimsenin haddine değil huyu suyu…
paylaş:

Geçmiş Zamanın Aynası, Bugünün Yansıması | Doğuş Serçe



Geçmiş Zamanın Aynası, Bugünün Yansıması


Akıl, zamanın ve insanın dengesiz iç gerçekliğidir. İşlevi olmayan bir toz taneciğiyim ben. Bütün işlevleri içinde biriktiren.  Saatleri, aklımı, geçmişi, şimdiyi aynı potada eriten görkemli bir karamsarlığım. İnsan ilişkilerinin yabancısı, listelenmiş fobiler bütünüyüm. Birini sevmek yetmez. Sevdiğim birini içimde öldürmenin ve mucizeyle onu yeniden diriltmiş olmanın tam ortasında şaşkınlıklar içerisindeyim. Arkama bakıyorum. Öngördüğüm her şeyin aslında geçmişin hissiyatlı çirkin yüzü olduğunun az evvel farkına varıyorum ve bu hiç kolay olmuyor.

Tanrım, korkunç çığlıklar atıyorlar. Aklıma yerleşen senaryolar, içine düştüğüm vahim durumlar, unutulmaya tam yüz tutacakken unutulmamış yüzlerce mesafe aklımda geziniyor. Yüzümün kızarması bundan, yüzlerinin kızarmaması umurlarında olmamamdan.

Geçmiş, kapatılması gereken bir gayya kuyusudur. Yaşadığını merak eder, bir daha, bir daha, bir daha yaşamak istersin. Biliyorum yaşadım! Boğuldum, uçamadım. Arkamda bıraktığımı zannettiğim geçmiş önümde yürüyordu. Boynu, sırtı, saçları, kalçaları, ayakları bana aitti. Hiç uyanamayacak olmanın eşsiz erdemine, önüme geçmişi katarak yürüyor, yaklaşıyordum. Yapılan her yanlışı siliyordum, yaptığım hiçbir yanlış silinmiyordu.

İtibarı için yaşayan herkesin anlayabileceği tek durum vardı. Dönmek. Dünya’da dönüp dolaşıp farklı zamanda aynı yerde durabilme sancısı. Kimsenin anlayamayacağı o refleksif hareketler. Kırılmış kalplerin zaman sayesinde keskin yerlerinden arınması, uyanış, geçmişe nefretle bakış, anne özlemi, mastürbasyon nefesleri, sinir sebepli titremeler, aynı yerde durmanın vakurluğu ve utancı, salağa yatma ve bu yatıştan uyanamama durumu.

Masanın üstü, defter ve kitap, bayat simit, sarı bez, üç tabak birinde meyveler, tuzluk, işlenmiş yer fıstığı, tam buğday ekmeği, Fanta ve Tuborg, bozuk kulaklık, kirli bir sütlaç kabı, küllük, iki cüzdan, aklım ve zamanım ve geçmişim ve ellerim ve kalbim ve sabahın sekizi.

Takıntı, aynı şarkının farklı durumları yiyip bitirmesi durumudur. Birazdan ilk vapur seferi kalbimden kalkacak dönüp dolaşıp aynı iskeleye yaklaşacak. Çok kötü durumda olduğum bir gece hiç unutamadığım o rüyayı görmüştüm. Her insanın yaşadığı yıllar toplamında bazen kötü olmaya hakkı vardır. O rüya şuydu ya da şuna benziyordu; ben yani rüyanın başkahramanı elimde yepyeni bir bıçakla sevdiklerimin geçmişinden parçalar kesiyordum. Kestiğim onlarca parça vardı ve ortalıkta tek damla kan yoktu. Sevdiğim onlarca insan geçmişlerinin o sığ, o düzensiz, o bedbaht kısımlarından kurtulduklarında tüy gibi hafifliyor fakat teşekkür bile etmeden benden uzaklaşıyordu. Ben ise onlardan kopardığım bütün parçaları yiyip, öğütemeyip kusuyordum. Sonra uyandım. Aklımın ertesi gün nasıl dolu olduğunu anladım. Boşaltmam lazımdı, boşalıp yeniden dolmam lazımdı.

Baş tanrı Zeus, kızı Athena’yı kafasının içinden çıkartmış. Athena, Zeus’un 
kafasının içinde gelişip olgunlaşmış ve dışarıya çıkmış. Hephaistos elindeki baltayla yarmış Zeus’un kafasını ondan korka korka.  Tanrı Zeus neredeyse onu öldürecek olan baş ağrılarına dayanamayıp -ki Zeus ölümsüzdür-. “Hephaistos" demiş. "Başım çatlayacakmış gibi ağrıyor, artık dayanamıyorum. Alnıma hızla keskin baltanı vur. Korkma sen emrimi yerine getir, ben başıma ne geleceğini biliyorum. '' Tanrı’nın kafasında olgunlaşan Tanrıça kim bilir neler biliyordu? Belki de Zeus’un düşündüğü her şeyi belleğine kaydediyordu. Ve şimdi benim de kafamda bir yumru var. Olgunlaşan, büyüyen, düşündüğüm her şeyi duyan bir bebek var. Kafamı yarmak, içindeki geçmişi çıkartmak istiyorum. Ve evet, geçmiş benim tek çocuğum kafamın içinde, biliyorum orada bir yerde. Ama neden ben? Ben bir tanrı değilim. Aslına bakılırsa ben biri bile değilim. Söylesene Zeus neden ben?

Bugün, dünden kalanlar ve yarına taşınacak olandır. Ben bugünümü yıllardır sırtımda taşıyorum ve bunu dünleri toplaya toplaya yapıyorum. “Tahmin et” diyorum kendime. “Tahmin et bu nasıl acı veriyor ve beni ne kadar mutlu ediyor.” Geçmişime ithaflı bir küfür mektubu yollamak istiyorum. Bana acı verenlere beni mutlu edenlere, bir deklarasyon yayımlamak istiyorum. Ve evet ben hala isimsiz mektuplar yolluyorum. Ancak bu mektupların hiçbir zaman yerine ulaşmayacağını biliyorum. Gönderdiklerim belli, mezar taşlarına isimleri kazılı olanlar mektubun alıcıları.

Yarın pembe pijamalarıyla uyanan kadın, şişmiş gözleriyle bana bakacak ve kahve isteyecek. Dün bunu taşıdım, bugün bunu biriktirdim ve bu sahnenin hayalini kurabilmek için nasıl mücadeleler verdim. Şimdi görenler, tanıyanlar beni çıplak ellerimle bu durumun hayalini kurabilmek için kaç kişiyi öldürdüğümü bilmeyecek.

Sabah dokuz. Annemi aramak istiyorum, arayıp “Anne bu sefer başardım, hayal kurdum ve gerçekleşmesi olağan bir hayal. İnan bana, istersen gelip gör. Evet, anne iyiyim ben, beni merak etme. Haydi görüşürüz” demek istiyorum.

İtibar, o da ne? Ne kadar itibarın varsa at çöpe. Taşıma onu, yapma. Uzat ayaklarını, sahi en son ne zaman uzattın ayaklarını? Bugün işe geç kal. Okula gitme. Bugün ayaklarını uzat Güneş’e kadar uzat ki ayakların ısınsın. Bugün uzat ki yarın yürüyebilesin. İtibarı için yaşayan herkes mutsuzluğa, geçmiş takıntısı ve saplantısına mahkumdur. Mahkum olma, kurtul itibarından. Sırtında taşıdığın her şeyin ne kadar hafiflediğini göreceksin. 
paylaş: