Hayat benim üzerime gelmiyordu. Hayat;
Kaan’ların, Buğra’ların, Melih’lerin üzerine geliyordu. Böylece Kaan’lar
depresyona girebiliyor, insanlar onların çevresinden ayrılmıyor; ilginin,
sevginin, ‘’oh, yoo, sadece başım ağrıyor Zeynepçiğim’’ diyerek Zeynep’lerin
gönlünü çalabiliyordu bu şekilliler ordusu… Sorun buydu işte. Kendisi için özel
olduğum birisi yoktu şu hayatta. İhtiyacım olan tek şey ilgiydi, sevgiydi…
Sosyal Medya diye hitap edilen yerlerde taraflı tarafsız herkesin bu sözcüğü
kullanan insana karşı yaklaşımı değişiyor, onu seviyordu. Evet dostlarım, doğru
bildiniz. Bana lazım olan şey ‘’ego tatminiydi’’.
‘’Bir sevgilim olsundu, hiç sahip olmadığım
keskin zekâm hakkında sağda solda atıp tutsundu. Vücudumun neresinde dahi bulunduğunu
bilmediğim adonislerimden bahsetsindi. Kapkara gözlerim hakkında millete
‘hüzünlenince yeşile çalıyor ama romantikleşince mavileşiyor, düşünceli olduğu
zamanlardaysa elalaşıyor’ diye bahsetsindi. Okuduğum tek yazar Umut Sarıkaya
olmasına rağmen sağda solda edebiyat bilgim hakkında ‘en sevdiği yazarlar;
George Orwell, Stendhal, Albert Camus, Sartre ve Yusuf Atılgan’ desindi. Sinema
bilgisi sadece Recep İvedik üçlemesi üzerine kurulu bir insan olmama rağmen
insanlara sinema zevkim hakkında ‘İngmar Bergman sinemasının en iyi
ürünlerinden biri olan Det Sjunde İnseglet üzerine tezler hazırlamakta,
arkadaşlarıyla toplanıp kritiklerini yapmakta’ desindi’’ diye düşünmüştüm,
İstiklâl’e giden halk otobüsünün içinde. İçimde iflah olmaz bir ‘’hemen sevgili
bul’’ hormonu yeşermiş, adeta tüm benliğimi sarmıştı. Büyük bir sevgili arayışı
içersindeydim. Nereye gideyim, kimlere başvurayım, nerelere ağlayayım
bilemiyordum. Beynimdeki nöronlar dahi ‘’sevgiliiğhh sevgiliiğhh’’ diye
ağlıyordu resmen.
Haftalar sonra bu uğraşımdan hiçbir sonuç
çıkmayınca bende umutsuzluğa kapılmış, geç saatlere kadar sokaklarda zağar gibi
sürtmeye başlamıştım. Her aşksız ve sevgisiz insan gibi benimde elimden içkiler
düşmüyor, dudağımdan sigaralar eksilmiyordu. Kendime kanlı canlı bir sevgili
bulamadığım her anda iyice dibe çöküyor, sigaramdan bir fırt daha çekiyordum.
İşte bu sigaramdan bir fırt çekeceğim anlardan birisinde sigaram dudağımdan
düşmüş ve yokuş aşşa yuvarlanmaya başlamıştı. Son sigaramdı ve yeni yakmıştım.
Dengesiz dengesiz arkasından koşup sigaramı yakalamaya çalıştım. Tam sigaramı
eğilip alacağım anda yerçekimi kanunu devreye giriyor, sigaramı adeta dünyanın
merkezine doğru çekiyordu. Sonunda sigaramı sol ayağımla durdurabilmiştim.
Sigarayı eğilip aldığımda sünger kısmında eser miktarda sakız kalıntıları,
bolcana kıl, tüy ve bilumum sokak pisliğiyle karşılaşmıştım. Hava bozmaya
başlamıştı. Mutsuz ve aşksız bir adamdım. Yağmur yağmaya başlayınca ‘gözyaşlarım
yağmurda belli olmaz’ diyerekten hönküre hönküre ağlamaya başladım, boş
sokaklarda koşarak.
Hönküre hönküre sokaklarda koşuyordum. Başımı
öne eğmiş, koşarak feryat figan ağlıyordum. İşte tam bu sırada önümdeki direği
göremeyince bodoslama girdim direğe, beynimin sağ ve sol loblarının yer
değiştirdiğini hissettim adeta. Bayılmadan önce gördüğüm tek şey kafası beyaz
vücudu kahverengi bir güvercinin ‘’gururuk gururuk’’ diye yanıma konuşuydu…
Nereden baksan 12 saattir boş arazide
uyuyordum. Bir Allah’ın kulu gelip de uyandırmamıştı beni. Üşüyordum ve üstüm
başım çamur içersinde kalmıştı. Üzerimi temizlemeye çalışırken bayılmadan önce
gördüğüm kuş ‘’fata fata fata’’ diye ilerideki taşa kondu. Ağzında büyükçene
bir ekmek vardı. Taştan inip kafasını ileri doğru ite ite yanıma geldi. Ekmeği
ayağıma bıraktı ve ‘’gururuk gururuk’’ dedi. Etrafa bakınmaya başladı. Bu
sırada ben yine ağlamaya başladım. İşte bu kuş bana gerekli olan sevgiyi
verebilmişti. Bu kuş, bu güvercin beni karşılıksız seviyordu ki, bana ekmek
getirmişti. İyice hönküremeye başlayınca kuş havalanıp birkaç tur attı ardından
yine yanıma kondu. Gözyaşlarımı silip kuşu da yanıma alarak evimin yolunu tuttum.
O artık benim kadim dostum olacaktı.
Aradığım sevgiyi ben bu güvercinde bulmuştum
dostlarım. Haftalar geçmiş ve biz her geçen gün aramızdaki dostluğu titanyumdan
yapılmış kapılar gibi güçlendiriyorduk. En büyük sırlarımı güvercinime,
Ercüment’ime anlatıyordum. Ercüment ismini kendiside benimsemişti. Ne zaman
Ercüment desem omzumda bitiyordu. Biz çok iyi dost olma yolunda emin adımlarla ilerliyorduk.
Yediğimiz içtiğimiz birdi. Zaten
Ercüment’in öyle büyük istekleri de olmuyordu. 1 kilo pirinç koysam önüne onu
da yerdi, ıslak ekmek koysam onu da yerdi. Masrafsız, on numara bir kişilikti
Ercüment. Ercüment’le tanışmadan önce yaşamım Radiohead’in Exit Music isimli
parçası kadar umutsuzcaydı. Şimdiyse ‘’kop kop’’ ve ‘’dıppdıss dıppdıss’’ adı
altındaki bütün müzikler yaşamımı özetliyordu.
Güvercinlerin ne kadar zeki hayvanlar
oldukları anlatan bir belgesel izlerken Ercüment de bir sıkıntı sezmiştim. Ne
televizyona bakıyor ne de omzuma konup kendisine ‘’mucks mucks, ercümentim
benim’’ dememe izin veriyordu. Haklıydı. Kaç haftadır evden dışarı çıkmıyorduk.
Hemen üzerimi giyinip Ercüment’i de yanıma alıp kendimizi dışarıya attık.
Ercüment’in uçmayı unutmasından korkuyordum.
Birkaç denemeden sonra yine uçamayınca tuttum kendisini havaya fırlattım. ‘’Kartallar
yükseklerde uçar ercüüüğğ ezehehe ezehehe’’ dedim arkasından ve gazımla
birlikte çanak antenlerin arasından uçmaya başladı.
Kâh Ercüment’i izleyip uçuşuna hayran
kalıyorum, kâh aramızdaki sıkı dostluğu aklıma tekrardan getirip ‘’ bundan
sonra teravihleri kaçırmıycam lan’’ diyordum. Ercüment’in uçuşuna hayran
kaldığım anlardan birinde bi an için Ercü’yü gözden kaçırmıştım. Birkaç melodik
ıslık çalarak Ercü’ye ulaşmaya çalışıyordum. Kısık bir gururuk duymuştum.
Melodik ıslığımı biraz daha uzun tutarak tekrar şansımı denedim, Ercü bir
cafe’den ‘’fata fata fata’’ diye havalanıp ‘’cukss’’diye omzuma kondu. Hiç ses
çıkarmadan kafasını ileri doğru itip duruyor, beni kafenin içine götürmek
istiyordu. ‘’lan ercüü, kesin bana kız buldun değil mi? La şu iş bi
gerçekleşsin… Hay senin daşşanı yesinler bee ercüüüüğ’’ dedim ve koşarak
hayatımın aşkını bulmayı umduğum kafeye doğru gittim.
Sonuç hüsrandı dostlarım. Kafenin içi
bomboştu. İki tane tavla atan emekli memurun dışında hiçbir yaşam belirtisi
yoktu. Ercü’nün beni neden buraya getirdiğini düşündüm, bir şey bulamadım. O
gün kafam biraz az çalışıyordu. Tam Ercü’yle göz teması kurmak ve kendisine
‘’bugün menemen kavanozun içinde uyuyacaksın Ercü’’ bakışı atmak için omzuma
bakındım ki, Ercü omzumdan havalanıp ilerdeki kafeste bulunan bir başka
güvercine aşk şarkıları söylüyor, kanatlarını sonuna kadar açıp güç
gösterilerinde bulunuyor; dişi güvercini etkilemek adına bir sürü şekilli
şekilli hareketler yapıyordu.
Bir
koşu emekli amcaların yanına gidip olayı anlattım. Tavlada kazanan amcanın
mutluluğu adeta bana da geçmiş, sırıta sırıta olayı anlatmıştım emekli amcama.
Güler yüzlü bir şekilde masadan kalktık ve kafesin kapısını açtık. Gövdesindeki
lekeleriyle adeta kübist bir tabloyu andıran dişi güvercin ve Ercümentçiğim
birbirlerinin üzerlerinde tepiniyor, birlikte aşk şarkıları söylüyorlardı. Hiç vedalaşmadan ve yine ağlayarak ortamı
terk ettim. Ercüment hayatının aşkını bulmuştu. Artık kendisiyle serseriler gibi
sokaklarda gezemeyeceğim aklıma gelince bir kez daha hönkürmeye başladım. Uzun
süredir içmediğim Viceroy marka çok ucuz ve içi talaşlarla dolu sigaradan alıp
evimin yolunu tuttum.
Bakkaldan çıkmış, hüzünlü bir şekilde evime
doğru giderken sigaramı yakmaya çalışıyordum. Kibriti yeniden alevlendirmeye
çalışırken yeşil gözlü, sarı saçlı, çok güzel bir kızla çarpışmak üzereyken
birkaç kıvrak hareketle çarpışmayı adeta iptal ettim. Önce bakıştık. Sonra
gülüştük. Ardından ‘’eğer çarpışsaydık bu boyalar hep üzerime dökülecekti’’
dedi. Sonra ağzımdaki talaş dolu viceroy’u alıp attı ‘’al muratti iç’’ dedi.
Güzel bir çakmak çıkartıp sigaramı da yaktı. Güzel kızdı. Artık beni anlatan
kelimeler ‘’tiriviri’’ ve ‘’trango’’ gibi
kelimeler değildi. Ercüment sağolsundu.
Görseli buradan aşırdık.