en iyi 50 gitar solosu



Guitar World, rock and roll tarihindeki en iyi gitar sololarını puanlamış ve ortaya aşağıdaki sıralama çıkmış. Tabii her ne kadar belirli bir kritere göre puanlasalar da kişisel görüş belirtmek, bu performans diğerinden daha mı iyi benzeri yorum yapmak da istiyor insan. Neticede kıyaslama yapmak, hele hele performans kıyaslaması yapmak zor ve zahmetli bir iş olsa gerek ve öznel yaklaşımlardan kaçınılamaz.

50) "Shock Me" (Ace Frehley) - Kiss Alive II, 1977

49) "Europa" (Carlos Santana) - Carlos Santana Amigos, 1976

48) "Sympathy for the Devil" (Keith Richards) - Rolling Stones Beggars Banquet, 1968

47) "Jessica" (Dickey Betts) - Allman Brothers Band Brothers and Sisters, 1974

46) "Hot For Teacher" (Edward Van Halen) - Van Halen 1984, 1984

45) "Light My Fire" (Robby Krieger) - The Doors The Doors, 1967

44) "Alive" (Mike McCready) - Pearl Jam Ten, 1991

43) "Sharp Dressed Man" (Billy Gibbons) - ZZ Top Eliminator, 1983

42) "While My Guitar Gently Weeps" (Eric Clapton) - The Beatles The Beatles (White Album), 1968

41) "Brighton Rock" (Brian May) - Queen Sheer Heart Attack, 1974

40) "Reelin' in the Years" (Elliot Randall) - Steely Dan Can't Buy a Thrill, 1972

39) "Cortez the Killer" (Neil Young) - Neil Young and Crazy Horse Zuma, 1975

38) "Whole Lotta Love" (Jimmy Page) - Led Zeppelin Led Zeppelin II, 1967

37) "Sweet Child O' Mine" (Slash) - Guns N' Roses Appetite for Destruction, 1987

36) "Black Star" (Yngwie Malmsteen) - Yngwie Malmsteen Rising Force, 1984

35) "Cemetery Gates" (Dimebag Darrell) - Pantera Cowboys from Hell, 1990

34) "Paranoid Android" (Johnny Greenwood) - Radiohead OK Computer, 1997

33) "The Thrill is Gone" (B.B. King) - B.B. King Completely Well, 1969

32) "Machine Gun" (Jimi Hendrix) - Jimi Hendrix Band of Gypsys, 1970

31) "Stranglehold" (Ted Nugent) - Ted Nugent Ted Nugent, 1975

30) "Surfing with the Alien" (Joe Satriani) - Joe Satriani Surfing with the Alien, 1987

29) "For the Love of God" (Steve Vai) - Steve Vai Passion and Warfare, 1991

28) "Mr. Crowley" (Randy Rhoads) - Ozzy Osbourne Blizzard of Ozz, 1981

27) "Pride and Joy" (Stevie Ray Vaughan) - Stevie Ray Vaughan Texas Flood, 1983

26) "Smells Like Teen Spirit" (Kurt Cobain) - Nirvana Nevermind, 1991

25) "Aqualung" (Martin Barre) - Jethro Tull Aqualung, 1979

24) "Fade to Black" (Kirk Hammett) - Metallica Ride the Lightning, 1984

23) "Bulls on Parade" (Tom Morello) - Rage Against the Machine Evil Empire, 1996

22) "Sultans of Swing" (Mark Knopfler) - Dire Straits Dire Straits, 1978

21) "Time" (David Gilmour) - Pink Floyd Dark Side of the Moon, 1973

20) "Bohemian Rhapsody" (Brian May) - Queen Night at the Opera, 1975

19) "Floods" (Dimebag Darrell) - Pantera The Great Southern Trendkill, 1996

18) "Little Wing" (Jimi Hendrix) - The Jimi Hendrix Experience Axis: Bold as Love, 1968

17) "Cliffs of Dover" (Eric Johnson) - Eric Johnson Ah Via Musicom, 1990

16) "Heartbreaker" (Jimmy Page) - Led Zeppelin Led Zeppelin II, 1967

15) "Highway Star" (Ritchie Blackmore) - Deep Purple Machine Head, 1972

14) "Layla" (Eric Clapton, Duane Allman) - Derek and the Dominos Layla and Other Assorted Love Songs, 1970

13) "Texas Flood" (Stevie Ray Vaughan) - Stevie Ray Vaughan Texas Flood, 1983

12) "Johnny B. Goode" (Chuck Berry) - Chuck Berry His Best, Volume One, 1997

11) "Voodoo Child (Slight Return)" (Jimi Hendrix) - Jimi Hendrix Experience Electric Ladyland, 1968

10) "Crossroads" (Eric Clapton) - Cream Wheels of Fire, 1968

9) "Crazy Train" (Randy Rhoads) - Ozzy Osbourne Blizzard of Ozz, 1981

8) "Hotel California" (Don Felder, Joe Walsh) - The Eagles Hotel California, 1976

7) "One" (Kirk Hammett) - Metallica ...And Justice for All, 1988

6) "November Rain" (Slash) - Guns N' Roses Use Your Illusion I, 1991

5) "All Along the Watchtower" (Jimi Hendrix) - The Jimi Hendrix Experience Electric Ladyland, 1968

4) "Comfortably Numb" (David Gilmour) - Pink Floyd The Wall, 1979

3) "Free Bird" (Allen Collins, Gary Rossington) - Lynyrd Skynyrd, 1973

2) "Eruption" (Eddie Van Halen) - Van Halen Van Halen, 1978

1) "Stairway to Heaven" (Jimmy Page) - Led Zeppelin Led Zeppelin IV, 1971
paylaş:

Y tu mamá también (2001)


Yönetmen: Alfonso Cuarón
Senaryo: Alfonso Cuarón, Carlos Cuarón
Oyuncular: Maribel Verdú, Gael García Bernal, Ana López Mercado
Tür: Dram
Yıl: 2001
Süre: 106 dak.
Ülke: Meksika
Dil: İspanyolca

Tam da ergenlik çağında vücudun işlevselliğini keşfedip karşı cinse ilginin arttığı vakitlerde hayatı, kimliği, insanları anlamanın ne olduğunu yalın bir şekilde aktaran güzel bir film. Alfonso Cuaron’un yönettiği Y tu mama tambien (Ananı da) aslında başlı başına bir yol filmi. Arka planda da ülkedeki siyasi çalkalanışı besliyor.
Tenoch ve Julio yakın arkadaş, kendi içlerinde manifestolar belirleyip kendi koydukları kurallara sadık kalmaya ant içmiş kişiler. İkisinin de sevgili var, ikisi de sevgilisini İtalya dolaylarına uğurluyor. Düğün merasimi benzeri bir oluşumda gördükleri evli bir kadın, Ana, ile karşılaştıklarında ise hayatlarının bundan böyle hiç de eskisi gibi olmayacağını bilmeden serüvene atılmaya hazırlanıyorlar. Cennet Ağzı diye uydurdukları mekana gideceklerinden bahsedip Ana’nın da onlara katılmasını istiyorlar. Kocasının içkiliyken onu aldattığını telefonda söylemesi üzerine gençlerin turuna katılmaya karar veren Ana, beyinleri bellerinin altında olan gençlerin hayatlarını tümden değiştirmek üzere zamanda yolculuğa çıkıyor.

Her durulan durakta farklı soluklar alsalar da aslında herkes her şeyin farkında. Ana, yolculuğa çağırılma amacının gerçekte ergen gençlerin cinsel arzularından kaynaklığının farkında, üzerine bir de aslında ilk olmayan aldatılışlar süregelirken ufak kaçamakların doğmasına izin veriyor. Gençler de Ana hiç söylemese de kocasının onu aldattığının farkındalar.
Tenoch ile olan münasebetin Julio tarafından görülmesi ise iki arkadaşın arasında bazı bağların kopmasına neden oluyor. Sevişme sonrası havuz başında otururken her zamanki yarışmalarına başladıktan sonra söylenen “kız arkadaşınla yattım” cümlesi, şimdiye kadar kendi manifesto kurallarını tamamıyla alt-üst ettiğinin bir göstergesi. Bu tartışma sonucu ortaya çıkan gerginliğin asıl nedeninin Ana’ya söylenmemesi ise Ana tarafından farklı bir şekilde buna kendisinin neden olduğu düşüncesinin algılanmasına neden oluyor. Bunun ardından yolda giderken Ana’nın Julio ile sevişmeye başlamasıyla benzer bir olay yaşanıyor. Her kırılışta sanki sırf kızgınlığını gösterme aracı olarak edilen itiraflar bu kez Tenoch tarafından ifade ediliyor. Tenoch’un da Julio’ya olan “ben de” itirafı sonucu işler iyice karışıyor. Birbirlerinin sevgilileriyle yattıklarının ortaya çıkmasıyla aslında aynı çirkinliğin her iki tarafça yapıldığı unutulmuş gibi durdurulan otomobile atılan tekmelerin, havada uçuşan küfürlerin haddi hesabı ölçülemeyecek konuma gelince Ana artık pes ediyor ve aslında tüm erkeklere ithaf edilen sözleri iki dosta saydırıyor.

Ana’nın gel-gitlerine şahit oluyoruz ara ara. Kocasına duyduğu aşk aslında yıllar önce yaşadığı aşktan çok başka, anlatırken bile fark ediliyor. Bunun yanında güçlü kadını oynamaya çalışması, aslında aklında çocukluğundan beri özgürce gezme hayalini gerçeğe dökmeye çalışması fakat hiç de o cesaretin onda olmayışı, tüm bunlar Ana’nın karakterini kafamızda canlandırmamızı sağlıyor. Gelen ihanetler üzerine yolunu çizmeye çalışsa da ilk olarak pes ediyor, her şeyin yoluna koyulacağından şüphelense de en azın bir çaba sarf edeceğinin farkına varıyoruz tabii her akla gelen ihanetle ona karşı olan siniri bir nevi ergen gençlere karşı yönelmesine neden oluyor ve telefonu açıp çok da kolay bir şekilde kocasına veda edebilme cesaretini kendinde buluyor.
Filmin başından beri aslında bir eşcinsellik konusunun alttan alta beyne yerleştirilmeye çalışılması ya da sırf bu düşüncelerin yazılıp çizilmesi için çekilen havuz başı mastürbasyon sahnesi yönetmenin filmin sonlarına doğru kendisi tarafından eleştirilere yer vermeyecek şekilde tamamlanıyor. Tabii o duygular ve şartlar içerisinde olunduğunda insan tepkisi ne ölçüde karalar verebilir bu da yönetmenin gözünden bir sahne diyelim.

İşte bundan sonra tamamıyla ayrılan yollarda zaman bilmem kaç gün geçtikten sonra iki eski dostun karşılaşması, Ana’nın aslında yakın bir zamanda öleceğini bildiği halde bunu kimseye söylemeyip küçüklüğünden beri ya da şöyle diyelim, çözdüğü testin birindeki soruya verdiği cevabı, yani dün ve yarındansa bugünü tercih ettiğini, bunu yapabildiğini görüyoruz. Tabii iki arkadaşın yaşanan o geceden sonra görüşmemesi olaydaki üzücü gerçek. Karşılaştıktan sonra da sanki “normal” hayatlarına devam edeceklermiş gibi usulca ayrılıp gidiyorlar. Tabii film da olması gerektiği bitmiş oluyor.
İzlerken bambaşka duyguların keşfedilmesini sağlayan, özünde yollarda geçen bir film. Adındaki espri ise İtalya’da on kişiyle yattığı düşünülen sevgililer ile dalga geçerken masaya vurulan tekila bardaklarıyla ağızdan dökülüyor. 
paylaş:

yossi and jagger (2002)


Yönetmen: Eytan Fox
Senaryo: Avner Bernheimer
Oyuncular: Ohad Knoller, Yehuda Levi, Aya Steinovitz
Tür: Dram | Romantik | Savaş
Yıl: 2002
Süre: 65 dk.
Ülke: İsrail
Dil: İbranice

Eytan Fox’un yönetmen koltuğunda oturduğu 2002 yapımı olan film İsrail’de bir askeriye birliğindeki alt-üst aşk hikayesini anlatıyor. Jagger –asıl adı Lio olmasına rağmen rock yıldızına benzediği için diğer askerler tarafından bu isimle çağrılıyor- ve onun üstü Yossi arasında geçen eşcinsel aşk hikayesinin arka planında ise Yaeli –kadın asker- nin Jagger için beslediği platonik aşkı yer alıyor.
Hikaye ise herhangi bir zamanda sıradan bir günde başlıyor. Emir üzerine karla kaplı tepelerde kontrole çıkan iki askerin bir anda kartopu oynayarak ön sevişmesine şahit oluyoruz ki bu sahne muhtemelen çoğu izleyen tarafından filmin en etkili sahnesi seçilebilir. Bunun haricinde yeterince yüzeysel ilerleyen bir aşk hikayesinin yanında Jagger’a duyulan platonik aşk ise iyice sönük kalıyor. Hepsinin yanına Yaeli için diğer askerin hissettikleri ise film içerisinde pek de önem taşımayan sahneler.

65 dakika uzunluğundaki filmde anlatılan hikaye, gece çatışmasıyla bir an hareketleniyor. Tabii çatışma görüntülerinin filmin en berbat görüntüleri olması nedeniyle filmi çok da ileriye götüremiyor.
Genel itibari ile her ne kadar filmin kurgusu, çekim kalitesi ve şekli pek de iyi olmasa da filmin yine de kendini sevdiren bir yapısı var. Aslında alt-üst arasındaki eşcinsel aşk hikayesi derinlemesine işlenirken aralarındaki ilişkinin boyutu hakkında daha çok şey söylenip, geri plandaki platonik aşk hikayesi üzerinde daha çok durulabilir ve ortaya olduğundan daha güzel bir iş çıkabilirdi. Neticede yaşanılan yahut anlatılmaya çalışılan konunun çok yüzeysek kaldığını söylememek aşırı iyimser bir yaklaşım olur.
Filmin sonunda yaşanan duygu hali ise yeterince iyi anlatılmış.
paylaş:

sinemada en güzel 105 yakın-çekim


Flavorwire'dan Jason Bailey sinema filmlerindeki en güzel yakın çekim sahnelerin bir araya geldiği videoyu hazırlamış. Altta videoyu The Fountain adlı filmin müziği eşliğinde izleyebilir, en altta ise filmlere ve karakterlere ulaşabilirsiniz. 




Düzenleyen: Jason Bailey
Müzik: Death is the Road to Awe – The Fountain
Filmler:
Sunset Blvd (John F. Seitz), The Painted Veil (Stuart Dryburgh), Citizen Kane (Gregg Toland), Persona (Sven Nykvist), I’m Not There (Edward Lachman), Tokyo Drifter (Shigeyoshi Mine), Heaven’s Gate (Vilmos Zsigmond), Days of Heaven (Nestor Almendros), Satantango (Gabor Medvigy), Paths of Glory (Georg Krause), The Seventh Seal (Gunnar Fischer), Apocalypse Now (Vittorio Storaro), Badlands (Tak Fujimoto, Stevan Larner, Brian Probyn), I Am Cuba (Sergei Urusevsky), Written on the Wind (Russell Metty), Chungking Express (Christopher Doyle, Wai-keung Lau), The Double Life of Veronique (Slawomir Idziak), La Dolce Vita (Otello Martelli), The New World (Emmanuel Lubezki), L’avventura (Aldo Scavarda), House of Flying Daggers (Xiaoding Zhao), The Fountain (Matthew Libatique), The Unbearable Lightness of Being (Sven Nykvist), Sans Soleil (Chris Marker), In The Mood for Love (Christopher Doyle, Pung-Leung Kwan, Ping Bin Lee), Last Year at Marienbad (Sacha Vierny), Kagemusha (Takao Saito, Shoji Ueda), The Godfather (Gordon Willis), Road to Perdition (Conrad L. Hall), The Man from London (Fred Kelemen), Lovers of the Arctic Circle (Gonzalo F. Berridi), Border Incident (John Alton), Romeo and Juliet (Pasqualino De Santis), Barry Lyndon (John Alcott), The Tree of Life (Emmanuel Lubezki), Contempt (Raoul Coutard), Amelie (Bruno Delbonnel), The Conformist (Vittorio Storaro), My Blueberry Nights (Darius Khondji, Pung-Leung Kwan), The Thin Red Line (John Toll), Ashes of Time (Christopher Doyle, Pung-Leung Kwan), The Assassination of Jesse James by the Coward Robert Ford (Roger Deakins), Mongol (Rogier Stoffers, Sergey Trofimov), Quills (Rogier Stoffers), Pan’s Labyrinth (Guillermo Navarro), All That Heaven Allows (Russell Metty), Children of Paradise (Roger Hubert), The Duellists (Frank Tidy), 2001: A Space Odyssey (Geoffrey Unsworth), Mishima, Baraka (Ron Fricke), Curse of the Golden Flower (Xiaoding Zhao), Onibaba (Kiyomi Kuroda), Memoirs of a Geisha (Dion Beebe), Searching for Bobby Fischer (Conrad L. Hall), Out of the Past (Nicholas Musuraca), Magnificent Obsession (Russell Metty), Far From Heaven (Edward Lachman), The Red Shoes (Jack Cardiff), Vertigo (Robert Burks), Bellflower (Joel Hodge), Come and See (Aleksei Rodionov), Night of the Shooting Stars (Franco Di Giacomo), The Reader (Roger Deakins, Chris Menges), Black Orpheus (Jean Bourgoin), Casablanca (Arthur Edeson), Nights of Cabiria (Aldo Tonit), Hiroshima Mon Amour (Michio Takahashi, Sacha Vierny), Delicatessen (Darius Khondji), Oldboy (Chung-hoon Chung)
paylaş:

yazarlar ve dövmeleri

Flavorwire, birkaç ünlü yazarın dövmelerinin göründüğü fotoğrafı yayınlamış, hikayeleri ve daha fazlasını yine linke tıklayarak okuyabilirsiniz. 10 yazar ve dövmeleri ise şunlar:


Kathy Acker

Harry Crews

China Miéville

Elizabeth Hand

Stephen Elliott

John Irving

Jonathan Lethem

Rick Moody

Patti Smith

Kevin Wilson

paylaş:

Kadın yazarlardan Shakespeare gibi bir deha neden çıkmıyor?


Erkeklerin kadınlara bıkıp usanmadan sorduğu bir soru vardır: “Bizler kadar iyi düşünme yeteneğiniz varsa, siz neden Shakespeare gibi bir deha çıkaramadınız?”

İşte bu saçma sapan seksist soruya en esaslı cevabı Virginia Woolf verir: “Yazmak yetenek olduğu kadar eğitim meselesidir” ve “Eğer bir kadın kurgu şeyler yazmak istiyorsa kendisine ait bir odası ve parası olmalıdır.”

Çünkü Woolf’a göre yaratıcı gücü ancak bağımsızlık serbest bırakır. Kadınlar da elbette Shakespeare gibi bir yazar olabilir, “yeter ki özgürlüğe alışalım, düşündüğümüzü aynen yazmaya cesaretimiz olsun!”

İngiliz feminist, yazar, romancı ve eleştirmen Virginia Woolf’un 1929’da kaleme aldığı, Shakespeare’in yetenekli olduğu halde kız olduğu için kendine ait bir odası olmayan, okula yollanmayan, kitap okuması bile yasaklanan ve hayatı erkekler tarafından yönlendirildiği için başarısızlık ve acı içinde ölen hayali kız kardeşi Judith’i konu alan “A Room of One’s Own / Kendine Ait Bir Oda” adlı deneme kitabı, yazan bir kadının bağımsızlığı için ilk savunmadır. Elbette, kadının yüzlerce yıldır süren ezilmişliğini ortaya koyarak feminist hareketin klasik kitaplarından biri olmuştur. Ve belki de Woolf’un en kolay okunan kitabıdır. Çünkü iş romanlarına geldiğinde, okuyucuyu bekleyen derin, karanlık ve oradan oraya sürüklenen hayli karmaşık bir dünya vardır. Bu dünyaya girmek içinse önce Virginia Woolf’u bilmek gerekir.

BİR ERKEK İŞİ: BİLGİ

1882’de Londra’da dünyaya gelen Virginia, yazar ve eleştirmen Leslie Stephen ile Julia Prinsep Duckworth’un kızıydı. Kalabalık entelektüel bu aile ortamında daha çocukken yazar olmaya karar verdi. Şansına, babasının büyük kitaplığı kız, erkek, tüm çocuklara açıktı. Ama ağabeyleri okula, “dışarıya” gönderilirken o, kız kardeşi Vanessa ile evde eğitim aldı. Çünkü eğitim ve bilgi erkek işiydi. Bir sürü ayrıcalıktan yararlansalar da bu temel ilke Stephen’ın kızları için de geçerliydi. Bu tatminsiz yılları takiben 13 yaşında annesi, hemen sonra da ablası öldüğünde Virginia ağır bir sinir hastalığı geçirdi. Depresif ruh hali peşini hayatı boyunca da bırakmayacaktı. Genç kızlığa adımını atarkense ne dikişte ne de yemek pişirmede başarılıydı. Çünkü asıl yeteneği yazarlıkta yatıyordu; zira o toplumun dayattığı kurallara uymayacak, kendini kitaplara gömecek ve 20. yüzyılın en büyük kadın yazarlarından biri olacaktı.

1904’te babasının ölümünden sonra çok ağır bir depresyon daha geçiren ve ardından kardeşleriyle Bloomsbury’e taşınan Virginia’nın yazarlık macerası da burada filizlendi. Burada girdiği ressam, eleştirmen, yazar ve felsefecilerden oluşan çevreyle birlikte Londra’nın entelektüel yaşamını belirleyecek olan Bloomsbury grubunu kurdular ve bu oluşum Virgina’nın yazarlığını besleyen en büyük etken oldu. Virginia, 30 yaşındayken de bu çevreden gazeteci ve deneme yazarı Leonard Woolf ile evlendi. Birlikte kurdukları Hogarth Yayınevi, Virginia Woolf’un kitaplarını yayımlatması için de önemli bir fırsat oldu. Çünkü o klasik romandan farklı, hikayeyi dış olaylarla değil insanın iç dünyası, bilinçaltı ve düşünce akışıyla, yani insanın içindeki ritmle anlatan yepyeni bir anlatım biçimi benimsemişti.

33 yaşında ilk romanı “Voyaga Out / Dışarıya Seyahat”i yayınlayan Woolf’un, üçüncü romanı “Jacob’s Room / Jacob’un Odası”nın (1922) ardınan, dile özgün katkılarıyla “romanı ıslah etmekte iddialı” bir yazar olduğu fark edildi. Zira The Times gazetesinin ünlü edebiyat dergisi The Times Literary Supplement’ta çıkan bir yazı şöyle diyordu: “Renk, ritm, atmosfer ve gözlem Mrs. Woolf’un düzyazısındaki akıl çeliciliktir.” 1925’te yazdığı ‘‘Mrs. Dalloway”deyse, tüm eleştirileri göze alıp, klasik roman anlayışından cesurca ayrılıyor, insan ruhunun sınırsız derinliklerinde dolaşan sıradışı anlatım tekniğini, yani ‘bilinç akışı’nı net bir şekilde ortaya koyuyordu.

Ardından gelen “To The Lighthouse / Deniz Feneri,” dönemin ahlakçılarına meydan okuyarak cinsel ikilemi ele aldığı “Orlando” ve “Flush” gibi ünlü romanları onu “akıp giden yaşantıların yazarı” yaptı. Virginia Woolf’a göre, hayatı, geçmişteki anıların şu an yaşadıklarımıza mütemadiyen ışık tutarak yarıda kestiği, birbirinden kopuk bir dizi an olarak yaşıyorduk. Kopmalar, sonu olmayan başlangıçlar, üzerinde düşünüp taşınmak üzere havada bırakılan anlar romanlarının can alıcı özellikleri haline gelmişti. Zira ona göre yaşam “saatte 50 mil hızla giden bir metroda savrulmak”tı ve bu kopmalar hareket halindeki bir trenin camından görülen başka insanların evlerindeki anlardı. Ve Woolf ‘un düşüncesine göre “Kişi düşüncelerini aktarmak için durana dek, yalnızca pasif bir obje”ydi. Woolf, bu anları karakterlerinin bilinçlerinde tasvir ederek benzersiz bir üslup oluşturdu.

DENEYSEL GERÇEKÇİ

1931’de yayımladığı şiir gibi roman “Waves/ Dalgalar”ı ise, o güne değin başka hiçbir romancının göze alamayacağı derecede deneysel yapısıyla gerçekçi roman geleneğinden tam bir kopuşu temsil ediyordu. Woolf şöyle diyordu: “Hayat simetrik olarak sıralanmış bir dizi at arabası lambası değildir, hayat bizi tüm bilincimizle sarıp kuşatan parlak bir ışık halkası, yarı saydam bir zardır. Romancının görevi durmadan değişen, meçhul ve sınırları çizilmemiş ruhu, ne kadar düzensiz ya da karmaşık olursa olsun, olabildiğince yabancı ve dış öğeler karıştırmadan anlatmak değil midir?”

Bugün onun adıyla anılan “bilinç akışı” tekniğiyle işte bunu başaran ve edebiyatta devrim yapan Virginia Woolf, modernist hareketi başlatan en önemli ve öncü isimlerden biri. Roman ve makalelerinde kadın hakları, sınıfsal farklılıklar, sosyal adalet, aşk, evlilik, özgürlük, savaş, kimlik arayışı, delilik ve ölüm gibi toplumsal ve psikolojik pek çok ağır konuyu masaya yatırmış önemli bir eleştirmen aynı zamanda.

50 YAŞINDA CAMBRİDGE’TE

“Kendine Ait Bir Oda”yla kadın hareketlerinde de öncü bir figür olan Woolf, üniversiteye gidememiş olsa da Çağdaş İngiliz Edebiyatı’nın en etkileyici kadın yazarlarından biri olarak 50 yaşındayken Cambridge’de ders vermek üzere davet edilmiş bir savaşçı. Ancak iki Dünya Savaşını ve yakın çevresinde de pek çok ölümü yaşamış, depresif, sorunlu ve yaralı savaşçıydı Woolf. Nitekim, 2. Dünya Savaşı sebebiyle umutsuzluğa kapılıp bunalıma giren Virginia Woolf, 28 Mart 1941’de, 59 yaşındayken, “artık savaşacak gücüm kalmadı” diyerek hırkasının ceplerine çakıl taşları doldurup kendini Ouse nehrinin sularına bırakarak intihar etti.

İletişim Yayınları’ndan çıkan ünlü İngiliz edebiyat eleştirmeni Anthony Curtis imzalı “Virginia Woolf, Bloomsbury ve Ötesi” adlı kitap işte edebiyat tarihinin bu sıradışı kadın yazarının hem edebi dehasını hem de bu dehayı ortaya çıkaran hayat hikayesiyle ruhsal yolculuğunu keşfetmek için yola çıkıyor. Curtis, hem Woolf’un hayatını hem de dönemini farklı açılardan belgeleyen günlüğü, mektupları, deneme ve kurgu eserleri, en yakınları tarafından yazılan biyografiler ve eserleri üzerine yapılan eleştiriler gibi çok sağlam kaynaklardan yararlanarak Virginia Woolf’un bir yaralı savaşçı olarak son derece detaylı bir portresini önümüze koyuyor. Ailesi ve yakın çevresinden art arda verdiği kayıplarla hep ölümün gölgesinde yaşayan, bu yüzden hep ağır depresyonun kıyısında gezinen, öte yandan bir kadın ve kalıplara karşı çıkan modern bir yazar olarak göğüslediği eleştirilerin yarattığı baskıya karşı savaş veren Woolf’u bu detaylı biyografide, hem son derece hassas ruhu hem de kaya gibi sert karakteriyle birden görüyoruz. Hem gizli güvensizlikleri ve travmalarıyla beslenen sonsuz endişelerine, hem de kararlı, cesur ve özgüvenli adımlarla ilerleyerek yaratıcılığının sınırlarını zorlamaktan asla vazgeçmeyişine tanık oluyoruz. Anthony Curtis, tıpkı Woolf’un eserleri gibi, onu ve çevresindeki herkesi, ailesini, dostlarını, Bloomsbury Grubu’nda girişilen entelektüel tartışmaları, dönemin sanat akımlarını da kitabına yoğun olarak yediriyor. Woolf’un yazarlığında büyük etkisi olan Bloomsbury Grubu üyelerinin etik, cinsellik ve sanat tartışmaları, aşk ilişkileri, entelektüel tutkuları, cesur fikirleri ve bunları dile getiriş yöntemlerini detaylı olarak anlatırken, Virginia’nın cinselliğin eksik olduğu evliliği, lezbiyen ilişkileri ve kişilik bozukluğuna dair kişisel detayları da irdeliyor. Ve geri planda Britanya İmparatorluğu’nun dönüşümünü, iki dünya savaşının yankıları, feminist hareketin gelişimi, kısacası 20. yüzyılın ilk yarısındaki zamanın ruhunu yansıtan pek çok şeyi de satır aralarına taşıyor.

“Düşünmek istiyorum sessizce, sakince, ferahça, yarıda kesilmeden, sandalyemden kalkmak zorunda kalmadan, bir şeyden diğerine kolayca süzülerek, husumet ya da engel duygusu olmadan. Derinlere, daha derinlere dalmak istiyorum, yüzeyin ötesine, yüzeysel kaskatı gerçeklerden kurtulmak istiyorum. Kendimi sabitlemek için akıp giden ilk düşünceyi yakalamalıyım” diye yazıyor günlüğüne Virginia Woolf… Ve Anthony Curtis, okuyucuyu Virgina Woolf’un kalbinden ve aklından geçen en samimi duygu ve düşüncelerle buluşturarak ünlü yazarın edebi dehasının ardında yatanlara ışık tutmayı başarıyor.

Vatan Kitap (23 Temmuz 2012)
paylaş:

dünyanın en eski fotoğrafı




Joseph Nicephore Niepce tarafından 1827’de çekilen dünyanın ilk fotoğrafı Almanya’da sergilenecek.

Fransız Ordusu’ndan emekli eski bir subay olan Joseph Nicephore Niepce tarafından 1827’de çekilen dünyanın bilinen ilk fotoğrafı Almanya’nın Mannheim kentinde sergilenecek.

‘View form the Window at Le Gras’ adı verilen fotoğrafta, Niepce’in penceresinden çekilmiş bir kulübenin çatısı üzerindeki güvercin yuvasının bulanık görüntüsü yer alıyor. Fotoğraf Teksas Üniversitesi, Harry Ransom Merkezi tarafında koruma altında tutuluyor. En son 1961 yılında Londra’da sergilenen fotoğraf, bu yıl Reiss-Engelhorn-Museen’de, ‘The Birth of Photography: Milestones from the Gernsheim Collection’ sergisinde yer alacak.

Fotoğraf, 1952 yılında Helmut Gernsheim tarafından ortaya çıkarıldı. Gernsheim, 1963 yılında bütün koleksiyonunu Teksas Üniversitesi’ne sattı.

Londra’da sergilendikten 50 sene sonra tekrar Avrupa’ya getirilen fotoğrafın sergisi, 9 Eylül 2012’de açılacak.

Kaynak: www.ntvmsnbc.com

paylaş: