facebook'ta siyaset konuşmaktan daha berbat olan olaylar

Önemli günlerde gösterilen aşırı milliyetçilik, memleketi Facebook üzerinden kurtarmaya çalışanlar ve siyaset içerikli yazıların sosyal platformlarda paylaşılması. Sayılanlar yeterince berbat olabilir fakat bundan daha vahim olaylar da mevcut. Bu mevzu şu adreste paylaşılmış, biz bunu “bize” uyarladık. Sizin bu durumla karşılaştığınız olay varsa yorum olarak paylaşabilirsiniz.
(bazıları .gif olduğundan beklemekte fayda var)

-Kim Milyoner Olmak İster'de rezil olmak



-Suya atlarken artistlik yapmak


-Açılmamak için direnen kutu içecek

-Tuvalet kağıdının bu şekilde yırtılması


-Atıştırmalıkları havaya atıp ağızla tutmaya çalışırken yaşananlar


-Talihsiz isimler

 
-Twitter’da bu şekil paylaşımları olanları takip etmek


-Yo-yo ile oynamasını bilmemek



-Suda gösteri yaparken yüzün şu şekli alması




-Kapı kullanımını unutmak




-Pantolonu bu şekilde giymek




-Çikolata/reçel sürülmüş ekmeğin sürekli çikolata/reçel sürülmüş tarafının altta kalacak şekilde düşmesi




-Justin Bieber hayranlarının paylaşımları




-Ergenlerin “ben büyüdüm artık” içerikli paylaşımları




-Yıllıkta fotoğrafın iki kez basılması




-Şu şekildeki fotoğrafların Facebook'ta paylaşılması



-Alınan ürünün sahte çıkması




-Şeytan tırnağı




-Simidi/dondurmayı martıya kaptırmak


-Dondurma yerken kaşığın yamulması

-Eti Puf'u açarken yaşanan gerginlik


-Film posterli kitap kapakları





paylaş:

let the right one in (2008)


Låt den rätte komma in.
Yönetmen: Tomas Alfredson
Senaryo: John Ajvide Lindqvist (roman)
Oyuncular: Kare Hedebrant, Lina Leandersson, Per Ragnar
Tür: Dram | Korku | Romantik
Yıl: 2008
Süre: 115 dakika
Ülke: İsveç
Dil: İsveççe
Låt den rätte komma in (2008) on IMDb

Katıldığı festivallerden toplamda altmışın üzerinde ödül almış, vizyona girdiği tarihte yılın en iyi filmleri arasında gösterilmiş, Rotten Tomatoes’ten %98’lik bir başarı elde etmiş, IMDb Top 250 listesine girmiş, başarısı sonucu Amerikan versiyonunun çekilmesine karar verilmiş bir film Let the Right One In.
Kış soğuğunun her an hissedildiği bir İsveç kasabasında 12 yaşındaki Oscar adındaki bir çocuğun, yan daireye taşınan kız ile olan ilişkisi üzerine yoğunlaşan film, sonrasında hiç de tahmin edilmeyecek bir hale sürükleniyor. Kızın vampir olduğunu yavaş yavaş sindiren Oscar ile arasında oluşan bağ soğuk atmosferde ısınmamıza yardımcı olan bir etmen gibi başlayıp sonrasında alevleniyor.
Daha önce bahsettiğimiz Let Me In adlı filmi orijinal versiyonu olan yapım, 2008 yılı mahsulleri arasında adından en çok söz ettirenlerden. Bunun sebebi günümüzde yeterince saçma bir hal alıp orijinalliğinin yakalanması gittikçe güçleşen vampir konusunun ayrı bir yapıda ele alınmış olması diyebiliriz. Gerçekçiliği, fazlaca kan olmasına rağmen yerinde kullanılmış sahneleri, her ne kadar karakterler çocuk bile olsa kotarılan oyunculuğu ile film hoş detaylar ile birlikte bir masala dönüşüyor.

Aynı adlı romandan uyarlanan filmde belki de en aklı kurcalayan ayrıntı vampir kızın gerçekten kız mı olduğu sorusu ve diğeri baba karakteri olarak bilinen birey ile vampir arasındaki gerçek ilişki. Roman okuyucularının dediklerine ve filmde görülen sahnelere göre vampirin soyunma sahnesinde görünen cinsel organ hadım edilmiş erkek birey olduğu yönünde. Bu aynı zamanda vampirin Oscar’a sorduğu “kız olmasam yine beni sever miydin?” sorusu ve söylediği “ben kız değilim” cümlesinden de anlaşılıyor. İlk başta vampir olduğu öğrenilmemiş olduğundan duyulduğu zaman kimliğini saklama amacıyla söylenmiş cümleler olduğu sanılsa da sonunda bu durumla karşılaşılıyor.
Baba karakteri ile aralarındaki ilişki ise zamanında yaşanmış bir aşkın devamı niteliğinde. Adamın ona duyduğu sevgi ile halen beslenmesine yardım edişi hatta Oscar ile yakınlaşmasını gördükten sonra onunla görüşmesini istememesi de buna yorumlanabilir.
Ortaya ise çok anlaşılmasa da eşcinsel temalı vampir aşk filmi çıkıyor.
Vampir filmleri arasında yerini çoktan ön sıralardan almış ve film koleksiyonu yapanların arşivinde kesinlikle olması gereken bir eser.
Fragmanı buradan izleyebilirsiniz.
paylaş:

popüler kültürün az doğa sevdalısı üzerindeki etkileri


  

  Biz insanlar tüketmeyi ne de çok seviyorduk. Bir şeylerin düzenini bozmak, kendi isteklerimiz doğrultusunda modifiye etmek ne kadar da güzeldi bizim için… Durun dostlarım! Hemen yazıyı yarıda bırakıp facebook’a koşmayın. Başlangıcı ‘’amaçsızca isyan etmek’’olan bu yazımın devamı daha önemli. Anlatmak istediklerim bundan sonraları…
  Nereden aklıma estiyse bir an için insanlardan çok uzak yerlere koşmak istemiştim. Koşarak anca mutfağa kadar gidebilmiştim. Kendime ekmek arası peynir hazırlayıp düşüncemin ne kadarlık kısmını gerçekleştirebileceğimi düşündüm. Bir an için gaza gelip ‘’yaparım lan ben bunu’’ dedim ve salonda dizi izleyen anneme fikrimi açtım. ‘’Gidiyorum ben aanneehh!’’ dedim. ‘’Nereye yavrımm?’’ dedi. ‘’İnto the Wild’e gidiyorum annehh!’’ dedim ‘’yemek yi, öyle git yavrım’’ diye akıl verdi…
  Planım yavaş yavaş aklımda oturmuştu. Otostop çeke çeke buradan çok uzaklara, insanların olmadığı bir ormana gidecek ve orada yaşayacaktım. Gideceğim yeri belirlemek için dünya siyasi, fiziki, kabartmalı ve dilsiz haritalarını bir güzel yaydım masaya. Tam gideceğim yeri seçecekken telefonum ‘’zoi zoi zoi zoi’’ diye çalmaya başladı. Arayan zırt arkadaşım Erkan’dı. Telefonla konuşmayı sevmediğim için telefonu açmayıp Erkan’a ‘’ne var lan :) :D :P :O :ĞY’’ diye mesaj attım. Tekrar aradı bu sefer açtım. Önce telefonu açmadığım için birkaç küfür etti. Ardından ‘’kızlarla buluşup içmeye gidiyoss. Sen de gel’’ dedi. Planım aklıma geldi. Kendimi insanlardan soyutlayıp, bedenimi doğaya sunmalıydım. Çıkar ilişkilerinden sıyrılıp, doğa ana ile yaşamalıydım. Üzerime sinmiş olan toplu taşıma aracı kokusundan arınıp zaar gibi çimen, papatya, ağaç ve bilumum bitkilerden kokmalıydım… ‘’Geliyon mu lan?’ dedi Erkan ‘’Tamam geliyom’’ deyip hazırlandım ve çıktım.
  Hayatımız boyunca 3 kere Taksim’e gitmiş bizler (5 kişiydik), nedense buluşma yeri olarak Taksim’i belirlemiştik. Meydana çıkmak yerine Galatasaray Lisesi’nin önünde beklemeye karar verdim. Birkaç dakika sonra 3 tane az samimi olduğum kız arkadaşlarım gelmişti. Erkan’ı beklemenin gereksiz olduğunu, hemen bir bara gidip bir şeyler içmeyi kararlaştırdık. Ama gel gör ki aramızda adam akıllı bir şeyler içilebilecek tek yeri Erkan biliyordu. Ayrıca 4’ümüzde Erkan’a güvenerekten yanımıza para almamıştık. Zaten aramızda tek içki içen de Erkan’dı. Biz arsızlar gibi fanta içen tiplerdik… Hemen Erkan’a durumu anlatmak ve nerede olduğumuzu söylemek için telefonumda Erkan’a tıkladım. Hattımda yeterli bakiye olmadığı için bir tek ‘’Galats’’ diyebilmiştim Erkan’a. Neyse ki Erkan zeki çocuktu, nerede olduğumuzu çözmüş ve yanımıza gelebilmişti.  ‘’Bensiz nereye gidiyonuz lann şekilliler ordusu?’’ dedi Erkan ve onu takip edip bilinmezliğe doğru yol aldık.
  Okulumuzun kömürlüğüne benzeyen, ama daha ışıklısı, daha müziklisi ve daha çılgınlar gibi dans edenlerin olduğu ‘’KAFE BUFALO’’ isimli mekâna girip içkilerimizi yudumlamaya başladık. Masada dönen muhabbet bilindikti. İlişkilerin ne kadar yüzeysel olduğundan, twitter’ın orta malı bir mekan olduğundan ve en iyisinin yine ‘’mesene’’ olduğundan dem vuruyorlardı. Masadaki muhabbetten hep uzak duran Burcu hem saygımı hem de kalbimi kazanmıştı. Erkan ve diğerleri piste çıkıp çılgınlar gibi dans edince Burcu’nun kolundan tutup dışarı çıkarttım.
  ‘’Hay sizin ilişkilerinize 1 konuştuğunuz konulara 2 beeh!’’ dedim. Burcu şaşırınca gaza gelip devam ettim. ‘’Daha önemli şeyler var lan şu dünyada. Damarlarınızdan popüler kültür akıyor lan resmen’’ dedim. ‘’Hay senin daşşanı yesinler be!’’ dedi Burcu. Korktum. 1-2 saniye ne dediğini çözmeye çalıştım. Meğersem sözlerimin çok doğru olduğunu ve sonuna kadar bana hak verdiğini söylüyormuş. Bitmek bilmez ilişki tartışmalarından, internetin fütursuzca kullanılmasından ve yeni şeylerin hemen tüketilmesi gibi şeylerden bahsetti. Vurucu olanını sona saklamıştı. ‘’İnsanlık ne zaman doğadan koptu beeh! Baş kaldırmak demek Fight Clup izlemek ve sisteme küfür etmek mi?’’ dedi. O an sarı saçları, yeşil gözleri inanılmaz derecede parladı ve son sözleriyle birlikte Burcu’ya vuruldum…
  KAFE BUFALO’dan uzaklaşıp arka sokaklarda yürümeye başladık. Delicesine popüler kültür karşıtı olmadığımız için özünde Coca-Cola ürünü olan 2 tane sarı koladan alıp yürümeye öyle devam ettik.
  Ben, günümüz ilişkilerinin ne kadar aşktan yoksun olduğunu söylediğimde sincapların aşklarından bahsetti. Güzellik kavramının marka giyim olmazsa ne kadar çabuk biteceğinden dem vurduğumda kral kelebeklerinin göçünden bahsetti. Edebiyatın da popüler kültür etkisi altında kalmasından korktuğumu dile getirdiğimde, asıl edebiyatın yer yıldızı mantarlarının sporlarını saçarken yaptığını söyledi… Burcu’nun dozunda popüler kültür karşıtı olması ve korkularımın hepsinin yersiz olduğunu, çözümlerinin hepsini doğada bulabileceğimi örneklerle açıklaması karşısında hayranlığımı dizginleyemedim ve ‘’hay senin daşşanı yesinler beeh!’’ dedim.
  Burcu’yu çok sevmiştim. Kendisine sabahleyin kararlaştırdığım ormanlara kaçma temalı planımı anlattım. Uzun süredir kendisinin de böyle bir şeyler planladığını söyledi ve teklifimi kabul etti. Yarın sabah buralardan çok uzaklara gidecektik. Buluşma yeri olarak KAFE BUFALO’yu seçtik. Yarın kendimizi doğaya sunacaktık…
  KAFE BUFALO’nun önüne gittiğimde Burcu gerekli hazırlıkları yapmış, beni bekliyordu. Hoşbeş ettikten sonra yolumuza koyulduk. Karaköy tramvay durağına gitmek için İstiklâl Caddesi’nde hızlı adımlarla yürüyorduk. Heyecanlıydık. Hem muhabbet olsun hem de popüler kültüre giydirmek amacıyla 15 metre önümüzdeki dükkânda satılan ‘’ugg’’lara küfür etmeye başladım. Burcu da söylediklerime katılıyor mu diye sol tarafıma bir döndüm ki Burcu yok olmuş. 15 metre ilerideki ‘’ugg’’ satan mağazanın önünde dikilmiş vaziyette beni yanına çağırıyordu… ‘’Fakat popüler kültür karşıtı bir insanın ‘ugg’ arsızı çıkması?’’ diye üzgün üzgün düşünüyordum Burcu’nun yanına giderken. Konuşmasına fırsat vermeden kulağına eğildim ve ‘’sen artık korkunçlu bir kadınsın’’ dedim. Topuklarımı kıçıma vura vura zaar gibi İstiklâl Caddesi’nde koşmaya başladım…
  Karaköy tramvay hattına ulaşıp Güngören’e doğru yol aldım. Tramvayda aklımda tek bir düşünce vardı. ‘’Ulan Emre, sen kim doğada tek başına yaşamak kim? Ezehehe ezehehe.’’ ‘’Popüler kültür karşıtıymış. Kıçımın kenarı beeh’’ diye düşüncelerimi iyice pekiştirdim. Ardından üniversite sınavına hazırlanmak için tramvayda matematik testi çözen çocuğun yanına oturdum. 
paylaş:

17. uluslararası ankara tiyatro festivali


16-26 Kasım 2012.
Kış kapıya dayanmadan Ankaralılar için muhteşem bir etkinlik. Bu yıl 17.si düzenlenen Uluslararası Ankara Tiyatro Festivali’nin programı aşağıdaki gibi.
Biletleri MyBilet üzerinden alabilirsiniz.
Program için, tarih/yer/saat bilgileri şu şekilde:


paylaş: