facebook'ta siyaset konuşmaktan daha berbat olan olaylar

Önemli günlerde gösterilen aşırı milliyetçilik, memleketi Facebook üzerinden kurtarmaya çalışanlar ve siyaset içerikli yazıların sosyal platformlarda paylaşılması. Sayılanlar yeterince berbat olabilir fakat bundan daha vahim olaylar da mevcut. Bu mevzu şu adreste paylaşılmış, biz bunu “bize” uyarladık. Sizin bu durumla karşılaştığınız olay varsa yorum olarak paylaşabilirsiniz.
(bazıları .gif olduğundan beklemekte fayda var)

-Kim Milyoner Olmak İster'de rezil olmak



-Suya atlarken artistlik yapmak


-Açılmamak için direnen kutu içecek

-Tuvalet kağıdının bu şekilde yırtılması


-Atıştırmalıkları havaya atıp ağızla tutmaya çalışırken yaşananlar


-Talihsiz isimler

 
-Twitter’da bu şekil paylaşımları olanları takip etmek


-Yo-yo ile oynamasını bilmemek



-Suda gösteri yaparken yüzün şu şekli alması




-Kapı kullanımını unutmak




-Pantolonu bu şekilde giymek




-Çikolata/reçel sürülmüş ekmeğin sürekli çikolata/reçel sürülmüş tarafının altta kalacak şekilde düşmesi




-Justin Bieber hayranlarının paylaşımları




-Ergenlerin “ben büyüdüm artık” içerikli paylaşımları




-Yıllıkta fotoğrafın iki kez basılması




-Şu şekildeki fotoğrafların Facebook'ta paylaşılması



-Alınan ürünün sahte çıkması




-Şeytan tırnağı




-Simidi/dondurmayı martıya kaptırmak


-Dondurma yerken kaşığın yamulması

-Eti Puf'u açarken yaşanan gerginlik


-Film posterli kitap kapakları





paylaş:

let the right one in (2008)


Låt den rätte komma in.
Yönetmen: Tomas Alfredson
Senaryo: John Ajvide Lindqvist (roman)
Oyuncular: Kare Hedebrant, Lina Leandersson, Per Ragnar
Tür: Dram | Korku | Romantik
Yıl: 2008
Süre: 115 dakika
Ülke: İsveç
Dil: İsveççe
Låt den rätte komma in (2008) on IMDb

Katıldığı festivallerden toplamda altmışın üzerinde ödül almış, vizyona girdiği tarihte yılın en iyi filmleri arasında gösterilmiş, Rotten Tomatoes’ten %98’lik bir başarı elde etmiş, IMDb Top 250 listesine girmiş, başarısı sonucu Amerikan versiyonunun çekilmesine karar verilmiş bir film Let the Right One In.
Kış soğuğunun her an hissedildiği bir İsveç kasabasında 12 yaşındaki Oscar adındaki bir çocuğun, yan daireye taşınan kız ile olan ilişkisi üzerine yoğunlaşan film, sonrasında hiç de tahmin edilmeyecek bir hale sürükleniyor. Kızın vampir olduğunu yavaş yavaş sindiren Oscar ile arasında oluşan bağ soğuk atmosferde ısınmamıza yardımcı olan bir etmen gibi başlayıp sonrasında alevleniyor.
Daha önce bahsettiğimiz Let Me In adlı filmi orijinal versiyonu olan yapım, 2008 yılı mahsulleri arasında adından en çok söz ettirenlerden. Bunun sebebi günümüzde yeterince saçma bir hal alıp orijinalliğinin yakalanması gittikçe güçleşen vampir konusunun ayrı bir yapıda ele alınmış olması diyebiliriz. Gerçekçiliği, fazlaca kan olmasına rağmen yerinde kullanılmış sahneleri, her ne kadar karakterler çocuk bile olsa kotarılan oyunculuğu ile film hoş detaylar ile birlikte bir masala dönüşüyor.

Aynı adlı romandan uyarlanan filmde belki de en aklı kurcalayan ayrıntı vampir kızın gerçekten kız mı olduğu sorusu ve diğeri baba karakteri olarak bilinen birey ile vampir arasındaki gerçek ilişki. Roman okuyucularının dediklerine ve filmde görülen sahnelere göre vampirin soyunma sahnesinde görünen cinsel organ hadım edilmiş erkek birey olduğu yönünde. Bu aynı zamanda vampirin Oscar’a sorduğu “kız olmasam yine beni sever miydin?” sorusu ve söylediği “ben kız değilim” cümlesinden de anlaşılıyor. İlk başta vampir olduğu öğrenilmemiş olduğundan duyulduğu zaman kimliğini saklama amacıyla söylenmiş cümleler olduğu sanılsa da sonunda bu durumla karşılaşılıyor.
Baba karakteri ile aralarındaki ilişki ise zamanında yaşanmış bir aşkın devamı niteliğinde. Adamın ona duyduğu sevgi ile halen beslenmesine yardım edişi hatta Oscar ile yakınlaşmasını gördükten sonra onunla görüşmesini istememesi de buna yorumlanabilir.
Ortaya ise çok anlaşılmasa da eşcinsel temalı vampir aşk filmi çıkıyor.
Vampir filmleri arasında yerini çoktan ön sıralardan almış ve film koleksiyonu yapanların arşivinde kesinlikle olması gereken bir eser.
Fragmanı buradan izleyebilirsiniz.
paylaş:

popüler kültürün az doğa sevdalısı üzerindeki etkileri


  

  Biz insanlar tüketmeyi ne de çok seviyorduk. Bir şeylerin düzenini bozmak, kendi isteklerimiz doğrultusunda modifiye etmek ne kadar da güzeldi bizim için… Durun dostlarım! Hemen yazıyı yarıda bırakıp facebook’a koşmayın. Başlangıcı ‘’amaçsızca isyan etmek’’olan bu yazımın devamı daha önemli. Anlatmak istediklerim bundan sonraları…
  Nereden aklıma estiyse bir an için insanlardan çok uzak yerlere koşmak istemiştim. Koşarak anca mutfağa kadar gidebilmiştim. Kendime ekmek arası peynir hazırlayıp düşüncemin ne kadarlık kısmını gerçekleştirebileceğimi düşündüm. Bir an için gaza gelip ‘’yaparım lan ben bunu’’ dedim ve salonda dizi izleyen anneme fikrimi açtım. ‘’Gidiyorum ben aanneehh!’’ dedim. ‘’Nereye yavrımm?’’ dedi. ‘’İnto the Wild’e gidiyorum annehh!’’ dedim ‘’yemek yi, öyle git yavrım’’ diye akıl verdi…
  Planım yavaş yavaş aklımda oturmuştu. Otostop çeke çeke buradan çok uzaklara, insanların olmadığı bir ormana gidecek ve orada yaşayacaktım. Gideceğim yeri belirlemek için dünya siyasi, fiziki, kabartmalı ve dilsiz haritalarını bir güzel yaydım masaya. Tam gideceğim yeri seçecekken telefonum ‘’zoi zoi zoi zoi’’ diye çalmaya başladı. Arayan zırt arkadaşım Erkan’dı. Telefonla konuşmayı sevmediğim için telefonu açmayıp Erkan’a ‘’ne var lan :) :D :P :O :ĞY’’ diye mesaj attım. Tekrar aradı bu sefer açtım. Önce telefonu açmadığım için birkaç küfür etti. Ardından ‘’kızlarla buluşup içmeye gidiyoss. Sen de gel’’ dedi. Planım aklıma geldi. Kendimi insanlardan soyutlayıp, bedenimi doğaya sunmalıydım. Çıkar ilişkilerinden sıyrılıp, doğa ana ile yaşamalıydım. Üzerime sinmiş olan toplu taşıma aracı kokusundan arınıp zaar gibi çimen, papatya, ağaç ve bilumum bitkilerden kokmalıydım… ‘’Geliyon mu lan?’ dedi Erkan ‘’Tamam geliyom’’ deyip hazırlandım ve çıktım.
  Hayatımız boyunca 3 kere Taksim’e gitmiş bizler (5 kişiydik), nedense buluşma yeri olarak Taksim’i belirlemiştik. Meydana çıkmak yerine Galatasaray Lisesi’nin önünde beklemeye karar verdim. Birkaç dakika sonra 3 tane az samimi olduğum kız arkadaşlarım gelmişti. Erkan’ı beklemenin gereksiz olduğunu, hemen bir bara gidip bir şeyler içmeyi kararlaştırdık. Ama gel gör ki aramızda adam akıllı bir şeyler içilebilecek tek yeri Erkan biliyordu. Ayrıca 4’ümüzde Erkan’a güvenerekten yanımıza para almamıştık. Zaten aramızda tek içki içen de Erkan’dı. Biz arsızlar gibi fanta içen tiplerdik… Hemen Erkan’a durumu anlatmak ve nerede olduğumuzu söylemek için telefonumda Erkan’a tıkladım. Hattımda yeterli bakiye olmadığı için bir tek ‘’Galats’’ diyebilmiştim Erkan’a. Neyse ki Erkan zeki çocuktu, nerede olduğumuzu çözmüş ve yanımıza gelebilmişti.  ‘’Bensiz nereye gidiyonuz lann şekilliler ordusu?’’ dedi Erkan ve onu takip edip bilinmezliğe doğru yol aldık.
  Okulumuzun kömürlüğüne benzeyen, ama daha ışıklısı, daha müziklisi ve daha çılgınlar gibi dans edenlerin olduğu ‘’KAFE BUFALO’’ isimli mekâna girip içkilerimizi yudumlamaya başladık. Masada dönen muhabbet bilindikti. İlişkilerin ne kadar yüzeysel olduğundan, twitter’ın orta malı bir mekan olduğundan ve en iyisinin yine ‘’mesene’’ olduğundan dem vuruyorlardı. Masadaki muhabbetten hep uzak duran Burcu hem saygımı hem de kalbimi kazanmıştı. Erkan ve diğerleri piste çıkıp çılgınlar gibi dans edince Burcu’nun kolundan tutup dışarı çıkarttım.
  ‘’Hay sizin ilişkilerinize 1 konuştuğunuz konulara 2 beeh!’’ dedim. Burcu şaşırınca gaza gelip devam ettim. ‘’Daha önemli şeyler var lan şu dünyada. Damarlarınızdan popüler kültür akıyor lan resmen’’ dedim. ‘’Hay senin daşşanı yesinler be!’’ dedi Burcu. Korktum. 1-2 saniye ne dediğini çözmeye çalıştım. Meğersem sözlerimin çok doğru olduğunu ve sonuna kadar bana hak verdiğini söylüyormuş. Bitmek bilmez ilişki tartışmalarından, internetin fütursuzca kullanılmasından ve yeni şeylerin hemen tüketilmesi gibi şeylerden bahsetti. Vurucu olanını sona saklamıştı. ‘’İnsanlık ne zaman doğadan koptu beeh! Baş kaldırmak demek Fight Clup izlemek ve sisteme küfür etmek mi?’’ dedi. O an sarı saçları, yeşil gözleri inanılmaz derecede parladı ve son sözleriyle birlikte Burcu’ya vuruldum…
  KAFE BUFALO’dan uzaklaşıp arka sokaklarda yürümeye başladık. Delicesine popüler kültür karşıtı olmadığımız için özünde Coca-Cola ürünü olan 2 tane sarı koladan alıp yürümeye öyle devam ettik.
  Ben, günümüz ilişkilerinin ne kadar aşktan yoksun olduğunu söylediğimde sincapların aşklarından bahsetti. Güzellik kavramının marka giyim olmazsa ne kadar çabuk biteceğinden dem vurduğumda kral kelebeklerinin göçünden bahsetti. Edebiyatın da popüler kültür etkisi altında kalmasından korktuğumu dile getirdiğimde, asıl edebiyatın yer yıldızı mantarlarının sporlarını saçarken yaptığını söyledi… Burcu’nun dozunda popüler kültür karşıtı olması ve korkularımın hepsinin yersiz olduğunu, çözümlerinin hepsini doğada bulabileceğimi örneklerle açıklaması karşısında hayranlığımı dizginleyemedim ve ‘’hay senin daşşanı yesinler beeh!’’ dedim.
  Burcu’yu çok sevmiştim. Kendisine sabahleyin kararlaştırdığım ormanlara kaçma temalı planımı anlattım. Uzun süredir kendisinin de böyle bir şeyler planladığını söyledi ve teklifimi kabul etti. Yarın sabah buralardan çok uzaklara gidecektik. Buluşma yeri olarak KAFE BUFALO’yu seçtik. Yarın kendimizi doğaya sunacaktık…
  KAFE BUFALO’nun önüne gittiğimde Burcu gerekli hazırlıkları yapmış, beni bekliyordu. Hoşbeş ettikten sonra yolumuza koyulduk. Karaköy tramvay durağına gitmek için İstiklâl Caddesi’nde hızlı adımlarla yürüyorduk. Heyecanlıydık. Hem muhabbet olsun hem de popüler kültüre giydirmek amacıyla 15 metre önümüzdeki dükkânda satılan ‘’ugg’’lara küfür etmeye başladım. Burcu da söylediklerime katılıyor mu diye sol tarafıma bir döndüm ki Burcu yok olmuş. 15 metre ilerideki ‘’ugg’’ satan mağazanın önünde dikilmiş vaziyette beni yanına çağırıyordu… ‘’Fakat popüler kültür karşıtı bir insanın ‘ugg’ arsızı çıkması?’’ diye üzgün üzgün düşünüyordum Burcu’nun yanına giderken. Konuşmasına fırsat vermeden kulağına eğildim ve ‘’sen artık korkunçlu bir kadınsın’’ dedim. Topuklarımı kıçıma vura vura zaar gibi İstiklâl Caddesi’nde koşmaya başladım…
  Karaköy tramvay hattına ulaşıp Güngören’e doğru yol aldım. Tramvayda aklımda tek bir düşünce vardı. ‘’Ulan Emre, sen kim doğada tek başına yaşamak kim? Ezehehe ezehehe.’’ ‘’Popüler kültür karşıtıymış. Kıçımın kenarı beeh’’ diye düşüncelerimi iyice pekiştirdim. Ardından üniversite sınavına hazırlanmak için tramvayda matematik testi çözen çocuğun yanına oturdum. 
paylaş:

17. uluslararası ankara tiyatro festivali


16-26 Kasım 2012.
Kış kapıya dayanmadan Ankaralılar için muhteşem bir etkinlik. Bu yıl 17.si düzenlenen Uluslararası Ankara Tiyatro Festivali’nin programı aşağıdaki gibi.
Biletleri MyBilet üzerinden alabilirsiniz.
Program için, tarih/yer/saat bilgileri şu şekilde:


paylaş:

dog pound (2010)


Yönetmen: Kim Chapiron
Senaryo: Jeremie Delon, Kim Chapiron
Oyuncular: Adam Butcher, Shane Kippel, Mateo Morales
Tür: Dram
Yıl: 2010
Süre: 91 dakika
Ülke: Fransa, Kanada, BK
Dil: İngilizce

Angel, Davis ve Butch sırasıyla oto hırsızlığı ve saldırı, satmak amaçlı uyuşturucu bulundurmak, öfke kontrolsüzlüğü sebebiyle görevlinin gözünü çıkarmak nedeniyle ıslahevine getirilmiş 15, 16 ve 17 yaşlarında ülkenin farklı bölgelerinden gençlerdir. Hayatları, işledikleri bu suçlar yüzünden kısa bir süreliğine aynı koğuşta kesişecek ve başlarına gelecek olaylarda birbirlerine destek çıkacaklardır.
Birbirinden farklı ekonomik sınıflardan bir sürü insanın çeşitli suçlar yüzünden tutulduğu bu ıslahevinde yaşanacak olaylar otorite ve güç meselesinin de nasıl işlediğini görmekte bir yardımcı.
Ana karakterlerin yanında filmin şekillenmesinde etken olan diğer iki karakter ise işi ve ev halini tam rayına oturtamamış gözetim memuru ve kimsenin kendisine bulaşmasını istememesi için herkese AIDS’li olduğunu söyleyen diğer suçlu çocuk ve içeriye uyuşturucu sokanlar ve ıslahevinin belalı diğer gençleri.
Daha ilk dakikadan yeni gelenleri ezmek ve gücünü göstererek hakimiyetini göstermek belalı üç genç Davis’in yanına gelip ayağındaki botları kayırarak sorun yaratacaklarını belli ederler. Tabii bu olayların belki de en masumudur. Asıl sorunlar Butch’ın bu belalılar tarafından tartaklanması sonucu meydana gelir. İlk ıslahevinden görevlinin kışkırtması sonucu hakim olamadığı öfkesi nedeniyle görevlinin gözüne parmağını sokmasından ötürü şimdiki ıslahevine sevk edilen Butch, yapılanlar karşısında diğerleri gibi elini kolunu bağlamaktansa karşı çıkmayı seçer ve işin dozu giderek büyür.

Aslında kendi çocuklarıymış gibi ıslahevindekileri de seven fakat disiplininden pek de taviz vermeyen gardiyan, çocuklar karşısında sert tavrını sürekli devam ettirirken kavgaların sebebini ve kimin yaptığını öğrenmek istese de cevap alamaz. Kendi ailesiyle arasında yaşanan sıkıntıyı her ne kadar işine yansıtmamaya çalışsa da öfkesine yenik düşerek o an karısına olan sinirini işini tam da yerinde yapmayan Angel’dan çıkarır ve bu artık bardağı taşıran son damla olur. Angel’ın hastaneye kaldırılışı, durum karşısında sinirlenen Butch’ın ortaya koyduğu tepki yüzünden sorguya çekilmesi, daha önce yara almış sürünün Davis üzerine yürümesine ve sonucun çok daha fazlasına neden olur.
Kapılar ardındaki güç dengesinin ve niteliğinin nasılda istismara uğratıldığını anlatan film zaman zaman güldüren çoğu zaman da düşündüren yapıda.
Fragmanı buradan izleyebilirsiniz.

paylaş:

run lola run (1998)


Lola Rennt.
Yönetmen: Tom Tykwer
Senaryo: Tom Tykwer
Oyuncular: Franka Potente, Moritz Bleibtreu, Herbert Knaup

Tür: Aksiyon | Gerilim
Yıl: 1998
Süre: 81 dakika
Ülke: Almanya
Dil: Almanca


Mani ve Lola, Berlin’de yaşayan ve birbirlerine aşık olan iki genç sevgili. Paranın verdiği dayanılmaz hazza kendini biraz fazla kaptırmış olan Manni biraz piş işlere bulaşır ve teslim etmesi gereken yüz bin Alman Markını, karşısına çıkan polisleri gördüğünde oluşan stres ve heyecanla bindiği metroda unutur. Farkına vardığında ise metronun kapıları çoktan kapanmıştır. Para dolu torba o an yan koltukta oturan evsizin işine yarayacak gibi gözükmektedir.
Heyecan ve korkuyla aklına gelen ilk insan, sevgilisi yani Lola’yı arar.
Lola, ailesiyle olan ilişkisi pek de iyi olmayan, kendi halinde, iş arayan, kırmızıya boyadığı saçlarıyla gayet ilgi çekici bir kadın. Telefonu açtığında ve olanları duyduğunda alnından terler süzülmeye başlar. Çünkü sevgilisi ondan yirmi dakika içinde yüz bin markı bulmasını ve ona getirmesini aksi halde belalıları tarafından öldürüleceğini söyler. Ve telefon fırlatılır, Lola koşmaya başlar.
Bu esnadan sonra şekilleniyor aslında film, yirmi dakikalık üç kısa filmin birleştirilmesi bile diyebiliriz kendisi için ve yönetmen bu yirmişer dakikalık paralel zaman dilimlerinde tercihlerimiz doğrultusunda kaderimizin nasıl şekillenebileceği üzerine yoğunlaşıyor. Tabii işin içine biraz şans ve biraz da öfkeyi katarak.

Bölümleri birbirine bağlayan yatakta geriye dönüş sahnelerinde ise kadınlar ve erkeklerin birbirlerine hep sormak istedikleri ve cevabını en çok merak ettikleri sorular üzerine yoğunlaşılıyor. Bir kadının sevdiği erkeğe sormak istediği soruların başlarında gelen “Beni seviyor musun?”, bu sorunun arkasından gelen cevapların niteliği ve niceliği hakkında düşüncelere dalmalar ve cevabın karşı tarafı ne kadar tatmin ettiği konusunda yönetmen izleyiciyi büyülüyor, tabii bunda iyi bir ışık, yakın plan çekim ve film boyutunun değişikliği de etken.
Diğer bölümün bitiminde ise bu kez Manni’nin Lola’ya yönelttiği soruları seyrediyoruz. “Ben ölsem ne yaparsın?”
Tüm bu sorular cevaplanırken aslında bölümlerde gerçekleşen hikayenin gidişatını da izliyoruz, kısacık bir sürenin insan hayatını nasıl da etkilediğini rahatlıkla görebiliyoruz.
Koşturmaca esnasında Lola’nın karşısına çıkan kişilerin hayatları ‘ve sonra’ bölümleri olarak fotoğraf kareleri gibi gösterilmesi filmin diğer güzel yanı. Bu sahnelerle aslında küçücük detayların, değişik olasılıklarla, ilerleyen zamanı nasılda değiştirebileceği ve bu detayların aslında değişen hayatın yanında ne kadar da basit durduğu vurgulanıyor, bu yüzden de senaryo sahibi takdir etmek şart.

Tabii filmin genel hatlarıyla vermek istediği mesaj ise çok açık. Hayatımız bir sürü paralel zaman diliminden oluşuyor ve hangisini yaşayacağımızı ya da kısaca kaderimizi biz kendi ellerimizle şekillendiriyoruz. Bu yüzden inanarak, şansa da güvenerek, her şeyi çok kafaya takmayarak ama gerektiğinde terleyerek yola devam edin.
Filmin dinamiğine uygun müziklerin seçilmesi ise heyecanın doruğunu en üst seviyeye taşıyor hatta filmde işlenen konu ve atmosferin müzikle uygunluğu açısından en iyi yapımlardan biri diyebiliriz film için.
Ayrıca unutmadan, filmin bir yerinde hayatının sonunun geldiğini düşünen Manni’nin beklediği telefon kulübesinden çıkarken kapıda okunan isim gülmemizi sağlıyor. Tabii yerli yersiz atılan çığlıkları da es geçmemek lazım.
Fragmanı buradan izleyebilirsiniz.
paylaş:

İstanbul Tasarım Bienali'nin "Yaratıcı Film Kuşağı" başlıyor


İstanbul Kültür Sanat Vakfı tarafından, Eren Holding, Koray Şirketler Topluluğu, Vestel ve Vitra eş sponsorluğunda düzenlenen İstanbul Tasarım Bienali kapsamında gerçekleştirilen ''Yaratıcı Film Kuşağı" gösterimleri 5 Kasım Pazartesi günü başlıyor.

İstanbul Tasarım Bienali kapsamında gerçekleştirilecek "Yaratıcı Film Kuşağı" programında, 9 ülkeden tasarıma, tasarımcıya ve tasarım nesnesine odaklanan yaratıcı belgeseller ve video işlerinden oluşan 19 film izleyiciyle buluşacak.

19 gün boyunca, Pera Müzesi Sinema Salonu, Akbank Sanat, İstanbul Modern, TMMOB Mimarlar Odası (İstanbul Büyükkent Şubesi, Karaköy) ve Fransız Kültür Merkezi'nde gerçekleştirilecek gösterimlere İstanbul Tasarım Bienali bilet sahipleri ücretsiz olarak katılabilecek.

Mimarlıktan moda tasarımına, ürün tasarımı, grafik tasarım ve gastronomiden kentsel tasarıma uzanan geniş yelpazedeki filmler arasında, Herbert Matter, Karl Lagerfeld, Philippe Starck ve Yves Saint Laurent gibi efsaneleşmiş tasarımcılar üzerine hazırlanmış belgesellerin yanı sıra Miao Wang ve Ben Loeterman gibi tanınmış yönetmenlerin çektiği filmler de yer alacak. "Yaratıcı Film Kuşağı" programında yer alan tüm filmlerin listesini ekte bulabilirsiniz.

"Yaratıcı Film Kuşağı"nın ilk konuğu ünlü yönetmen Gary Hustwit

"Yaratıcı Film Kuşağı", 5 Kasım Pazartesi günü Akbank Sanat'ta, yönetmen Gary Hustwit imzalı tasarım filmleri üçlemesinden Objectified / Nesneleşmiş ile Urbanized / Kentleşmiş'in gösterimleriyle başlayacak. Film gösterimlerinin ardından, saat 18.30'da ünlü yönetmenin konuşmacı olarak katılacağı bir panel de gerçekleştirilecek.

Saat 15.00'de başlayacak üçlemenin ikinci filmi Objectified, üretilmiş nesnelerle ve bunun uzantısı olarak onları tasarlayan insanlarla olan karmaşık ilişkiyi konu alıyor. Üçlemenin kent tasarımını konu alan son bölümü Urbanized ise saat 16.30'da başlayacak. Kentsel tasarımın ardındaki meselelere ve stratejileri irdeleyen belgeselde Sör Norman Foster, Rem Koolhaas, Jan Gehl, Oscar Niemeyer, Amanda Burden, Enrique Peñalosa, Alejandro Aravena, Eduardo Paes, Rahul Mehrotra, Tarna Klitzner ve Ellen Dunham-Jones gibi dünyanın başlıca mimarları, şehir planlamacıları, siyaset kurucuları ve düşünürler de yer alıyor. ,

Belgesel gösterimlerinin ardından saat 18.30'da başlayacak "Sinema ve Tasarım: Yaratıcı Bir İlişki" başlıklı panele Gary Hustwit'in yanı sıra sinema yazarı Esin Küçüktepepınar konuşmacı olarak katılacak. Panelde, sinema ve tasarım fikrinden yola çıkılarak, yaratım süreci ve tasarım fikirleri beyazperde perspektifinden değerlendirilecek.

Ücretsiz olarak gerçekleştirilecek panelde simültane Türkçe çeviri yapılacak.

YARATICI FİLM KUŞAĞI PROGRAMINDA NELER VAR?

Beijing Taxi / Pekin Taksi
5 Kasım Pazartesi, saat 13.00, TMMOB Mimarlar Odası
29 Kasım Perşembe, saat 17.00, TMMOB Mimarlar Odası

Beijing Taxi, Çin'in derin bir dönüşüm sürecinden geçmekte olan tarihi başkentinin güncel, sansürsüz ve zengin bir sinemasal portresini gözler önüne seriyor. Miao Wang'ın yönetmenliğini yaptığı film 2008 Pekin Olimpiyat Oyunlarını bir tür zemin olarak kullanıp modern meseleler ve değişen değerlerle yüzleşmekte olan üç taksi şoförünün yaşantılarına derin ve detaylı bir bakış sunuyor. Kahramanları olan üç şoförün mizah ve sessiz bir kabullenişle harmanlanmış gündelik yaşantıları vasıtasıyla, Beijing Taxi, Çin'in değişmekte olan paradigmalarının karmaşıklığını ve çelişkilerini su yüzüne çıkarıyor. Film çağdaşlaşmanın tümsekli yollarında ilerleyen bir toplumdan aldığı görüntülerle bizleri şiirsel bir yolculuğa çıkarıyor.

Objectified / Nesneleşmiş
5 Kasım Pazartesi, saat 15.00, Akbank Sanat
13 Kasım Salı, saat 15.00, Pera Müzesi
20 Kasım Salı, saat 13.00, TMMOB Mimarlar Odası
20 Kasım Salı, saat 19.00, Pera Müzesi
21 Kasım Çarşamba, saat 17.00, TMMOB Mimarlar Odası

Objectified Gary Hustwit'in tasarım üçlemesinin ikinci filmi. Film, üretilmiş nesnelerle ve bunun uzantısı olarak onları tasarlayan insanlarla olan karmaşık ilişkimiz hakkında bir belgesel. Diş fırçalarından teknolojik aletlere kadar her şeyin ardında yatan yaratıcılığa bakıyor ve günlük bir şekilde üretilmiş çevremizi yeniden inceleyen, yeniden değerlendiren ve yeniden oluşturan tasarımcıları anlatıyor. Kişisel ifade, kimlik, tüketim ve sürdürebilirliği ele alıyor. Gerçek görüntüler ve derinlikli söyleşilerle, film dünyanın en etkili ürün tasarımcılarından bazılarının yaratıcı süreçlerini belgeliyor ve hayatlarımızı nasıl etkilediklerini inceliyor. Kim olduğumuz ve kim olmak istediğimiz konusunda ne öğrenebiliriz, hem de bizi çevreleyen nesnelere bakarak?

Urbanized / Kentleşmiş
5 Kasım Pazartesi, saat 16.30, Akbank Sanat
6 Kasım Salı, saat 19.00, Pera Müzesi
20 Kasım Salı, saat 15.00, Pera Müzesi
22 Kasım Perşembe, saat 13.00, TMMOB Mimarlar Odası
27 Kasım Salı, saat 17.00, TMMOB Mimarlar Odası

Gary Hustwit'in tasarım üçlemesini sonlandıran Urbanized kent tasarımı üzerine bir uzun metraj belgesel. Film kentsel tasarımın ardındaki meselelere ve stratejilere bakarken dünyanın en önemli bazı mimarlarını, planlamacılarını, kanaat önderlerini, inşaatçılarını ve düşünürlerini ekrana taşıyor. Dünya nüfusunun yarısından fazlası bugün kentsel bir alanda yaşıyor ve bunların yüzde yetmiş beşi 2050 yılına geldiğimizde oturdukları yeri bir şehir olarak tanımlayacaklar.Ama bazı kentler inanılmaz bir büyüme yaşarken bazıları da küçülüyor. Konutları, hareketliliği, kamusal alanları, sivil katılımı, iktisadi gelişmeyi ve çevre politikalarını dengelemenin zorlukları hızla evrensel meseleler haline geliyor. İşte film de bu yüzden büyük önem arz ediyor…

Mugaritz B.S.O
5 Kasım Pazartesi, saat 17.00, TMMOB Mimarlar Odası
29 Kasım Perşembe, saat 13.00, TMMOB Mimarlar Odası

'Mugaritz BSO' şef Andoni Luis Aduriz ve müzisyen Felipe Luis Ugarte'nin gastronomi ve müziği bir araya getirdikleri bir proje. Üç yıl boyunca, müzisyen Ugarte Mugaritz restoranında kullanılan yemek formüllerinin hazırlanışını ve geçmişini müzik diliyle birleştirebilmek için incelemeler yaptı. Mutfağın ardındaki yaratıcı süreci, fikirlerin gelişimini ve müzikal yaratım alanına aktarımını göstermek hem gastronomi hem de müzik dünyalarının bize sunduğu renk, dönüşebilirlik ve doku zenginliğinden yararlanan belgeselin ana amacını oluşturuyor. Mugaritz'in karakterini tanımlayan kalite, duyarlılık ve sentez bu projenin geliştirilmesinde de anahtar temalar olarak ele alınıyor. Film şef ve müzisyenin tanışmalarıyla başlıyor ve karşı konulamaz bir tasarım yolculuğuyla devam ediyor…


Welcome to Macintosh / Macintosh'a Hoşgeldiniz
6 Kasım Salı, saat 13.00, TMMOB Mimarlar Odası
28 Kasım Çarşamba, saat 17.00, TMMOB Mimarlar Odası
1 Aralık 2012 Cumartesi, saat 17.00, İstanbul Modern

Robert Baca'nın yönetmeni olduğu Welcome to Macintosh ünlü Apple markası ve ürünleriyle alakalı tarihçeyi, eleştirileri ve tarafsız durmaya çalışan bir bilgi cümbüşünü bir araya getiren enteresan bir uzun metraj belgesel film. İster iflah olmaz bir Mac fanatiği olsun ister daha bilgisayarlar dünyasına yeni adım atmış bir acemi… Film seyircisini eskiden Apple Computer şimdiyse Apple Inc. Olan dev fenomenin dünyayı nasıl değiştirdiğini gösteren bir yolculuğa davet ediyor. Apple-I'ın ilk günlerinden şirketin bugün sunduğu tüm deneyimlere değin uzanan eğlenceli ve tarihsel bir yolculuk bu…

Helvetica
6 Kasım Salı, saat 15.00, Pera Müzesi
13 Kasım Salı, saat 19.00, Pera Müzesi
19 Kasım Pazartesi, saat 17.00, TMMOB Mimarlar Odası
21 Kasım Çarşamba, saat 13.00, TMMOB Mimarlar Odası

Gary Hustwit'in tasarım üçlemesinin ilk ayağını oluşturan Helvetica tipografi, grafik tasarım ve küresel görsel kültür hakkında bağımsız bir uzun metraj belgesel. 2007 yılında 50. Yaşını kutlayan bir yazı tipinin yaşamlarımızı nasıl etkilediğini anlatan son derece enteresan bir yapım. Film büyük şehirlerdeki kamusal alanları ve buralardaki yazı tipini inceleyerek gündelik yaşantılarımıza da bir bakış atmış oluyor. Dünyaca ünlü tasarımcılar Helvetica yazı tipini seçme nedenlerini ve tecrübelerini anlatıyorlar. Film, tasarım, reklam, psikoloji ve iletişim dünyalarının bir araya geldiği filmde her gün karşılaşıp fark etmediğimiz yazıların gücünü keşfetmeye çağırıyor seyirciyi.

The Visual Language of Herbert Matter / Herbert Matter'in Görsel Dili
6 Kasım Salı, saat 17.00, TMMOB Mimarlar Odası
28 Kasım Çarşamba, saat 13.00, TMMOB Mimarlar Odası

Belgesel film çok yönlü tasarımcı Herbert Matter'ın sıra dışı yaşantısını ve önemli eserlerini bir araya getiriyor. Tarihi görüntüler, eski fotoğraflar, daha önce yayımlanmış belgelerle birlikte film neredeyse unutulmaya yüz tutmuş bir yaratıcı dâhinin yeniden hatırlanmasına yardımcı oluyor. İkonik İsviçre seyahat posterleri, 1939 New York Dünya Fuarında yer alan pavyonlar, Condé Nast yayınları için çektiği fotoğraflar, Knoll mobilyaları için hazırladığı şirket imaj tasarımları ve elbette MoMA ile Guggenheim Müzeleri için tasarladığı sayısız katalog… Yönetmen Reto Caduff bu eşsiz tasarımcıyı anlattığı filmde Matter'ın çağdaşı ve dostu olan Alberto Giacometti, Charles ve Ray Eames ya da Jackson Pollock gibi isimleri de ilminin anlatısının yapısına dahil ediyor.

Utopia London / Ütopya Londra
7 Kasım Çarşamba, saat 13.00, TMMOB Mimarlar Odası
22 Kasım Perşembe, saat 17.00, TMMOB Mimarlar Odası

Utopia London Londra'nın son dönemdeki mimarlık tarihini inceleyen bir uzun metraj belgesel. Film İkinci Dünya Savaşı ardından Londra'yı yeniden inşa eden Modernist mimarların yöntem ve uygulamalarını irdeliyor. Sanayi Devriminden miras kalan kötü yaşam koşullarının ve savaşın yarattığı yıkımın ardından kentteki yaşantının nasıl devrim niteliğinde bir değişime uğradığını anlatıyor. Yönetmen kendi doğduğu muhitin mimarını buluyor ve tasarladığı yapıları onunla birlikte geziyor. Tom Cordell'in yönetmenliğini yaptığı Utopia London kentin yeniden inşa edildiği zamanın sosyal ve siyasi gündemini de ekrana taşırken bu dönüşmüş binaların anlamlarının geçen yıllar boyunca nasıl manipüle edildiğini de gösteriyor seyircisine.

Corviale, il Serpentone / Yılan
7 Kasım Çarşamba, saat 17.00, TMMOB Mimarlar Odası
27 Kasım Salı, saat 13.00, TMMOB Mimarlar Odası

Corviale Roma, İtalya'da yer alan 1 kilometre uzunluğunda bir konut projesi. Yapı Le Corbusier'nin sosyal konut fikirlerine dayanarak 9500 kişilik bir kapasiteyle planlandı. 1972 yılında da Mario Fiorentino önderliğindeki bir grup mimar tarafından işçi sınıfından ailelerin karşılaştığı konut sorununu çözmek için tasarlandı ve 1983 yılında tamamlandı. Günümüzdeyse yüksek oranda işsizlik, suç ve uyuşturucu kullanımı gibi özellikleriyle bilinen bir varoş olarak görülüyor. Heidrun Holzfeind'in yapıtı olan film bu konutlarda oturanların bakış açısını kullanarak ütopyacı modernist mimarlığın başarısızlığını ortaya çıkarmaya çalışıyor. Konutlarda oturanlarla yapılan söyleşiler filmin de meselesi olan sosyal konuları anlatan Roman Hip-Hop şarkıları eşliğinde müzik videosunu andıran sekanslar halinde seyirciyle buluşuyorlar.

People Can't Wait / Halk Beklemez
7 Kasım Çarşamba, saat 17.00, TMMOB Mimarlar Odası
27 Kasım Salı, saat 13.00, TMMOB Mimarlar Odası

Bu son derece güçlü kısa film Portland sokaklarındaki sözde ihtişamın altını mayınlıyor ve film tarihinin ta en başından beri süregelen bu mitin gerçekliğini sorguluyor. Seattle kökenli Amerikalı yönetmen Travis Shields filmi People Can't Wait ile güneye doğru bir seyahate çıkıyor ve Randy Leonard'ın yirmi dört saat açık tuvaletlerinin bir profilini çıkarıyor. Victoria Taft gibi isimlerle yaptığı söyleşilerden bazıları filmin meselesini de açıkça ortaya kokuyor: Tuvalet temizleyicisi Rodney Haven kendi görevini "her şeyin düzgün bir biçimde ve her gün sterilize edilmesi" olarak açıklıyor. Film bittiğindeyse her şey yine o varoluşsal yansımaları içinde yitip gidiveriyor.

Design the New Business / Yeni İş: Tasarım
8 Kasım Perşembe, saat 13.00, TMMOB Mimarlar Odası
26 Kasım Pazartesi, saat 17.00, TMMOB Mimarlar Odası

Ta başlangıçtan beri, elbette tasarımcılar ve iş adamları devamlı olarak beraber çalışmalar yürütüyorlar. İşte, Design the New Business bu ilişkiden hareketle günümüz iş koşullarında karşılaşılan zorlu ve büyük sorunların çözülebilmesi için yeni yollar arayan tasarımcı ve iş adamlarının enteresan hikâyesini sunuyor bizlere. Tasarım ve iş dünyası artık bireysel amaçları ve hedefleri olan ayrı faaliyetler olarak görülemez. Yönetmen Eric Roscam Abbing'in filmi, tasarım hizmet sağlayıcılarını, eğitim uzmanlarını ve tasarımı temel yaklaşımlarının bir parçası olarak kabul etmiş işletmeleri uluslararası bir platformda bir araya getirerek filmin ana izleğini oluşturan tasarım ve iş dünyalarının nasıl işbirliği yaptığını anlatıyor.

Workshops at Boisbuchet / Boisbuchet Atölyeleri
8 Kasım Perşembe, saat 13.00, TMMOB Mimarlar Odası
26 Kasım Pazartesi, saat 17.00, TMMOB Mimarlar Odası

Geçtiğimiz sene Boisbuchet dahilinde gerçekleştirieln farklı tasarım atölye çalışmalarının perde arkasını ve çıktılarını görsel olarak seyircilerle buluşturen bu 23 dakikalık belgeselde Brückner and Brückner, Jaime Hayon, Tomoko Azumi, Maarten Baas, Anon Pairot, Richard Mc Guire, Jon Otis, Robert Kronenburg, Ulrike Brandi, Max Lamb, Stephen Burks, Amina Agueznay, Campana, Corning Museum of Glass with Paul Haigh, Sevil Peach gibi dünyaca ünlü ve önemli tasarımcıların yaratım ve üretim süreçlerini izlerken tasarım dünyasına da fiili bir bakış atmış oluyoruz. Filmin yönetmeni Deidi von Schaewen.

John Portman: a Life of Building / John Portman: Bir Yaşam İnşa Etmek
8 Kasım Perşembe, saat 17.00, TMMOB Mimarlar Odası
18 Kasım Pazar, saat 17.00, İstanbul Modern
26 Kasım Pazartesi, saat 13.00, TMMOB Mimarlar Odası

Zamanında Amerika Mimarlar Enstitüsü'nden neredeyse atılacak kadar kural dışı bir mimar olan John Portman artık gelmiş geçmiş en yaratıcı ve taklit edilir tasarımcılardan biri olarak kabul ediliyor. Neredeyse 45 yılı aşkın bir süredir Portman'ın ikonik kentsel ifadeleri ve şaşırtıcı iç mekânları Amerika'da yeniden tanımlanmış şehir tasarımlarından Çin2in yeni gelişen binalarına uzanan dört kıtada, 60 kentte karşımıza çıkıyor. Ben Loeterman'ın yönetmeni olduğu film Portman'ın yaklaşımını ve çalışmalarını samimi bir portre şeklinde gözler önüne seriyor. Zaman içerisinde ilerleyen dramatik anlatım Portman'ın yapılarını sıklıkla bina duvarlarını ve iç mekânlarını okşayan hareketli güneş ışığıyla birlikte en iyi şekliyle görselleştiriyor.


God Save My Shoes / Tanrı Ayakkabılarımı Korusun
12 Kasım Pazartesi, saat 13.00, Fransız Kültür Merkezi
15 Kasım Perşembe, saat 19.00, Fransız Kültür Merkezi

Yönetmen Julie Benasra'nın çalışması God Save My Shoes kadınlar ve ayakkabıları arasındaki içten ilişkiyi psikolojik, sosyokültürel ve erotik bir perspektiften incelemeye kalkışan ilk belgesel film. Ayakkabıların neden en bağımlılık yaratan ve baştan çıkaran aksesuarlar olduklarını anlamak için film kadınların ruhlarına ve dolaplarına bir yolculuk yapıyor. Tarihi parçalardan bugünün yüksek topuklu stilettolarına, Marilyn Monroe'dan Sex & the City'ye ayakkabıların kültürel önemini inceliyor. Filmde Fergie, Dita Von Teese ve Kelly Rowland gibi ayakkabı bağımlısı ünlüler ve Christian Louboutin, Manolo Blahnik ve Pierre Hardy gibi efsane tasarımcılar yer alıyorlar.

Lagerfeld Confidential / Lagerfeld Sırları
12 Kasım Pazartesi, saat 19.00, Fransız Kültür Merkezi
15 Kasım Perşembe, saat 13.00, Fransız Kültür Merkezi

"Gözlüklerinin arkasında saklı adam"dan büyülenen Fransız yönetmen Rodolphe Marconi, on seneden fazla bir süredir Karl Lagerfeld hakkında bir belgesel projesini yapmayı düşünmektedir. Proje, 1999 Cannes Film Festivali'nde ödül alan genç bir yönetmenin kararlılığı ve tutkusunun sonucudur. Bu film, bugüne kadar Karl Lagerfeld hakkında kitap veya film gibi hiçbir biyografik belgenin olmamasından ötürü, referans alınacak bir portreyi oluşturma isteğine sahip. Neredeyse bir asrın, bir dönemin tanığı olan yapım yaratıcı bir beynin dehlizlerine giren seyirciye ışık tutmayı amaçlıyor. Karl Lagerfeld bugün artık Fransız ve dünya kültürünün bir parçası. Bu yaratıcı belgesel de onun yaşantısının ve geçmişinin bir aynası…

Le Sofa Bubble Club / Bubble Club Koltuğu
13 Kasım Salı, saat 13.00, Fransız Kültür Merkezi
14 Kasım Çarşamba, saat 19.00, Fransız Kültür Merkezi

Anna-Célia Kendall'ın yapıtı Philippe Starck 2000 yılında tasarladığı Bubble Club koltuğun hikayesini anlatıyor. 1920'lerim klasik bir modelinden son derece basit, modern ve yaratıcı bir fikre nasıl ulaştığını görüyoruz. Yumuşak renk ve parlaklıkta bir seri olarak üretilen koltuk, ucuz ve geri dönüşümlü malzemelerden üretilen bir endüstriyel tasarım nesnesi. Bu yüzden de, su geçirmez, hafif, dayanıklı ve renkli olmak gibi avantajlara sahip... Dışarıya konduğunda bahçe stilini bile değiştirebiliyor. Arşiv görüntülerini kullanan film her burjuvanın alması gereken bir nesne haline nasıl geldiğini anlatırken kara bir mizahla da tasarımcının nesnesini nasıl demokratize ettiğini de gösteriyor.


L'Amour Fou: Yves Saint Laurent / Kara Sevda: Yves Saint Laurent
13 Kasım Salı, saat 19.00, Fransız Kültür Merkezi
14 Kasım Çarşamba, saat 13.00, Fransız Kültür Merkezi

Yönetmen Pierre Thoretton'ın çalışması, İkonik moda tasarımcısı Yves Saint Laurent'in (1936 – 2008) ölümünden kısa bir süre sonra, sevgilisi Pierre Bergé kameralara birlikte yaşadıkları yılları anlatıyor. O zamanlar Christian Dior moda evinin yaratıcı direktörü olan 21 yaşındaki genç Yves Saint Laurent ile tanıştıkları ilk günden ölümüne, yılda iki kez sergilediği koleksiyonlar, Marakeş'teki yaşantısı, yaşadığı depresyon, uyuşturucu bağımlılığı ve emekliliğine değin ünlü tasarımcının bilinmeyen tüm yönleri karşımıza çıkıyor. Tasarımcının devasa sanat koleksiyonunun toplanması ve açık artırmayla satılması hikâyenin sonunu hazırlıyor. Arşiv fotoğrafları ve haber bültenleri yapılan söyleşilerle birlikte Bergé'nin hikâyesine ayrı bir tat katıyor.

This is the Film about Recetas Urbanas: En La Red /
Recetas Urbanas Hakkında Film: En La Red
19 Kasım Pazartesi, saat 13.00, TMMOB Mimarlar Odası
20 Kasım Salı, saat 17.00, TMMOB Mimarlar Odası

Konteyner ağı, çingenelerin Zaragoza'da bir sanayi bölgesindeki yerleşim alanlarının boşaltılmasının hemen ardından, "Recetas Urbanas" (Şehir Reçeteleri) hareketinden ortaya çıkan bir projedir. Boşaltmanın ardından Zaragoza Belediyesi, sosyal kullanım ve bölgenin hurda sahasına dönmemesi için Santiago Cirugeda'ya 15 eve karşılık gelen 45 konteyner yapması teklifinde bulundu. Mimar ve sosyal aktivist Santiago; kendini sanata, çevreye, politikaya ve yerleşim işlerine adamış olan ve İspanya'nın dört bir yanında bulunan çok sayıda sosyal eylemciyle hemen iletişime geçerek onlara, sosyal merkez veya aktivitelerini gerçekleştirmede bir alan olarak kullanmaları için konteynerleri önerdi. Yönetmenliğini Guillermo Cruz'un yaptığı film Cirugeda'nın Zaragoza, Barselona, Cordoba, Galiçya, Madrid, Tarragona, Girona, Torillo ve Sevilla kentlerindeki projesinin izlerini takip eden enteresan bir yapım olarak ilgiyi hak ediyor.

-Basın bülteninden
İnternet sitesi için tıklayın.
paylaş:

3. malatya uluslararası film festivali



9-15 Kasım 2012

Malatya Uluslararası Film Festivali bu yıl üçüncü kez sinemaseverlerle buluşmaya hazırlanıyor.
Geride bıraktığı iki yılda gerek Malatya’nın kültür sanat hayatına ve gerekse Türk sineması adına önemli katkılarda bulunmuştur. Sadece kültürel ve sanatsal bir etkinlik olarak kalmayıp zengin programı ve sinemaseverleri içine alan etkinlikleriyle de akıllarda iz bırakmıştır. Tarihten gelen mirasıyla, aslında tam da bir ticaret ve kültür şehri olan Malatya’ya yakışacak bir festival hazırlamak üzere bu yıl görev bize düştü.  Malatya Uluslararası Film Festivali'ne geçmiş yıllarda emek veren ekiplerden aldığımız bayrağı ileri taşımak en büyük amacımız. Bu noktada, Malatya Valiliği'nin ortaya koymuş olduğu istek ve azim, sinemamız adına bizleri hem umutlandırıyor hem de sevindiriyor.
Malatya Uluslararası Film Festivali programı hazırlıkları için, sırasıyla Berlin Film Festivali, Cannes Film Festivali ve son olarak ta Venedik Film Festivali programlarını yerinde izleyerek sinemaseverler için oldukça özel bir program hazırladık.
Malatya Uluslararası Film Festivali programını hazırlarken dünyanın yaşadığı değişimin perdede ki karşılığını merak ettik. Dünya medeniyetlerinin kaynağı olarak kabul edilen Ortadoğu’da yaşananlara dair bizleri içine alacak ve yaşananlara ortak kılacak hikâyeler aradık...
İşte o hikâyeler film olup, bazen küçük bir çocuğun, bazen bir kadının ve bazen bir babanın gözünden bize Ortadoğu'yu anlatacak.
Son dönem Türk ve dünya sinemanın nitelikli yapımlarını seyirciyle buluşturacak olan Malatya Uluslararası Film Festivali, Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması, Uluslararası Uzun Metraj Film Yarışması ve Ulusal Kısa Metraj Film Yarışması filmlerinin yanı sıra; Amerikan bağımsız sinemasının babası olarak kabul edilen John Sayles filmleri, İran sinemasın son dönem önemli kadın yönetmenlerinden birisi olan Tahmineh Milani'nin filmleri ve gerçekleştireceği Türkiye Premier'leri ile nitelikli bir film programını sizlerle buluşturacağız.

Malatya Uluslararası Film Festivali yan etkinlikleri kapsamında;  uluslararası karikatür sergisi, sinema efekt atölyesi, usta yönetmen-öğrenci buluşmaları, söyleşiler, paneller ve çevre gezileri gibi etkinliklerle bu yıl yurt içi ve yurt dışından 300’ün üzerinde yerli ve yabancı konuğu sinema severlerle buluşturacağız.

Geride kalan iki yılda Türk sinemasına çalışmalarıyla değer katmış, sinemamızın gelişmesine ve kitlelere ulaşmasında önemli hizmetlerde bulunmuş olan Sayın Engin Günaydın, Sayın Ayşen Guruda, Sayın Cüneyt Arkın, Sayın Ediz Hun ve Sayın Hülya Koçyiğit, Malatya Uluslararası Film Festivali yaşam boyu başarı ve onur ödülüne layık görülmüşlerdi.
Malatya Uluslararası Film Festivali'nde bu yıl yaşam boyu başarı ve onur ödülüne layık görülen Türk sinemasının önemli isimleri Türkan Şoray, Kadir İnanır, Türker İnanoğlu ve Münir Özkul.
Ayrıca, her yıl hazırladığı kitaplarla Türk sinemasının hafızasına önemli katkılarda bulunan değerli sinema yazarı ve araştırmacısı Ali Can Sekmeç'e de bu vesileyle teşekkürlerimi sunarım.
Kayhan KIRMIZIGÜL
Festival Yönetmeni

İnternet sitesi için tıklayın.

paylaş:

Gezici Festival 18. yolculuğuna hazırlanıyor



30 Kasım–6 Aralık Ankara, 7–10 Aralık Sinop

Ankara Sinema Derneği tarafından T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın katkılarıyla düzenlenecek Gezici Festival, 18. yolculuğuna hazırlanıyor. 30 Kasım - 10 Aralık 2012 tarihleri arasında sinemaseverlerle buluşacak festival, her yıl olduğu gibi Ankara’dan başlayacak, 30 Kasım - 6 Aralık’taki gösterimlerin ardından 7-10 Aralık tarihleri arasında geçtiğimiz yıl coşkulu bir şekilde festivale ev sahipliği yapan Sinop’a, Sinop Valiliği, Sinop Belediyesi ve Sinop Kültür ve Turizm Derneği’nin katkılarıyla konuk olacak.
Gezici Festival, bir kez daha dünyanın önemli festivallerinde gösterilen ve ilgi çeken filmlerden oluşan bir Dünya Sineması seçkisini izleyicilerine sunmaya hazırlanıyor. Cannes, Berlin, Locarno, Rotterdam gibi önemli uluslararası festivallerde ödül alan filmler bu bölümde izleyicilerle buluşacak. Ülkemizde bu yıl çekilen uzun metrajlı filmlerden derlenen Türkiye Sineması 2012 bölümünde yer alan filmlerin yönetmen ve oyuncuları festivalde yapılacak galalarda izleyicilerle bir araya gelecek.
Festivalin bu yıla özel sürpriz bölümleri ise Tuncel Kurtiz’in En Sevdiği Filmler, Savaşla Büyümek, Üretim Hatası ve Larry Jordan Toplu Gösterimi.
Festivalin özel gösterimleri modern dünyanın güncel krizlerine çarpıcı bir şekilde bakacak. Artık gelenekselleşen Kısa İyidir ve Çocuk Filmleri: Hollanda bölümleriyle beraber, sürpriz toplu gösterimler ve küçük izleyiciler için bir çalışma atölyesi de Gezici Festival programının parçası olacak. Gösterimler Ankara’da Kızılay Büyülü Fener Sineması ve Alman Kültür Merkezi’nde, Sinop’ta ise şehrin tek sineması olan Deniz Sineması’nda gerçekleşecek.
Gezici Kitaplık, bu yıl festival okuyucularıyla buluşturacağı kitabında teknoloji ve sinema ilişkisini sorgulayarak, farklı görüşleri bir araya getirecek. Editörlüğünü Tül Akbal Süalp ve Burçe Çelik’in üstlendiği, Ankara Sinema Derneği ve Bağlam Yayınları işbirliğiyle yayımlanacak kitap, Aralık ayından itibaren satışa sunulacak.
İlk yılından beri Gezici Festival’i yalnız bırakmayan ve her yıl festivale birbirinden özgün ve eğlenceli afişler sunan Behiç Ak, bu yıl da hazırladığı afişle Gezici Festival’in parçası olacak.

İnternet sitesi için tıklayın.
paylaş: