Sidney
Uluslar arası Yemek Festivali için Sidney ve dünyanın en iyi aşçıları bayraklar
ve yiyecekleri birleştirmişler. Ortaya şöyle bir iş çıkmış.
en iyi 50 gitar solosu
yazan: tunalızade gürkan efendi
tarih: 8/30/2012 04:10:00 ÖS
etiket: en iyi 50 gitar solosu, liste, müzik
yorum:
4 yorum
Guitar World, rock and roll tarihindeki en iyi gitar sololarını puanlamış ve ortaya
aşağıdaki sıralama çıkmış. Tabii her ne kadar belirli bir kritere göre
puanlasalar da kişisel görüş belirtmek, bu performans diğerinden daha mı iyi
benzeri yorum yapmak da istiyor insan. Neticede kıyaslama yapmak, hele hele
performans kıyaslaması yapmak zor ve zahmetli bir iş olsa gerek ve öznel
yaklaşımlardan kaçınılamaz.
50)
"Shock Me" (Ace Frehley) - Kiss Alive II, 1977
49)
"Europa" (Carlos Santana) - Carlos Santana Amigos, 1976
48)
"Sympathy for the Devil" (Keith Richards) - Rolling Stones Beggars
Banquet, 1968
47)
"Jessica" (Dickey Betts) - Allman Brothers Band Brothers and Sisters,
1974
46)
"Hot For Teacher" (Edward Van Halen) - Van Halen 1984, 1984
45)
"Light My Fire" (Robby Krieger) - The Doors The Doors, 1967
44)
"Alive" (Mike McCready) - Pearl Jam Ten, 1991
43)
"Sharp Dressed Man" (Billy Gibbons) - ZZ Top Eliminator, 1983
42)
"While My Guitar Gently Weeps" (Eric Clapton) - The Beatles The
Beatles (White Album), 1968
41)
"Brighton Rock" (Brian May) - Queen Sheer Heart Attack, 1974
40)
"Reelin' in the Years" (Elliot Randall) - Steely Dan Can't Buy a
Thrill, 1972
39)
"Cortez the Killer" (Neil Young) - Neil Young and Crazy Horse Zuma,
1975
38)
"Whole Lotta Love" (Jimmy Page) - Led Zeppelin Led Zeppelin II, 1967
37)
"Sweet Child O' Mine" (Slash) - Guns N' Roses Appetite for
Destruction, 1987
36)
"Black Star" (Yngwie Malmsteen) - Yngwie Malmsteen Rising Force, 1984
35)
"Cemetery Gates" (Dimebag Darrell) - Pantera Cowboys from Hell, 1990
34)
"Paranoid Android" (Johnny Greenwood) - Radiohead OK Computer, 1997
33)
"The Thrill is Gone" (B.B. King) - B.B. King Completely Well, 1969
32)
"Machine Gun" (Jimi Hendrix) - Jimi Hendrix Band of Gypsys, 1970
31)
"Stranglehold" (Ted Nugent) - Ted Nugent Ted Nugent, 1975
30)
"Surfing with the Alien" (Joe Satriani) - Joe Satriani Surfing with
the Alien, 1987
29)
"For the Love of God" (Steve Vai) - Steve Vai Passion and Warfare,
1991
28)
"Mr. Crowley" (Randy Rhoads) - Ozzy Osbourne Blizzard of Ozz, 1981
27)
"Pride and Joy" (Stevie Ray Vaughan) - Stevie Ray Vaughan Texas
Flood, 1983
26)
"Smells Like Teen Spirit" (Kurt Cobain) - Nirvana Nevermind, 1991
25)
"Aqualung" (Martin Barre) - Jethro Tull Aqualung, 1979
24)
"Fade to Black" (Kirk Hammett) - Metallica Ride the Lightning, 1984
23)
"Bulls on Parade" (Tom Morello) - Rage Against the Machine Evil
Empire, 1996
22)
"Sultans of Swing" (Mark Knopfler) - Dire Straits Dire Straits, 1978
21)
"Time" (David Gilmour) - Pink Floyd Dark Side of the Moon, 1973
20)
"Bohemian Rhapsody" (Brian May) - Queen Night at the Opera, 1975
19)
"Floods" (Dimebag Darrell) - Pantera The Great Southern Trendkill,
1996
18)
"Little Wing" (Jimi Hendrix) - The Jimi Hendrix Experience Axis: Bold
as Love, 1968
17)
"Cliffs of Dover" (Eric Johnson) - Eric Johnson Ah Via Musicom, 1990
16)
"Heartbreaker" (Jimmy Page) - Led Zeppelin Led Zeppelin II, 1967
15)
"Highway Star" (Ritchie Blackmore) - Deep Purple Machine Head, 1972
14)
"Layla" (Eric Clapton, Duane Allman) - Derek and the Dominos Layla
and Other Assorted Love Songs, 1970
13)
"Texas Flood" (Stevie Ray Vaughan) - Stevie Ray Vaughan Texas Flood,
1983
12)
"Johnny B. Goode" (Chuck Berry) - Chuck Berry His Best, Volume One,
1997
11)
"Voodoo Child (Slight Return)" (Jimi Hendrix) - Jimi Hendrix
Experience Electric Ladyland, 1968
10)
"Crossroads" (Eric Clapton) - Cream Wheels of Fire, 1968
9)
"Crazy Train" (Randy Rhoads) - Ozzy Osbourne Blizzard of Ozz, 1981
8)
"Hotel California" (Don Felder, Joe Walsh) - The Eagles Hotel
California, 1976
7)
"One" (Kirk Hammett) - Metallica ...And Justice for All, 1988
6)
"November Rain" (Slash) - Guns N' Roses Use Your Illusion I, 1991
5)
"All Along the Watchtower" (Jimi Hendrix) - The Jimi Hendrix
Experience Electric Ladyland, 1968
4)
"Comfortably Numb" (David Gilmour) - Pink Floyd The Wall, 1979
3)
"Free Bird" (Allen Collins, Gary Rossington) - Lynyrd Skynyrd, 1973
2)
"Eruption" (Eddie Van Halen) - Van Halen Van Halen, 1978
1)
"Stairway to Heaven" (Jimmy Page) - Led Zeppelin Led Zeppelin IV,
1971
Y tu mamá también (2001)
yazan: tunalızade gürkan efendi
tarih: 8/10/2012 11:00:00 ÖÖ
etiket: alfonso cuarón, ana lópez mercado, film, gael garcía bernal, maribel verdú, Y tu mamá también
yorum:
Hiç yorum yok
Yönetmen:
Alfonso Cuarón
Senaryo:
Alfonso Cuarón, Carlos Cuarón
Oyuncular:
Maribel Verdú, Gael García Bernal, Ana López Mercado
Tür:
Dram
Yıl:
2001
Süre:
106 dak.
Ülke:
Meksika
Dil:
İspanyolca
Tam
da ergenlik çağında vücudun işlevselliğini keşfedip karşı cinse ilginin arttığı
vakitlerde hayatı, kimliği, insanları anlamanın ne olduğunu yalın bir şekilde
aktaran güzel bir film. Alfonso Cuaron’un yönettiği Y tu mama tambien (Ananı
da) aslında başlı başına bir yol filmi. Arka planda da ülkedeki siyasi
çalkalanışı besliyor.
Tenoch
ve Julio yakın arkadaş, kendi içlerinde manifestolar belirleyip kendi
koydukları kurallara sadık kalmaya ant içmiş kişiler. İkisinin de sevgili var,
ikisi de sevgilisini İtalya dolaylarına uğurluyor. Düğün merasimi benzeri bir
oluşumda gördükleri evli bir kadın, Ana, ile karşılaştıklarında ise
hayatlarının bundan böyle hiç de eskisi gibi olmayacağını bilmeden serüvene
atılmaya hazırlanıyorlar. Cennet Ağzı diye uydurdukları mekana gideceklerinden
bahsedip Ana’nın da onlara katılmasını istiyorlar. Kocasının içkiliyken onu
aldattığını telefonda söylemesi üzerine gençlerin turuna katılmaya karar veren
Ana, beyinleri bellerinin altında olan gençlerin hayatlarını tümden değiştirmek
üzere zamanda yolculuğa çıkıyor.
Her
durulan durakta farklı soluklar alsalar da aslında herkes her şeyin farkında. Ana,
yolculuğa çağırılma amacının gerçekte ergen gençlerin cinsel arzularından
kaynaklığının farkında, üzerine bir de aslında ilk olmayan aldatılışlar süregelirken
ufak kaçamakların doğmasına izin veriyor. Gençler de Ana hiç söylemese de
kocasının onu aldattığının farkındalar.
Tenoch
ile olan münasebetin Julio tarafından görülmesi ise iki arkadaşın arasında bazı
bağların kopmasına neden oluyor. Sevişme sonrası havuz başında otururken her
zamanki yarışmalarına başladıktan sonra söylenen “kız arkadaşınla yattım”
cümlesi, şimdiye kadar kendi manifesto kurallarını tamamıyla alt-üst ettiğinin
bir göstergesi. Bu tartışma sonucu ortaya çıkan gerginliğin asıl nedeninin Ana’ya
söylenmemesi ise Ana tarafından farklı bir şekilde buna kendisinin neden olduğu
düşüncesinin algılanmasına neden oluyor. Bunun ardından yolda giderken Ana’nın
Julio ile sevişmeye başlamasıyla benzer bir olay yaşanıyor. Her kırılışta sanki
sırf kızgınlığını gösterme aracı olarak edilen itiraflar bu kez Tenoch
tarafından ifade ediliyor. Tenoch’un da Julio’ya olan “ben de” itirafı sonucu
işler iyice karışıyor. Birbirlerinin sevgilileriyle yattıklarının ortaya çıkmasıyla
aslında aynı çirkinliğin her iki tarafça yapıldığı unutulmuş gibi durdurulan
otomobile atılan tekmelerin, havada uçuşan küfürlerin haddi hesabı
ölçülemeyecek konuma gelince Ana artık pes ediyor ve aslında tüm erkeklere
ithaf edilen sözleri iki dosta saydırıyor.
Ana’nın
gel-gitlerine şahit oluyoruz ara ara. Kocasına duyduğu aşk aslında yıllar önce
yaşadığı aşktan çok başka, anlatırken bile fark ediliyor. Bunun yanında güçlü
kadını oynamaya çalışması, aslında aklında çocukluğundan beri özgürce gezme hayalini
gerçeğe dökmeye çalışması fakat hiç de o cesaretin onda olmayışı, tüm bunlar
Ana’nın karakterini kafamızda canlandırmamızı sağlıyor. Gelen ihanetler üzerine
yolunu çizmeye çalışsa da ilk olarak pes ediyor, her şeyin yoluna
koyulacağından şüphelense de en azın bir çaba sarf edeceğinin farkına varıyoruz
tabii her akla gelen ihanetle ona karşı olan siniri bir nevi ergen gençlere
karşı yönelmesine neden oluyor ve telefonu açıp çok da kolay bir şekilde
kocasına veda edebilme cesaretini kendinde buluyor.
Filmin
başından beri aslında bir eşcinsellik konusunun alttan alta beyne
yerleştirilmeye çalışılması ya da sırf bu düşüncelerin yazılıp çizilmesi için
çekilen havuz başı mastürbasyon sahnesi yönetmenin filmin sonlarına doğru
kendisi tarafından eleştirilere yer vermeyecek şekilde tamamlanıyor. Tabii o
duygular ve şartlar içerisinde olunduğunda insan tepkisi ne ölçüde karalar
verebilir bu da yönetmenin gözünden bir sahne diyelim.
İşte
bundan sonra tamamıyla ayrılan yollarda zaman bilmem kaç gün geçtikten sonra
iki eski dostun karşılaşması, Ana’nın aslında yakın bir zamanda öleceğini
bildiği halde bunu kimseye söylemeyip küçüklüğünden beri ya da şöyle diyelim,
çözdüğü testin birindeki soruya verdiği cevabı, yani dün ve yarındansa bugünü
tercih ettiğini, bunu yapabildiğini görüyoruz. Tabii iki arkadaşın yaşanan o
geceden sonra görüşmemesi olaydaki üzücü gerçek. Karşılaştıktan sonra da sanki “normal”
hayatlarına devam edeceklermiş gibi usulca ayrılıp gidiyorlar. Tabii film da olması gerektiği bitmiş oluyor.
İzlerken
bambaşka duyguların keşfedilmesini sağlayan, özünde yollarda geçen bir film. Adındaki
espri ise İtalya’da on kişiyle yattığı düşünülen sevgililer ile dalga geçerken
masaya vurulan tekila bardaklarıyla ağızdan dökülüyor.
yossi and jagger (2002)
yazan: tunalızade gürkan efendi
tarih: 8/07/2012 11:30:00 ÖÖ
etiket: eytan fox, film, ohad knoller, yehuda levi, yossi and jagger
yorum:
Hiç yorum yok
Yönetmen:
Eytan Fox
Senaryo:
Avner Bernheimer
Oyuncular:
Ohad Knoller, Yehuda Levi, Aya Steinovitz
Tür:
Dram | Romantik | Savaş
Yıl:
2002
Süre:
65 dk.
Ülke:
İsrail
Dil:
İbranice
Eytan
Fox’un yönetmen koltuğunda oturduğu 2002 yapımı olan film İsrail’de bir
askeriye birliğindeki alt-üst aşk hikayesini anlatıyor. Jagger –asıl adı Lio
olmasına rağmen rock yıldızına benzediği için diğer askerler tarafından bu
isimle çağrılıyor- ve onun üstü Yossi arasında geçen eşcinsel aşk hikayesinin
arka planında ise Yaeli –kadın asker- nin Jagger için beslediği platonik aşkı
yer alıyor.
Hikaye
ise herhangi bir zamanda sıradan bir günde başlıyor. Emir üzerine karla kaplı
tepelerde kontrole çıkan iki askerin bir anda kartopu oynayarak ön sevişmesine
şahit oluyoruz ki bu sahne muhtemelen çoğu izleyen tarafından filmin en etkili
sahnesi seçilebilir. Bunun haricinde yeterince yüzeysel ilerleyen bir aşk
hikayesinin yanında Jagger’a duyulan platonik aşk ise iyice sönük kalıyor. Hepsinin
yanına Yaeli için diğer askerin hissettikleri ise film içerisinde pek de önem
taşımayan sahneler.
65
dakika uzunluğundaki filmde anlatılan hikaye, gece çatışmasıyla bir an
hareketleniyor. Tabii çatışma görüntülerinin filmin en berbat görüntüleri
olması nedeniyle filmi çok da ileriye götüremiyor.
Genel
itibari ile her ne kadar filmin kurgusu, çekim kalitesi ve şekli pek de iyi
olmasa da filmin yine de kendini sevdiren bir yapısı var. Aslında alt-üst
arasındaki eşcinsel aşk hikayesi derinlemesine işlenirken aralarındaki
ilişkinin boyutu hakkında daha çok şey söylenip, geri plandaki platonik aşk
hikayesi üzerinde daha çok durulabilir ve ortaya olduğundan daha güzel bir iş
çıkabilirdi. Neticede yaşanılan yahut anlatılmaya çalışılan konunun çok
yüzeysek kaldığını söylememek aşırı iyimser bir yaklaşım olur.
Filmin
sonunda yaşanan duygu hali ise yeterince iyi anlatılmış.
you are not banksy
yazan: tunalızade gürkan efendi
tarih: 8/05/2012 08:05:00 ÖS
etiket: banksy, fotoğraf, grafiti, nick stern, sanat, sokak sanatı
yorum:
2 yorum
Ünlü grafiti sanatçısı Banksy’nin eserleri Nick Stern
tarafından fotoğraflanmış. Yeterince anlam içeren grafitilerin hayat bulmuş
halleri en az orijinalleri kadar ilgi çekici.
sinemada en güzel 105 yakın-çekim
yazan: tunalızade gürkan efendi
tarih: 8/05/2012 06:37:00 ÖS
etiket: dosya, en güzel yakın çekim sahneler, liste, video
yorum:
Hiç yorum yok
Flavorwire'dan Jason Bailey sinema filmlerindeki en güzel yakın çekim sahnelerin bir araya geldiği videoyu hazırlamış. Altta videoyu The Fountain adlı filmin müziği eşliğinde izleyebilir, en altta ise filmlere ve karakterlere ulaşabilirsiniz.
Düzenleyen: Jason Bailey
Müzik: Death is the Road to Awe – The Fountain
Filmler:
Sunset Blvd (John F. Seitz), The Painted Veil (Stuart
Dryburgh), Citizen Kane (Gregg Toland), Persona (Sven Nykvist), I’m Not There
(Edward Lachman), Tokyo Drifter (Shigeyoshi Mine), Heaven’s Gate (Vilmos
Zsigmond), Days of Heaven (Nestor Almendros), Satantango (Gabor Medvigy), Paths
of Glory (Georg Krause), The Seventh Seal (Gunnar Fischer), Apocalypse Now
(Vittorio Storaro), Badlands (Tak Fujimoto, Stevan Larner, Brian Probyn), I Am
Cuba (Sergei Urusevsky), Written on the Wind (Russell Metty), Chungking Express
(Christopher Doyle, Wai-keung Lau), The Double Life of Veronique (Slawomir
Idziak), La Dolce Vita (Otello Martelli), The New World (Emmanuel Lubezki),
L’avventura (Aldo Scavarda), House of Flying Daggers (Xiaoding Zhao), The
Fountain (Matthew Libatique), The Unbearable Lightness of Being (Sven Nykvist),
Sans Soleil (Chris Marker), In The Mood for Love (Christopher Doyle, Pung-Leung
Kwan, Ping Bin Lee), Last Year at Marienbad (Sacha Vierny), Kagemusha (Takao
Saito, Shoji Ueda), The Godfather (Gordon Willis), Road to Perdition (Conrad L.
Hall), The Man from London (Fred Kelemen), Lovers of the Arctic Circle (Gonzalo
F. Berridi), Border Incident (John Alton), Romeo and Juliet (Pasqualino De
Santis), Barry Lyndon (John Alcott), The Tree of Life (Emmanuel Lubezki),
Contempt (Raoul Coutard), Amelie (Bruno Delbonnel), The Conformist (Vittorio
Storaro), My Blueberry Nights (Darius Khondji, Pung-Leung Kwan), The Thin Red
Line (John Toll), Ashes of Time (Christopher Doyle, Pung-Leung Kwan), The
Assassination of Jesse James by the Coward Robert Ford (Roger Deakins), Mongol
(Rogier Stoffers, Sergey Trofimov), Quills (Rogier Stoffers), Pan’s Labyrinth
(Guillermo Navarro), All That Heaven Allows (Russell Metty), Children of
Paradise (Roger Hubert), The Duellists (Frank Tidy), 2001: A Space Odyssey
(Geoffrey Unsworth), Mishima, Baraka (Ron Fricke), Curse of the Golden Flower
(Xiaoding Zhao), Onibaba (Kiyomi Kuroda), Memoirs of a Geisha (Dion Beebe),
Searching for Bobby Fischer (Conrad L. Hall), Out of the Past (Nicholas
Musuraca), Magnificent Obsession (Russell Metty), Far From Heaven (Edward
Lachman), The Red Shoes (Jack Cardiff), Vertigo (Robert Burks), Bellflower
(Joel Hodge), Come and See (Aleksei Rodionov), Night of the Shooting Stars
(Franco Di Giacomo), The Reader (Roger Deakins, Chris Menges), Black Orpheus
(Jean Bourgoin), Casablanca (Arthur Edeson), Nights of Cabiria (Aldo Tonit),
Hiroshima Mon Amour (Michio Takahashi, Sacha Vierny), Delicatessen (Darius
Khondji), Oldboy (Chung-hoon Chung)
yazarlar ve dövmeleri
yazan: tunalızade gürkan efendi
tarih: 8/05/2012 06:23:00 ÖS
etiket: dosya, yazarlar ve dövmeleri
yorum:
Hiç yorum yok
Flavorwire,
birkaç ünlü yazarın dövmelerinin göründüğü fotoğrafı yayınlamış, hikayeleri ve
daha fazlasını yine linke tıklayarak okuyabilirsiniz. 10 yazar ve dövmeleri ise
şunlar:
Kathy Acker
Harry Crews
China Miéville
Elizabeth Hand
Stephen Elliott
John Irving
Jonathan Lethem
Rick Moody
Patti Smith
Kevin Wilson
Kadın yazarlardan Shakespeare gibi bir deha neden çıkmıyor?
yazan: tunalızade gürkan efendi
tarih: 8/04/2012 12:46:00 ÖS
etiket: dosya, virginia woolf, william shakespeare
yorum:
Hiç yorum yok
Erkeklerin
kadınlara bıkıp usanmadan sorduğu bir soru vardır: “Bizler kadar iyi düşünme
yeteneğiniz varsa, siz neden Shakespeare gibi bir deha çıkaramadınız?”
İşte
bu saçma sapan seksist soruya en esaslı cevabı Virginia Woolf verir: “Yazmak
yetenek olduğu kadar eğitim meselesidir” ve “Eğer bir kadın kurgu şeyler yazmak
istiyorsa kendisine ait bir odası ve parası olmalıdır.”
Çünkü
Woolf’a göre yaratıcı gücü ancak bağımsızlık serbest bırakır. Kadınlar da
elbette Shakespeare gibi bir yazar olabilir, “yeter ki özgürlüğe alışalım,
düşündüğümüzü aynen yazmaya cesaretimiz olsun!”
İngiliz
feminist, yazar, romancı ve eleştirmen Virginia Woolf’un 1929’da kaleme aldığı,
Shakespeare’in yetenekli olduğu halde kız olduğu için kendine ait bir odası
olmayan, okula yollanmayan, kitap okuması bile yasaklanan ve hayatı erkekler
tarafından yönlendirildiği için başarısızlık ve acı içinde ölen hayali kız kardeşi
Judith’i konu alan “A Room of One’s Own / Kendine Ait Bir Oda” adlı deneme
kitabı, yazan bir kadının bağımsızlığı için ilk savunmadır. Elbette, kadının
yüzlerce yıldır süren ezilmişliğini ortaya koyarak feminist hareketin klasik
kitaplarından biri olmuştur. Ve belki de Woolf’un en kolay okunan kitabıdır.
Çünkü iş romanlarına geldiğinde, okuyucuyu bekleyen derin, karanlık ve oradan
oraya sürüklenen hayli karmaşık bir dünya vardır. Bu dünyaya girmek içinse önce
Virginia Woolf’u bilmek gerekir.
BİR
ERKEK İŞİ: BİLGİ
1882’de
Londra’da dünyaya gelen Virginia, yazar ve eleştirmen Leslie Stephen ile Julia
Prinsep Duckworth’un kızıydı. Kalabalık entelektüel bu aile ortamında daha
çocukken yazar olmaya karar verdi. Şansına, babasının büyük kitaplığı kız, erkek,
tüm çocuklara açıktı. Ama ağabeyleri okula, “dışarıya” gönderilirken o, kız
kardeşi Vanessa ile evde eğitim aldı. Çünkü eğitim ve bilgi erkek işiydi. Bir
sürü ayrıcalıktan yararlansalar da bu temel ilke Stephen’ın kızları için de
geçerliydi. Bu tatminsiz yılları takiben 13 yaşında annesi, hemen sonra da
ablası öldüğünde Virginia ağır bir sinir hastalığı geçirdi. Depresif ruh hali
peşini hayatı boyunca da bırakmayacaktı. Genç kızlığa adımını atarkense ne
dikişte ne de yemek pişirmede başarılıydı. Çünkü asıl yeteneği yazarlıkta
yatıyordu; zira o toplumun dayattığı kurallara uymayacak, kendini kitaplara
gömecek ve 20. yüzyılın en büyük kadın yazarlarından biri olacaktı.
1904’te
babasının ölümünden sonra çok ağır bir depresyon daha geçiren ve ardından
kardeşleriyle Bloomsbury’e taşınan Virginia’nın yazarlık macerası da burada
filizlendi. Burada girdiği ressam, eleştirmen, yazar ve felsefecilerden oluşan
çevreyle birlikte Londra’nın entelektüel yaşamını belirleyecek olan Bloomsbury
grubunu kurdular ve bu oluşum Virgina’nın yazarlığını besleyen en büyük etken
oldu. Virginia, 30 yaşındayken de bu çevreden gazeteci ve deneme yazarı Leonard
Woolf ile evlendi. Birlikte kurdukları Hogarth Yayınevi, Virginia Woolf’un
kitaplarını yayımlatması için de önemli bir fırsat oldu. Çünkü o klasik
romandan farklı, hikayeyi dış olaylarla değil insanın iç dünyası, bilinçaltı ve
düşünce akışıyla, yani insanın içindeki ritmle anlatan yepyeni bir anlatım
biçimi benimsemişti.
33
yaşında ilk romanı “Voyaga Out / Dışarıya Seyahat”i yayınlayan Woolf’un, üçüncü
romanı “Jacob’s Room / Jacob’un Odası”nın (1922) ardınan, dile özgün
katkılarıyla “romanı ıslah etmekte iddialı” bir yazar olduğu fark edildi. Zira
The Times gazetesinin ünlü edebiyat dergisi The Times Literary Supplement’ta
çıkan bir yazı şöyle diyordu: “Renk, ritm, atmosfer ve gözlem Mrs. Woolf’un
düzyazısındaki akıl çeliciliktir.” 1925’te yazdığı ‘‘Mrs. Dalloway”deyse, tüm
eleştirileri göze alıp, klasik roman anlayışından cesurca ayrılıyor, insan
ruhunun sınırsız derinliklerinde dolaşan sıradışı anlatım tekniğini, yani
‘bilinç akışı’nı net bir şekilde ortaya koyuyordu.
Ardından
gelen “To The Lighthouse / Deniz Feneri,” dönemin ahlakçılarına meydan okuyarak
cinsel ikilemi ele aldığı “Orlando” ve “Flush” gibi ünlü romanları onu “akıp
giden yaşantıların yazarı” yaptı. Virginia Woolf’a göre, hayatı, geçmişteki
anıların şu an yaşadıklarımıza mütemadiyen ışık tutarak yarıda kestiği,
birbirinden kopuk bir dizi an olarak yaşıyorduk. Kopmalar, sonu olmayan
başlangıçlar, üzerinde düşünüp taşınmak üzere havada bırakılan anlar
romanlarının can alıcı özellikleri haline gelmişti. Zira ona göre yaşam “saatte
50 mil hızla giden bir metroda savrulmak”tı ve bu kopmalar hareket halindeki
bir trenin camından görülen başka insanların evlerindeki anlardı. Ve Woolf ‘un
düşüncesine göre “Kişi düşüncelerini aktarmak için durana dek, yalnızca pasif
bir obje”ydi. Woolf, bu anları karakterlerinin bilinçlerinde tasvir ederek
benzersiz bir üslup oluşturdu.
DENEYSEL
GERÇEKÇİ
1931’de
yayımladığı şiir gibi roman “Waves/ Dalgalar”ı ise, o güne değin başka hiçbir
romancının göze alamayacağı derecede deneysel yapısıyla gerçekçi roman
geleneğinden tam bir kopuşu temsil ediyordu. Woolf şöyle diyordu: “Hayat
simetrik olarak sıralanmış bir dizi at arabası lambası değildir, hayat bizi tüm
bilincimizle sarıp kuşatan parlak bir ışık halkası, yarı saydam bir zardır.
Romancının görevi durmadan değişen, meçhul ve sınırları çizilmemiş ruhu, ne
kadar düzensiz ya da karmaşık olursa olsun, olabildiğince yabancı ve dış öğeler
karıştırmadan anlatmak değil midir?”
Bugün
onun adıyla anılan “bilinç akışı” tekniğiyle işte bunu başaran ve edebiyatta
devrim yapan Virginia Woolf, modernist hareketi başlatan en önemli ve öncü
isimlerden biri. Roman ve makalelerinde kadın hakları, sınıfsal farklılıklar,
sosyal adalet, aşk, evlilik, özgürlük, savaş, kimlik arayışı, delilik ve ölüm
gibi toplumsal ve psikolojik pek çok ağır konuyu masaya yatırmış önemli bir
eleştirmen aynı zamanda.
50
YAŞINDA CAMBRİDGE’TE
“Kendine
Ait Bir Oda”yla kadın hareketlerinde de öncü bir figür olan Woolf, üniversiteye
gidememiş olsa da Çağdaş İngiliz Edebiyatı’nın en etkileyici kadın
yazarlarından biri olarak 50 yaşındayken Cambridge’de ders vermek üzere davet
edilmiş bir savaşçı. Ancak iki Dünya Savaşını ve yakın çevresinde de pek çok
ölümü yaşamış, depresif, sorunlu ve yaralı savaşçıydı Woolf. Nitekim, 2. Dünya
Savaşı sebebiyle umutsuzluğa kapılıp bunalıma giren Virginia Woolf, 28 Mart
1941’de, 59 yaşındayken, “artık savaşacak gücüm kalmadı” diyerek hırkasının
ceplerine çakıl taşları doldurup kendini Ouse nehrinin sularına bırakarak
intihar etti.
İletişim
Yayınları’ndan çıkan ünlü İngiliz edebiyat eleştirmeni Anthony Curtis imzalı
“Virginia Woolf, Bloomsbury ve Ötesi” adlı kitap işte edebiyat tarihinin bu
sıradışı kadın yazarının hem edebi dehasını hem de bu dehayı ortaya çıkaran
hayat hikayesiyle ruhsal yolculuğunu keşfetmek için yola çıkıyor. Curtis, hem
Woolf’un hayatını hem de dönemini farklı açılardan belgeleyen günlüğü, mektupları,
deneme ve kurgu eserleri, en yakınları tarafından yazılan biyografiler ve
eserleri üzerine yapılan eleştiriler gibi çok sağlam kaynaklardan yararlanarak
Virginia Woolf’un bir yaralı savaşçı olarak son derece detaylı bir portresini
önümüze koyuyor. Ailesi ve yakın çevresinden art arda verdiği kayıplarla hep
ölümün gölgesinde yaşayan, bu yüzden hep ağır depresyonun kıyısında gezinen,
öte yandan bir kadın ve kalıplara karşı çıkan modern bir yazar olarak
göğüslediği eleştirilerin yarattığı baskıya karşı savaş veren Woolf’u bu
detaylı biyografide, hem son derece hassas ruhu hem de kaya gibi sert
karakteriyle birden görüyoruz. Hem gizli güvensizlikleri ve travmalarıyla
beslenen sonsuz endişelerine, hem de kararlı, cesur ve özgüvenli adımlarla
ilerleyerek yaratıcılığının sınırlarını zorlamaktan asla vazgeçmeyişine tanık
oluyoruz. Anthony Curtis, tıpkı Woolf’un eserleri gibi, onu ve çevresindeki
herkesi, ailesini, dostlarını, Bloomsbury Grubu’nda girişilen entelektüel
tartışmaları, dönemin sanat akımlarını da kitabına yoğun olarak yediriyor.
Woolf’un yazarlığında büyük etkisi olan Bloomsbury Grubu üyelerinin etik,
cinsellik ve sanat tartışmaları, aşk ilişkileri, entelektüel tutkuları, cesur
fikirleri ve bunları dile getiriş yöntemlerini detaylı olarak anlatırken, Virginia’nın
cinselliğin eksik olduğu evliliği, lezbiyen ilişkileri ve kişilik bozukluğuna
dair kişisel detayları da irdeliyor. Ve geri planda Britanya İmparatorluğu’nun
dönüşümünü, iki dünya savaşının yankıları, feminist hareketin gelişimi,
kısacası 20. yüzyılın ilk yarısındaki zamanın ruhunu yansıtan pek çok şeyi de
satır aralarına taşıyor.
“Düşünmek
istiyorum sessizce, sakince, ferahça, yarıda kesilmeden, sandalyemden kalkmak
zorunda kalmadan, bir şeyden diğerine kolayca süzülerek, husumet ya da engel duygusu
olmadan. Derinlere, daha derinlere dalmak istiyorum, yüzeyin ötesine, yüzeysel
kaskatı gerçeklerden kurtulmak istiyorum. Kendimi sabitlemek için akıp giden
ilk düşünceyi yakalamalıyım” diye yazıyor günlüğüne Virginia Woolf… Ve Anthony
Curtis, okuyucuyu Virgina Woolf’un kalbinden ve aklından geçen en samimi duygu
ve düşüncelerle buluşturarak ünlü yazarın edebi dehasının ardında yatanlara
ışık tutmayı başarıyor.
Vatan
Kitap (23 Temmuz 2012)
dünyanın en eski fotoğrafı
yazan: tunalızade gürkan efendi
tarih: 8/04/2012 12:19:00 ÖS
etiket: dosya, dünyanın en eski fotoğrafı, fotoğraf
yorum:
Hiç yorum yok
Joseph
Nicephore Niepce tarafından 1827’de çekilen dünyanın ilk fotoğrafı Almanya’da
sergilenecek.
Fransız
Ordusu’ndan emekli eski bir subay olan Joseph Nicephore Niepce tarafından
1827’de çekilen dünyanın bilinen ilk fotoğrafı Almanya’nın Mannheim kentinde
sergilenecek.
‘View
form the Window at Le Gras’ adı verilen fotoğrafta, Niepce’in penceresinden çekilmiş
bir kulübenin çatısı üzerindeki güvercin yuvasının bulanık görüntüsü yer
alıyor. Fotoğraf Teksas Üniversitesi, Harry Ransom Merkezi tarafında koruma
altında tutuluyor. En son 1961 yılında Londra’da sergilenen fotoğraf, bu yıl
Reiss-Engelhorn-Museen’de, ‘The Birth of Photography: Milestones from the
Gernsheim Collection’ sergisinde yer alacak.
Fotoğraf,
1952 yılında Helmut Gernsheim tarafından ortaya çıkarıldı. Gernsheim, 1963
yılında bütün koleksiyonunu Teksas Üniversitesi’ne sattı.
Londra’da
sergilendikten 50 sene sonra tekrar Avrupa’ya getirilen fotoğrafın sergisi, 9
Eylül 2012’de açılacak.
Kaynak:
www.ntvmsnbc.com