Hermann Melville, Bartleby adını taşıyan öykü kişisiyle
‘Bartleby sendromu’nun isim babası olmuştu. Bartleby sendromu, herhangi bir
sebeple yazmayı bırakan, yazarlık hayatının zirvesindeyken susmayı tercih eden
yazarları nitelemek için kullanılıyor.
J. D. Salinger (1919-2010):
Eğer Bartleby’ler arasında bir sıralama yapmak
gerekirse ilk sıraya Jerome David Salinger konulmalıdır. Salinger, ünlü olduğu
kadar göz kamaştırıcı da olan dört kitabın yazarıydı. Başyapıtı Çavdar
Tarlasında Çocuklar 1951’de, yayımladığı son kitap Yükseltin Tavan Kirişini
Ustalar ise 1963’te basıldı. 45 yıl fotoğraf çektirmedi, söyleşi vermedi,
ortalarda görünmedi, tek satır yayımlamadı. Yazarın öz kızı Margaret A.
Salinger babasına dair Dream Catcher bir
anı kitabı yayımlamıştı. Yazarın oğlu, tanınan bir aktör oldu. Yine de
Salinger’ın izine ulaşan olmadı. Budizm’e yöneldiği, hatta “Scientology”
tarikatına ilgi duyduğu yazıldı. Okurları, yayımlamasa da Salinger’ın hâlâ
yazdığına inandı. Dünyanın en gizemli yazarını görebilme umuduyla Birleşik
Devletler’e giden tutkunlarından bazılarının Salinger’ı Beşinci Cadde’de
gördükleri rivayet edilir. Onu bulması için dedektif tutan saplantılı okurları
bile vardı.
Kendini mobilya sanıyordu
Clement Cadou (?-?): Genç Cadou yazar olmaya hevesliydi.
Ailesi ünlü yazar Gombrowicz’i bir akşam yemeği için evlerine davet ettiğinde
Cadou 15 yaşındaydı. Gombrowicz’i kendi evinde görmek onu o kadar etkiledi ki,
ağzından ancak birkaç sözcük çıkabildi, kendini odadaki mobilyalardan biri gibi
hissetmeye başladı. Bütün yaşamını yazmayı unutmak için kendini bir mobilya
kabul ederek geçirdi. Gençliğindeki yazarlık hayalleri anımsatıldığında,
“Kendimi bir mobilya gibi hissediyorum ve bildiğim kadarıyla mobilyalar
yazmaz.” diyordu. Kuşkusuz Bartleby’lerin en ilginci Cadou’nun tek yapıtı
mezarı için yazdığı kitabe oldu.
Sıradanlık ve ret
Robert Walser (1878-1956):
Robert Walser, bir kurmaca metnin kahramanı olan Kâtip
Bartleby’ye belki de gerçek hayatta en çok benzeyen kişiydi. Kitapçıda
tezgâhtarlık, avukat sekreterliği, banka memurluğu, dikiş makineleri
fabrikasında işçilik gibi pek çok iş arasında zaman zaman Zürih’te bulunan
“Boşgezenler Yazma Kulübü”ne çekilirdi. Walser, aslında pek fark edilmeyen bir
aşırı uçtu. Bartleby’nin itaatsizliğinin aksine onun itaati, dünyaya karşı
reddini ve derin kopuşunu gösteriyordu. Bartleby, “değişim yapmam” diyordu,
Walser’in başkahramanı Jacob Von Gunten de “açılımı sevmem” diyecekti. Walser
reddini, yazmayı bırakarak değil, susmayı tercih ederek gerçekleştirdi.
Unutulmak, hayatta en çok arzuladığı şeydi. Hayatının son 28 yılı
tımarhanelerde küçük kâğıt parçalarına okunması mümkün olmayan karalamalar
yazmakla geçti. Herman Hesse şöyle demişti bu sıra dışı sıradan yazar için:
“Walser’in yüz bin okuru olsa dünya daha güzel bir yer olurdu.”
Otuzuna gelmeden bıraktı
Arthur Rimbaud (1854-1891):
Rimbaud, “Sarhoş Gemi” şiirini on altı yaşındayken
yazdı. On dokuzuna geldiğinde edebiyat camiasınca tanınmak veya şöhret onu
ilgilendirmiyordu. Yirmi dokuz yaşındayken çıkan ikinci kitabının ardından
yirmi yıl sonraki ölümüne kadar yazmayı bıraktı, kendini seyahatlere ve
tehlikeli maceralara verdi. Rimbaud, Bartleby’ler arasında en ürpertici
olandır. Borges’in dediği gibi, “Şairin bazen yetenekli, bazen neredeyse utanç
verici biçimde yeteneksiz olması gibi yaygın bir durum vardır. Çok daha sıra
dışı ve hayranlık uyandırıcı olansa şairin sınırsız bir ustalığa sahip olduktan
sonra yapıtlarını küçümsemesi ve suskunluğu yeğlemesidir.”
Yazmıyorum çünkü amcam öldü
Juan Rulfo (1917-1986):
Juan Rulfo, Güney Amerika edebiyatının Türkçeye de
çevrilen en güzel yapıtlarından birini, Pedro Paramo’yu yazdıktan sonra otuz
yıl hiçbir şey yazmadı. O da tıpkı Bartleby gibi bir büroda yazıcılık yapıyordu
ve kendi durumunu sürekli Rimbaud’nunkiyle karşılaştırıyordu. Yazarın Kızgın
Ova adlı öykü kitabı neredeyse tamamen amcasının anlattığı öykülerden esinle
yazılmıştı. Rulfo, yazmayı niçin bıraktığını soranlara yıllarca hep aynı cevabı
verdi: “Yazmıyorum çünkü bana bu öyküleri anlatan Celerino amcam öldü.”
Katalan Salinger’ı
Felipe Alfau (1902-1999):
Vila-Matas, Alfau’yu “Katalan Salinger’ı” diye
tanımlıyor. Barcelona doğumlu yazar, Birinci Dünya Savaşı’nda göç ettiği
Amerika Birleşik Devletleri’nde ilk romanını yazdı. Onu izleyen sessizliğin
ardından 1948’de Chromos’u yayımladı, sonra kesin bir suskunluğa gömüldü. New
York’taki bir bakım evine gizlendi ve orada öldü. Kendisiyle röportaj yapmaya
gelen gazetecilere hırçın bir şekilde, “Bay Alfau, Miami’de” diyordu. Yazmayı
bırakışını, “İngilizce öğrenmeye başladığınızda sorunlar da başlıyor.” diye
açıkladı. Buna yakın bir zaman diliminde, “İngilizcenin işleri karıştırdığını
düşünen” bir başka yazar, Samuel Beckett da kendini bakımevinde bulacaktı.
Artık kitap yazılamaz
Bobi Bazlen (1902-1965):
Eleştirmen ve çevirmen Bobi Bazlen’in Svevo, Montale
gibi yüzyılın önemli edebiyatçılarıyla dostluğu vardı. Bütün dillerde yazılmış
bütün kitapları okumaya çalıştı. Bir tek yapıt üretmemek, onun yapıtının bir
bölümü oldu. Gerekçesi şöyleydi: “Artık kitap yazılamayacağına inanıyorum. Bu
yüzden kitap yazmıyorum. Hemen hemen tüm kitaplar, ciltlere dönüşene kadar
şişirilen dipnotlardan başka bir şey değildir.”
Yazmanın imkânsızlığı
Hart Crane (1899-1932):
Amerikalı şair, epik şiiri “Köprü”yle sayısız övgü
almıştı. Gördüğü ilgi onu tatmin etmedi, yazılabilecek tek şeyin yazma
eyleminin imkansızlığı olduğuna inandı ve Meksika’ya gitmeye karar verdi. New
Orleans’a gitmek üzere bir gemiye bindi ama oraya hiç varmadı. Crane’i bir daha
gören olmadı.
Kuş uzmanı oldu
Ferrer Lerin (doğ. 1942):
Ferrer Lerin, Barcelona’da geçen gençliğinde yazdığı
isyancı şiirlerle dikkat çekiyordu. Altmışlı yılların sonunda her şeyi bıraktı,
Jaca adlı bir köye yerleşti. Otuzu aşkın yıldır bu şartları pek de iyi olmayan
köyde akbabaları inceliyor. Artık bir kuş uzmanı olan şairin trajik yazgısı,
kendini çağdaş edebiyatçıların bir hayvan hikâyeleri antolojisinde
sınıflandırılmasına adayan Franz Blei’yı akla getiriyor.
Kayboluş sanatının mutluluğu
Joseph Joubert (1754-1824):
Joubert, hayatı boyunca kendini tek bir kitap yazmaya
hazırladı, sonra bu hedefini de unuttu. Hiç kitap yazmadan öldü. Oysa başından
beri ilgilendiği tek şey yazmaktı. Arkadaşları ünlü yazarlardı. Günlüğüne şu
cümleleri yazmıştı: “Yazmak beni okudukları anlamına mı gelecek? Herkes bunu
istiyor! Peki ama, benim istediğim bu mu?” Joseph Joubert, yazmasa da kendini
hep sanatın saf bölgesinde saydı, kayboluş sanatının mutluluğuna aşina bir
şekilde dünyadan ayrıldı.
Bartleby’lerin isim babası
Herman Melville (1819-1891):
Herman Melville, ilk yayımlandığında değeri pek de
anlaşılmayan Kâtip Bartleby adlı yapıtıyla “Bartleby sendromu”nun isim babası
oldu. Melville daima tedirgin, tuhaf, melankolik saatler geçirmeye eğilimli
biriydi. Yayımladığı ilk deniz öykülerinin gördüğü ilgiden sonra kaleme aldığı
Mardi, okunması zor bir romandı ve Melville’in “başarısızlığı”nın habercisiydi.
Ardından edebiyat tarihinin en büyük romanlarından birine, Moby Dick’e imza
attı. Bu kitabı okumaya katlanan herkes Melville’deki ışığı sezmişti ama o
henüz 34 yaşındayken yenilgiyi kabullenmişti. Yaşamının son yıllarında tıpkı
Bartleby gibi New York’taki bir büroda sıkıcı işler yaptı. 1891’de unutulmuş
olarak öldü. Herman Melville, Bartleby’yi belki de kendi sendromunu tanımlamak
için yazmıştı.
Kâtip Bartleby’nin varisi
Franz Kafka (1883-1924):
Aslında Kâtip Bartleby, Kafka karakterlerinin
öncüsüydü. Borges, Bartleby için, “1919’a doğru Kafka’nın yeniden bulduğu ve
derinleştirdiği bir türü tanımlar.” demişti. Kafka da karakterleri gibi hep o
varoluşsal sıkıntıyı yaşadı, yazmanın yetersizliğini imâ etti. “İnsanlar ne
kadar yürürlerse, varış noktasından o kadar uzaklaşırlar.” diyordu. Arkadaşı ve
yayıncısı Max Brod ondan geriye kalanları yok etmeyi seçseydi Kafka belki de
yeryüzünün en gizemli Bartleby’si olacaktı. Ya da bütün ret yazarlarının
arzuladığı gibi unutuluş ırmağında kaybolup gidecekti.
Satranç oynamayı seçti
Marcel Duchamp (1887-1968):
Adı Dadacı ve Gerçeküstücü akımlarla anılan Fransız
ressam, öteki Bartleby’lerden farklı olarak yazı yazmayı değil, resim yapmayı
bıraktı. Duchamp, Büyük Cam adlı eserinden sonra fikirsiz kalmıştı ve kendini
tekrarlamak yerine resmi bırakmayı seçti. Niçin bıraktığı sorulduğunda, “Artık
bende fikir kalmadı.” diye cevap vermişti. Elli yılı aşkın bir süre resim yapmak
yerine satranç oynadı. Duchamp, yıllar sonra genç ressamlar tarafından tekrar
keşfedildi ve hiçbir şey yapmadan da “sanatçı” olunabileceği üzerine girdiği
iddiayı kazandı.
Susturucu takmış gibi
Edmundo de Bettencourt (1899-1973):
Edmundo de Bettencourt, en iyi kitabı Poemas Zurdos’u
1940 yılında yayımladı, ardından 23 yıl sürecek suskunluğuna gömüldü. Kitabının
beklediği ilgiyi görmemesi onu hayal kırıklığına uğratmıştı. Edebiyat
dergilerinin kendisiyle ilgili hazırladıkları özel sayılara, dosyalara itibar
etmedi. Ölümünden on yıl önce eski şiirlerini bir kitapta topladı ve
suskunluğuna devam etti. Şair öldüğünde Republica gazetesi şöyle yazdı: “Şair,
yaşamını bir susturucu takmış gibi tek bir dize mırıldanmadan geçirmeyi
yeğlemişti.”
Bir ret biçimi olarak intihar
Jacques Vaché (1895-1919):
İntiharı Bartleby’lerin ret biçimlerinden ayrı bir
yerde değerlendirmek gerekse de Vaché’ye bir parantez açmak gerekiyor. Jacques
Vaché, Breton’un “En çok ona borçluyum.” dediği kişiydi. “Sanat aptallıktır”
dedi ve intihar etti. Vaché’yi bir Bartleby yapan, intiharı değil, sanatı
aptallık olarak gören derin ret duygusudur.
Yazmadığı romanla ünlü
Nicolas Chamfort (1741-1794):
Sonu intiharla biten bir başka Bartleby, yazmadığı
romanla ünlenen Chamfort, geride eser bırakmamış olsa da eserini hayal
edebilmemiz için gerekli malzemeyi bıraktı. “Ruhun acılarının yanında solda
sıfır” olduğunu düşündüğü şiddetli bir ölümü seçti. “Niye yazmıyorum?” sorusuna
kendi kendine şu cevapları veriyordu:
Çünkü halkın zevksizliği ve hasedi had safhada,
Çünkü halk beğenmediği başarılarla hiç ilgilenmiyor,
Çünkü edebî yaftam ne kadar çabuk yok olursa ben o
kadar mutlu oluyorum.
Kırk beş yıl sustu
Emilio Adolfo Westphalen (1911-2001):
Emilio Adolfo Westphalen, Peru şiirini İspanyol şiir
geleneğiyle dâhiyane bir şekilde birleştiren iki şiir kitabı yazdıktan sonra
tam 45 yıl boyunca hiçbir şey yazmadı. Uzun yıllar boyunca unutulmadı, aksine
bu suskunluk onu tanımladı. Neden yazmadığı sorusuna yüzünü sol eliyle
kapatarak hep aynı cevabı veriyordu: “Hazır değilim.”
Yazma krizinin kökeni
Hugo von Hoffmansthal (1874-1929):
Hoffmansthal’ın Der Brief des Lord Chandos adlı eseri,
Vila-Matas’a göre ret edebiyatının doruğudur ve 20. yüzyıl edebiyatındaki
Bartleby gölgesini ortaya koyar. Hoffmansthal, edebiyatın harika çocukluğundan
yazma krizinin ortasına düşmüştür. Bu süreçte yazma krizinin kökenine iner ve
edebiyatın tümüyle yetersiz ve imkansız olduğunu gösterdiği unutulmaz Der Brief
des Lord Chandos’u kaleme alır. Ancak Hoffmansthal, öteki Bartleby’lerin aksine
sözün iflasını saptadıktan sonra zarafetle edebiyata geri döner.
Ölümsüzlük yanılsaması
Guy de Mauppasant (1850-1893):
Oğlunun büyük bir yazar olmasını isteyen ihtiraslı anne
Maupassant, onu büyük yazar Flaubert’e emanet etti. Genç Guy, 30 yaşına kadar
hiçbir şey yazmadı. Yazmaya başladıktan sonra da büyük bir öykücü olacağını
gösterdi ve kısa bir süre içinde lüks bir yaşam sürmeye başladı. Maupassant’ın
yanılsaması “ölümsüzlük” oldu. Büyük bir yazar olarak ölümsüzlüğünden emin
olmak istiyordu. Kafasına iki kere tabanca sıktıktan sonra kâhyasını çağırarak
“Bak,” dedi, “bana kurşun işlemiyor, ben ölümsüzüm.” Maupassant aynı deneyi
hançerle yapmak isteyince başarılı olamadı. Kanlar içinde kaldığı o günden
ölümüne kadar hiçbir şey yazamadı. Gazetelerde resminin altına şöyle cümleler
konuluyordu: “Ölümsüz mösyö Guy de Maupassant’ın delilik hali sürüyor.”
Yazacak bir şeyim yok
Oscar Wilde (1854-1900):
Oscar Wilde’ı Bartleby’lerle buluşturan şey, trajik
yazgısının yanı sıra unutulmaz cümleleriydi. “Kesinlikle hiçbir şey yapmamak,
bu dünyanın en zor şeyidir, en zor ve en entelektüel olanı.” diyordu bir
oyununda. Wilde, “hiçbir şey yapmamak” özlemini ancak yaşamının Paris’te geçen
son yıllarında gerçekleştirebildi. Açıklaması şuydu: “Yaşamı tanımadan önce
yazıyordum; şimdi yaşamın anlamını bildiğim için yazacak bir şeyim yok.”
Reading Zindanı’nda yazdığı De Profundis, Oscar Wilde’ın susmadan önceki son çığlığı
oldu.
Unutulmayı seçti
Henry Roth (1906-1995):
Henry Roth, Amerika’ya göç etmiş bir ailenin çocuğuydu.
Amerika deneyimini, 28 yaşında yazdığı bir romanla anlattı. Roman pek dikkat
çekmedi, Roth da su tesisatçılığından akıl hastanesinde hasta bakıcılığa kadar
pek çok farklı iş yaptı. Romanı 30 yıl sonra yeniden basılınca Amerika’da büyük
ilgi gördü, bir klasik kabul edildi. Henry Roth, daha sonra ölümüne kadar geçen
on yıllarda tek kitap dışında bir şey yayımlamadı, yaşamın akışında unutulmayı
seçti.
Karısı ölünce kalemi bıraktı
Juan Ramon Jiménez (1881-1958):
Juan Ramon Jiménez, 1956 yılında Nobel edebiyat ödülüne
değer görülmüştü. Ama ödülü aldığını öğrendiği günlerde Jiménez, karısı,
sevgilisi, sekreteri, kısacası her şeyi olan Zenobia’nın da kansere yenildiğini
öğrenecekti. Jiménez’in hizmetçisi, karısının ölümünden sonra şairin Nobel
ödülünü yere fırlatıp öfkeyle çiğnediğini anlatır. Jiménez, o günden sonra tek
dize yazmadı. Geride bir Bartleby aforizması sayılabilecek şu cümleyi bıraktı:
“Benim en iyi yapıtım, yapıtlarımdan pişmanlık duymak olmuştur.”
Konuşulamayan konusunda susmalı
Ludwig Wittgenstein (1889-1951):
Wittgenstein’ın Tractatus’taki çok ünlü önermesi
aslında ret edebiyatını en iyi açıklayan cümlelerden biri olarak da okunamaz
mı? “Üzerinde konuşulamayan konusunda susmalı.” Hayattayken yayımladığı tek
felsefe kitabının son önermesinde böyle diyordu Wittgenstein. Bir daha felsefe
üzerine kitap yayımlamadı. Tüm diğer kitapların pabucunu dama atacak bir kitap
yayımlamak istiyordu ama bu olmayan kitap, imkânsız bir kitaptı. Ve öyle kaldı.
Goethe’nin şiirlerini yazan gizemli kadın
Marianne Jung (1784-1860):
Büyük Alman şairi Goethe, 60’lı yaşlarının ortalarında
Doğu Batı Divanı’ndaki şiirleri yazıyordu. Kitaptaki bazı şiirlerde Züleyha
ortaya çıkar ve konuşur. Ama Züleyha’nın konuştuğu dizeleri Goethe değil,
Marianne Jung adında genç bir kadın yazmıştır. Jung, dünya lirik şiirinin
başyapıtlarından birindeki seçkin parçalara imza attıktan sonra bir daha asla
yazmadı. Bartleby’lerin en gizemlilerinden biri olarak kaldı.
Geç kalmış Bartleby
Lev Tolstoy (1828-1910):
Tolstoy, geç kalmış bir Bartleby idi. Uzun yaşamının
son günlerinde, edebiyatta bir uğursuzluk olduğuna karar verdi ve yıllarca
yaşadığı Yasyana Polyana’yı bir daha dönmemek ve yazmamak üzere terk etti.
İlkelerin, disiplinin, görkemli yapıtların Tolstoy’u öleceği tren istasyonuna
doğru yol alırken aslında Bartleby’ler cemaatine katılıyordu. Tüm edebiyatın,
kendi kendisinin reddinden ibaret olduğunu daha iyi ne anlatabilir?
Türk edebiyatının Bartleby’leri
Edebiyatımızda bir Bartleby’ler kuşağından veya
topluluğundan söz etmek mümkün gözükmese de, Bartleby sendromuna yakalanmış
Batılı yazarlarla ruh akrabası olan edebiyatçılarımız olduğuna kuşku yok. Bu
sendrom yalnızca yazmayı bırakan şairleri/yazarları değil “unutuluş sanatının”
tadına varmak isteyenleri de içine alıyorsa eğer bizim Bartleby’lerimizden de
söz edebiliriz. Has edebiyat okurunun aklına gelecek ilk örnek elbette,
Gülderen Bilgili. Edebiyatımızın bu gizemli yazarı Bir Gece Yolculuğu adlı
kitabıyla 1988’de Sait Faik Hikâye Armağanı’na değer görülmüştü. Bir daha öykü
yazmadı, kayıplara karıştı. Bir başka soy öykücü, Selçuk Baran, geç başladığı
(ama geç kalmadığı) edebiyata son yıllarında küstü. Selim İleri’nin deyişiyle,
“gitgide kendi içine çekilip yazarlığını unutturmaya çalıştı.” Seçkin
eleştirmen Hüseyin Cöntürk de bir dönem suskunluğa gömülmüş, yazmamayı
seçmişti. Cöntürk, en verimli çağını “susarak” geçirdi. Ne yazık ki, edebiyata
döneceğinin işaretlerini vermeye başladığı dönemde aramızdan ayrıldı. Türk
şiirindeki en iyi Bartleby örneği ise Celal Sılay olmalı. Cemil Meriç, onun
için “Türkiye’nin Oscar Wilde’ıdır.” demişti. Sılay, gençliğinde şiirleri
dilden dile dolaşırken zamanla edebiyattan uzaklaştı ve sonunda susmayı tercih
etti.
Servet-i Fünun’dan Aylak Adam’a
Eser vermeye devam ettiği halde “görünmemeyi” tercih
eden yazarları/şairleri birer Bartleby olarak değerlendirmek elbette yanlış
olur. Ancak böylesi münzevi bir tutumun bu sendroma yakalanmış yazarları
çağrıştırdığı da bir gerçek. Edebiyatımızda akla iki isim geliyor hemen: Nuri
Pakdil ve Sezai Karakoç. İkisi de yazmayı, üretmeyi sürdürüyorlar ama ısrarla
“görünmek”ten kaçınıyorlar.
Yazmayı kesin bir reddedişle bırakan yazar/şair
sayısının Batı edebiyatına göre bizde epey az olmasının psikolojik, kültürel,
geleneksel, toplumsal pek çok sebebi bulunabilir. Kesin olan şu: Aralarında
Servet-i Fünuncuların “Yeşil Yurt” hayalinden Yusuf Atılgan’ın Bartleby’ye
benzeyen Aylak Adam’ına, Necatigil’in “yazmak süresiz ertelenmiştir”ine kadar
pek çok örnek, “yazıyı bırakma tereddüdü”nün bizim edebiyatımızda da öteden
beri var olduğunu gösteriyor.
Özge Yalın - kitapzamani.zaman.com.tr