Enkazın Beyazlığı

ENKAZIN BEYAZLIĞI


İnsan, kendi çaresizliğinin yaratıcısıdır, yine kendi çaresizliğinin mahkûmu ve katilidir. Bunu nerede okuduğumu hatırlamıyordum ama beynime asılı bir çivide istifini hiç bozmadan yıllardır orada duruyordu. Belki de yansımamın bana geçmişimde hissettirdiği gibi garip bir öğreti ya da önsezidir. Donuk bir birayı bardağa boca etmeye çalışırken odada bağıran müziğin ahengine ben hariç herkes kapılırdı, tabi ki benden başka birisi burada olsaydı. Üst üste yakıp kafatasıma söndürdüğüm onlarca sigara ve yıllardır açılmayan pencere sayesinde odanın içi bir buluta dönüştü ve beni kucakladı. Ve evet, kafa derimi yüzüp kafatasımı çıkarttım etrafını biraz düzeltim masaya koydum ve içerisine sigaraları bastım. Açıkta kalan beynimin detaylarını yarısı buz olmuş biranın bardağına yansıttım ve baktım. 

İnsan, geçmişinin sularında yüzerken boğulmanın çok elzem bir şey olmadığını öğrenir. Kimilerinin geçmişi sığ bir su birikintisi kiminin ise henüz keşfedilmemiş okyanusların büyüklüğündedir. Ama bilinir ki tahayyül kolaydır, mühim olan tahayyülü kafanda taşıdığın ve yeri geldiğinde fırlatıp attığın gözlerinin görebilmesidir. 

Yine kar yağıyordu. Ne istediğimi bilmiyordum. Bu Allah’ın dağında benden başka hiçbir şey fiziksel olarak insana benzemiyordu. Ben ise kendimi bir insan olmaktan hatta kendimi bir insana benzetmekten çok uzaktım. Göğüs kafesime saklanmış kalbimden nefret ediyordum. Nefes alan, nefes almamı sağlayan bütün fiziksel ve ruhsal aktivitelerimden kurtulmak için can atıyordum. Ama bütün organlarımı nizami bir şekilde içimde tutan derimin, kemiklerimin ve kaslarımın üstesinden bir türlü gelemiyordum. En önemlisi düşüncelerin ve korkuların üstesinden gelemiyordum. Sonrasında bunları ve her şeyi düşünmekten uzaklaşmak için yeni yolları arıyor, bulamayınca eski ve bildiğim yollara geri dönüyordum. 

Anlıyordum, yeni yollar milyarlarca insanın ayakları altında eziliyor ve buna tahammül edemiyordu. Bu yüzden bana yaklaşmıyorlar ve beni istemiyorlardı. Oysa, inandırabilseydim tek bir tanesine insan olmak ediminden kilometrelerce uzakta olduğumu ve tahammülsüzlüklerini en iyi benim anladığımı… 

Herkesten ve her şeyden nefret ettiğimi çığlıklarla haykırırken içimde kalan son iyi arazinin inşasına uğraşan eski karımın bana inancını da başka herifin kollarında yakalarken yitirmiştim. Bana inanıyormuş gibi yapıyordu. Dünya’nın bana inanmış gibi yapan en iyi kişisiydi. Bir an olsun ona inanmış olsaydım, hayatımıza başka bir herifin müdahalesinin imkânı olur muydu? Artık düşünmüyordum. Ne güzel söylemişti birisi “Zamanın paslı kollarına bırakmıştı kendini. Bedenini iğrenç heriflerin kollarına bıraktığı gibi.” 

İkisini de öldürmenin verdiği haz yalnızca birkaç saniye sürmüştü. Suratımdan ağır aksak akan kanları yere düştüğünde hazzın bile artık benim için bir şey ifade etmediğini öğrenmiştim. Bir musibetin yerini yalnızca iki cinayet doldurabilirdi. Bende öyle yaptım. Doldurdum. İkisini de aynı mezarlığa gömdüm, hayvan mezarlığına. Gecenin karanlık tarafına geçerken cesetlerini gömdüğüm mezarlığın kapısına kanımla şunları yazdım.

“Burası sadece masumların yattığı yer değildir.”

Şimdi düşününce aklıma geliyor. Neredeydi mezarlık bekçileri, evsizler, polisler, kameralar? Neden kimse görmedi beni? Yoksa herkes aynı akılla haklı olduğumu mu düşünüyordu? Bir katili aralarında tutmayı çok mu istiyorlardı? 

Hayat denen bu mefhum, sorular sormanın cevaplar bulmaktan daha kolay olduğunu çok geç öğretmişti bana. Ama öğrendim. Yüzlerce sorunun tek bir cevabı olduğunu ve o cevabı bulmamam gerektiğini öğrendim. Ama nereden ve neyden kaçarsan orada ya da onda buluyordun kendini. Belki de nefes almak denilen şeyin karşı konulamaz sonucuydu bu.

Bir gün trafik tersine akar, gerçekler ortaya çıkar ve beni bu Dünya o zaman şaşırtırdı. Bekliyordum o günü. Son yudumumla beraber sabaha karşı sokakta elinde yalnızlığıyla bıraktığım o kadının izini bile sürebilirdim tekrardan. Gerçek bana belki bir gün güç verir ve birazcık yaşama şansı olanlara bile ölüm dağıtabilirdim. Ne kadar zaman oldu kim bilir? O sokak, o yol, o düşünceler yerinde duruyor mudur şimdi? Tarihi neydi? Hangi zaman diliminde bırakmıştım onu, katil olmadan önceydi sanırım evet kesinlikle öyleydi
.
Ve bum! Ve çat! Ve pat! Ve birkaç damla gözyaşı! Dünya’nın bütün çocuklarının marşı! Söyleyin haydi, bütün çocuklar bir ağızdan söylesin! Belirli bir geleceği olmayan, bunu kendinde göremeyen bütün insanlar söylesin, çocuklara eşlik etsinler. Yörüngesinde büyük bir iştahsızlıkla dönen bu Dünya’nın aklını karıştırsınlar.

“Ve bum! Ve çat! Ve pat! Ve birkaç damla gözyaşı! Dünya’nın bütün çocuklarının marşı!”

Duymak istiyordum bu marşı. Büyük bir yeteneksizlikle ve binlerce defa tekrarlanan bu sözlerin patlattığı kulakları, dayanılmaz o gürültüyü, derinden ve sarsıcı sallantıyı gözlerimle görmek ve her şeyin sonunun başladığı o anı yaşamak istiyordum.

Sarp kayalıkların arkasına saklanmışken bedenim soğuğa dayanamıyordu. İçimin bütün karanlığına rağmen etraf bembeyaz bir kütleyle örtülmüştü. Sakallarımdan akan acının geçmişimle alakalı olmadığını biliyordum. Donuyordum. Titreyen ellerim ve uğuldayan kulaklarım bestelediğim marştan kaynaklı böyle tepkiler vermiyordu. Doğaya yeniliyordum. Kapanan gözkapaklarımın ağırlaşması boşuna değildi. Doğayı yaşıyordum. Son gücümle bağırmaya yeltensem de sesim çıkmıyordu. Ama cümleler belliydi, aklımın duvarlarına dışarı çıkmak için vuruyorlardı.

“Burası sadece masumların yattığı yer değildir.”



paylaş: