Göç Yolları
“Artık uzun
göç yollarını kanatlarına sığdıramayacağını bilen kuş, sürüden ölmek için
ayrılır. Yol, uzun uzadıya gider. Aklına eski bir mavi girer kuşun, daha önceki
yolculuklardan. Bende kapatırım gözlerimi, dikkatimi dağıtan her şeyin
üzerinden atlayarak o kuşa odaklanırım. Son gidişin ahengi ve tecrübesi kanımda
dolaşır. Ve sabahın yedisidir. Çok dolaplı bir mutfakta suyun kaynama noktasına
gelmesini, kaynama noktasına gelmiş suyu fincana koymayı beklerim. Saat sabahın
yedisidir, Üstümdeki kalın hırka, üstümden dökülmektedir. Henüz uyanmış değil
daha uyumamışımdır. Kuşu, düşünürüm. Kuşu düşünmekle iyi bir şey yaptığımı
düşünürüm. Su kaynama noktasında esaslı bir duruş sergiler. Genel geçer
yargıların, gençliğin, topyekûn bu hayatın ne kadar saçma, ne kadar karmaşık
olduğu gerçeği içinde boğulup nefessiz kalmışken belime sarılmakta olan iki ele
ihtiyacımı hissederim.
“Günaydın”
“Günaydın,
uyuyamadın mı yine?”
“Öyküler
topladım öykülerden.”
“Öyküler
topladım öykülerden.” Güne böyle aptal bir cümleyle başlamıştım işte. Ve genel
olarak hayatıma baktığımda “kendini yiyip bitirmenin” bütün belirtilerini
yaşıyordum. Mutfaktan oturma odasına
girerken “Nesim” dedi. “Hava ne kadar güzel bugün bir şeyler yapalım.”
Açık yeşil
gözlerine, incecik dal gibi bedenine uzun uzun baktım. İçimde hiç uyumamanın
esareti vardı. Perdeyi açtım, camı araladım. Salonda, kanepenin küçücük bir
yerine kıvrılmış açık yeşil gözlü kadına, dağılmış saçlarına yüzüne yakışan
hafif kemerli burnuna ve gene açık yeşil gözlerinin kenarlarında birikmiş
çapaklarına baktım. Seyrettim onu. Sanki beraber geçirdiğimiz son günmüş gibi.
Sanki onu Dünya’nın uzak köşelerinden birine yollayacakmışım gibi. Sanki içinde
olduğum durum unutamadığım bir rüya ya da eski buruk anıların toplamı gibi.
Yanına oturdum, ayaklarını hemen uzattı. İkiye katlanmış gibi eğilip ayağını
öptüm ve elimi ayaklarında gezdirdim. Bir kediyi sever gibi gezdiriyordum
ellerimi ayaklarında. İçimi ısıtıyordu, yaşadığım bu normal durum. Fazlasında
gözüm yoktu. Aslında vardı ama ben fazlasında gözümün olmadığına kendimi
olağanca gücümle inandırmaya çalışıyordum.
“Bu sonbahar
aklımı çok karıştırıyor Sema?” dedim. Sema’nın boğazı düğümlendi. Neden diye
sormak istiyordu ama sormadı ve bende sormadığına sonsuz derecede bel
bağlayarak bu cümleyi kurmuştum. Belki de cevabı biliyordu çünkü eskiden
yaşadığı sahneyi tekrar yaşıyordu.
“Yine oluyor
değil mi Nesim?”
“Sanırım, bilemiyorum.”
“Yine o
aptal depresyonlarından birine gireceksin ve kurduğumuz her şeyi bir anda
mahvedeceksin.”
“Öyle kesin
bir şey yok Sema.”
“Ben bu
durumu biliyorum daha önce de yaptın aynısını ama salaklık bende. Salaklık
tekrar sana dönende.”
“Lütfen,
biraz sakinleşir misin?”
Ve Sema
sakinleşmeyi kesin olarak reddederek büyük bir hınçla kalktı kanepeden.
Giyindi. Mırıldanıyordu, söyleniyordu çünkü söylenmese ağlayacaktı.
Mırıldanmak, söylenmek, kendi kendine konuşmak, kendi kendini ikna ekmek,
kendini sakinleştirmek Sema’nın ağlamama yöntemiydi. Çabuk çabuk yürür,
hareketleri serileşir açık yeşil gözleri hiçbir şeyi görmezdi sinirlendiğinde.
Bende tutmazdım onu, kendi haline bırakırdım. “Git” demezdim. “Gitme” demezdim.
Dururdum yalnızca. Ve hep tok bir kapı sesiyle kendime gelirdim. Çelik kapılar
suratıma kapanır adeta suratımda patlardı. Sonra uyurdum. Günlerce uyurdum.
Uyandığımda
odada eski bir yalnızlık kokusu hakimdi. Tanıyordum bu kokuyu. Biliyordum. Ara
ara üzerime yapışır, uzun süre benimle yaşardı. Son gidişi de sayarken Sema
üçüncü kez uzaklaşıyordu benden. İki defa beni terk etmiş ve geri dönmüştü.
Kırıntılardan, kırıklardan tekrar vücut bulmaya çalışıyordu aramızdaki karmaşık
ilişki. Ama gidişlerinde hep bir haklılık vardı, mahvediyordum çünkü. Elleriyle
kurduğu bütün güzellikleri darmadağın ediyordum.
Şimdi ne
yapmalıydım? Nerede konaklamalı, nerede durmalı, nerede hareket etmeliyim?
Arkadaşım yoktu belki yalnızca birkaç tanıdık. Uzaktım kendime, uzaktım
kendimle diğer tüm kişilere. Sarhoş olmak iyi gelir diye düşündüm. Hayatım
boyunca yeni yerler keşfetmek, yeni insanlar tanımak gibi bir merakım hiç
olmamıştı. Ne öğrendiysem başkalarından öğrenmiştim. Hızlıca hazırlandım. Yapay akşamüstlerinin birinde daha önce
kapısından Sema ile girdiğim bara girdim. Bar iskemlesi beni bekliyormuş gibi boş
boş duruyordu. İçimde her şeyi yarım yamalak başarabilmiş oluşun gizemli
vakurluğunu hissediyordum. Baktığım zaman her şeyi yarım yapmıştım. Ama ne
hayata boyun eğmiştim ne de hayattan bir beklenti içerisindeydim. Vaktimi
dolduruyordum yalnızca, alıp başımı toprağa koymak için zaman kolluyordum.
Ağzımda
çirkin bir tat geziyordu. Her şey, uzun zamandır bana plastik gelmeye
başlamıştı. Gecelerin üzerine tırmanıyor gündüzlerin üstüne düşüyordum.Bedenim iri
iri terliyordu. Gece çıktım bardan. Boğazımda eski bir yanık kokusu. Kafamı
kaldırdım, Ay’ın önünden kuşlar geçiyor. Oysa dinlenmeliydi kuşlar, uzun göç
yolları vardı. Soluklanmalıydılar, benim gibi. Boğazlarında eski bir yanık
kokusuyla durmalıydılar. Akıllarına eski maviler girmeliydi sürüden biraz sonra
ayrılacak kuşların. Yol göç etmeye gücü yetmeyecek kuşlar için artık uzun
uzadıya gitmemeliydi.
Öyle de
oldu. Kadim bir tufan döndü bulutların arasından, kuşlar saldırmaya başladı
birbirlerine, Ay’ın o müthiş parlaklığı önünde gözlerimin gördüğü en büyük
savaş vardı. Gerçi savaş görmüştü gözlerim, izlemiştim televizyonlarda. Canlı
yayın seyretmiştik bütün Dünya savaşları. Herkes unuttu o yılları. Kuşlar
girmese birbirine bende hatırlamazdım.
Ve aklına
eski bir mavi giren her kuş düştü gökyüzünden yeryüzüne. Artık onlar için ne
uzun uzadıya bir yol ne de yaşlılığın, birazdan ölecek olmanın yorgunluğu. Sema
gördüyse bu büyük kavgayı gözyaşı döküyordur boyuna. Kızıyordur kendine bir şey
yapamadığı için, o hep öyleydi. Elinden hiçbir şey gelmediğinde kızardı.
Sema’nın elinden hiçbir şey gelemediğinin en büyük kanıtı olarak dikilirdim
bende karşısına.
Kuş
gökyüzünden ağır ağır düşmeye başladı. Kuşa odaklandım. Büyük bir yıkıma sebep
olacakmış gibi düşüyordu. Sema’yı düşündüm. Kuşa biraz daha odaklandım. Son
yolculuktan düşüyordu. O tecrübeyle, o heybetle düşüyordu. İnecek, ayaklarımın
tam dibine düşecek ve yerde açtığı çukura bende düşeceğim diye düşündüm. Kuş
karşımda duran dört katlı binanın çatısına düştü. Ne yıkım oldu, ne çukur.
Annemi aradım bende. Uykulu ve gecenin geç saatinde aranmış olmanın endişeyle
“Ne oldu oğlum, hayırdır bu saatte?”
“Hani anne
bana her gecenin bir rengi var demiştin ya, bunu düşündüm. Bence her geceye
yakışan en güzel renk, yalnızlık. Ne dersin?”